Türkiye'de yetişmiş ve sanatçılığının yanı sıra her konuda kendini yetiştirmiş, bilgili ve bilgili olduğu kadar da mütevazi şef, piyanist, besteci Orçun Orçunsel'le (d. 1985) şimdiye kadar pek sorulmamış soruların da bulunduğu bir söyleşi yaptık. Sanatçılığın yanı sıra entellektüel kişiliği ile harmanlanmış cevapları ile kendini, orkestra şefliğini ve idealist kişiliği ile kurduğu "Orchestra Sion" u anlattı.
Aslında dünya genelinde normal sayılsa da, Türkiye şartlarında çok küçük yaşta müziğe başladınız . Müziğe küçük yaşta başlamak doğuştan gelen bir kabiliyet midir ? Başlama yaşınızı, eğitiminizi ve yaptıklarınızı göz önüne alırsak sizin için doğuştan kaabiliyetli demek doğru olur mu ?
Yeteneğe inanmıyorum. Yatkınlık olabilir ama yetenek çok abartılan bir kavram. İnsan karmaşık bir makinedir ve bu makine nasıl işlendiğiyle ilgili olarak şekillenir. Fiziksel özelliklerin yatkın olması doğaldır; herkesin fiziksel özellikleri her işe uygun değildir, bazı işlere de daha uygundur. Çok basitçe bir örnekle, uzun boylu birinin basketbol oynamaya kısa boylu birinden daha uygun olması gibi. Ancak bu sadece bir avantajdır. Her uzun boylu kişi iyi basketçi olamaz ya da tersi, sıkı çalışan biri, kısa boylu olmasına rağmen harikalar yaratabilir. Şaşırtıcı bir bilgi vereyim: her insan doğuştan “mutlak kulak” (Absolut) olarak dünyaya gelir, ancak çoğu körelir. Kulak, beş duyu içerisinde en zeki olanıdır. Gözü aldatabilirsiniz, hattâ illüzyonistlik ve sinema gibi pek çok şey bunun üzerine kuruludur. Sinemadaki ses efektleriyle kulağı da aldatmak mümkündür elbet ancak görsel ile destekli bir aldatmacadır bu. Kulak, bir çok dilin konuşulma biçimlerindeki incelikleri duyabilir, sözcüklerin ötesindeki tonlamalara göre kinayeleri, duyguları algılayabilen çok keskin bir duyudur. Bu gelişkin duyunun müzik yapamayacak kadar körelebilmesi şaşırtıcı. Bir çocuğun yetiştiği ortamdaki müzi(ksizli)ğin ne derecede olduğuyla da ilgili. Yetişme ortamında müziğe bakış açısından tutalım da çevredeki gürültünün ne kadarının müzik olduğuna kadar tüm faktörler bu körelmede rol oynuyor. İnsanı boş bir bilgisayara benzetiyorum ben. Doğduğunda yepyeni, içinde sadece temel işletim sistemi var. Oldukça hızlı. Hard Disk doldukça, hızı düşmeye başlıyor. Bu bilgisayarı neyle doldurursanız bilgisayar ona göre şekillenir: Mimarsanız, bilgisayarın içi kısa sürede çizim programları, mimari yapılarla ilgili görseller, makaleler, projelerle dolar. Bir çocuğu da küçük yaşta bomboş iken müzikle doldurursanız, Mozart’la Bach’la Vivaldi ile dolu bir çocuk olur. Beyninin limbik yapısı buna göre şekillenir, hormonal algıları bunun üzerine kurulur. Dört temel hormonun etkisiyle yaşıyoruz: Dopamin, Seratonin, Endorfin, Oksitosin. Bunların yükselmesi, alçalması, birbirleri arasındaki dengeyle duygusal haritamız oluşuyor. Hayatta kalabilmemiz için, beyin bir şekilde bu hormonları elde etmenin yolunu bulmak zorunda. Mutlu edici hormon olan seratonini salgılamak için kendine belli kriterler seçiyor ve hayat boyu bunu uyguluyor. Örneğin Mozart’ın müziği de bu hormonu salgılatabilir, sıradan gürültülü bir popüler müzik de. Nasıl bir ortamda yetiştiğinize göre değişir bu. Elbette ki klasik müzik eserleri son derece karmaşık matematiksel ve estetik öğelerle bezeli eşsiz sanat eserleridir ve beynimiz bunların yüksek kalitesiyle beslenerek hormon dengesini ayarlamayı öğrenirse, kişinin yaşam kalitesi artar. Bu yüzden küçük yaşta müzik eğitimi önemlidir. Profesyonel müzisyen olmak ayrı bir konudur ancak sade bir vatandaş olarak bile bir çalgıyı en azından temel düzeyde çalabiliyor olmak, kişinin hayatta yaptığı her işte yüksek estetik ve kalite standartlarını hedef almasını sağlayacaktır. Konumuza dönersek, gökyüzünden inmiş yetenek diye bir şey yoktur; her şey insanın kendini ne şekilde doldurduğuyla ilgilidir. Bir çocuk günde on saat enstrüman çalışırsa, fiziksel olarak kendisinden daha yatkın ancak haftada birkaç saat enstrüman çalışan bir başka çocuğa göre çok daha başarılı olabilir. O zaman çok çalışan herkes birer Heifetz birer Rostropovich, birer Van Gogh olabilir mi diye sorabilirsiniz? Elbette hayır. Çünkü sanat alanında yüzyılları aşacak kadar büyük işler çıkartmak için pek çok paradigma rol oynar ve yatkınlık, bunun çok küçük bir parçasıdır. Dolayısıyla ben de doğuştan yetenekli değilim. Belki Türkiye’de müziğe karşı ilgi ve farkındalık azlığından dolayı biraz yüksekte kalıyor olabilirim ancak dünya standartlarına göre sıradan biriyim.
Peki, yeteneğin var olduğunu kabul edersek klasik müzikte kariyer için sadece bu yeterli midir ?
Hiçbir işte bunlar yetmez. Çalışmak, çok çalışmak önemlidir. Ancak bu da yetmez. Öncelikle gerçekten kaliteli ve değerli olan özelliklerin yükselebilmesi için paraya dayalı dünya düzeninin değişmesi gerekir. Yoksa Thomas Edison gibi sahtekarların, Tesla gibi dehaları alt ettiği ahmakça bir gezegende yaşamaya mahkum oluruz. Evlerimizin, sokaklarımızın her yerinden kablolar geçiyor, bilgisayarları, telefonları şarj etmek gerekiyor. Neden? Çünkü yetenek, çalışmak hattâ gerçekten işinde en iyi olmak bile yeterli değil. Kirli, çürük ve âdi yoldan gitmeden piramidin tepesine ulaşılamaz bu sistemde. Tek avantajı şu ki eğer biri piramidin tepesindeyse bilin ki gösterildiği kadar iyi değildir. İstisnalar elbette var.
Sizin çok şanslı olduğunuzu düşünüyorum, eğitim hayatınızda Ali Darmar, Ayşegül Sarıca, Zeynep Yamantürk , Gürel Aykal gibi insanlarla çalıştınız . Siz de kendiniz şanslı buluyor musunuz ? Size ne gibi artılar sağladı kariyerinizde ?
Ben de çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Hocalarımdan aldığım her şey çok değerliydi. Bu büyük bir şans. Kariyerimde de elbette etkileri oldu. Üniversiteler iş bulma kurumları değildir; hocalar da öğrencilerine bilgilerini ve tecrübelerini aktarırlar ancak kariyer yapabilmek kişinin kendi becerisiyle olur. Hocalar elbette ellerinden gelen yardımı yaparlar; referanslar yazabilirler, bağlantılar kurabilirler. Hocalarımın bana bu konuda yardımları çok oldu. Elbette bu isimler sayısız öğrenci yetiştirdikleri için “ben filancanın öğrencisiyim” diyerek kapıları açabileceğiniz sihirli bir değneğe sahip olamıyorsunuz. Onlardan aldığınız desteği kendi becerilerinizle harmanlayıp bir kariyer yaratabilmeniz gerekiyor.
Dünya çapında sanatçılarımız var, ama aynı şeyi şeflerimiz için maalesef söyleyemiyoruz . Sizce neden ve bu konuda ne söylemek istersiniz ?
Dünya çapındaki sanatçılarımız, cumhuriyet devrimlerinin kuşağı. O kuşak, modernizm anlayışına uygun olarak, muasır medeniyet modelinin Türkiye’de tohumlandırılması için gerçekleştirilen çalışmalar sayesinde sanat tarihindeki yerlerini aldı. Şeflerimiz de buna dahildir. Ancak daha sonra buralardan sanatçı çıkmaz oldu, sadece şef değil. Belki şef yetiştirmek için yeterli altyapı olmamasına da değinmek gerek; konservatuarlarda yetişen şef adaylarının, çalışmalar gerçekleştirebilecekleri öğrenci orkestraları yok. Ancak genel olarak sanatçı çıkartamamamızın pek çok başka sebebi de var. Protestan disiplinine sahip değiliz. İyi organize olan, çalışkan bir sisteme sahiptir Protestan disiplini. Sonra, Akdeniz ekonomisi kırılgandır. Sanayi devriminden önce tarımsal ekonomi vardı ve sağlam bir tarım ekonomisi için gerekli iki şey olan güneş ve su, Akdeniz’de aynı anda bulunmaz. Kışın yağış olur, yazın kuraklık. Bir yıl yüz birim yağış alıyorsa ertesi sene otuz birim alır. Her an açlık tehlikesi vardır. Bu yüzden Akdeniz ülkeleri sanayi devrimini gerçekleştirecek ekonomik birikime sahip olamazlardı. Kapitalizm İngiltere’den Avrupa’ya yayılmaya başladığında bunu yakalayabilecek ekonomik altyapımız yoktu. Buhar teknolojisiyle kırk kat daha fazla üretim sağlandı, demiryolu ile ithalat ihracat yakalanamayacak düzeyde arttı. Bankacılık sistemleri gelişti. Kapitalist, neoliberal ve sanayileşmiş bir dünyada Türkiye daha yeni kurulan bir devlet idi. Türkiye, bir çocuk medeniyettir. Yaş olarak da çocuk, toplumsal bilinç olarak da çocuk. Üstelik cahil de bir çocuk. Bunu da şu satırı okuyan çoğu insanın öfkelenmesiyle kanıtlayabiliriz. Henüz eksiklerimizin dile getirilmesine bile tepkiyle yaklaşan bir bilinçteyiz. Cahiliz diyorum, rakamlar ortada: Fransa’da bir kişi yılda on dört kitap, Japonya’da bir kişi yirmi iki kitap okurken, Türkiye’de sekiz kişi bir kitap okuyor. Türkiye’de yılda kitaba altmış kuruş harcanırken, Norveç’te yüz otuz beş dolar harcanıyor. Fransa’da 1660’ta kitap okuma oranları kadınlarda ve erkeklerde ortalama yüzde yirmi iken, 1790’de bu rakam yüzde kırk yediye çıkıyor. Türkiye’nin ilk üniversitesi 1933 yılında kuruldu ve 1955’te bile sadece 4 üniversite vardı. Durum böyle olunca da sanayileşen ve işlem gücü yüksek toplumların, hammaddeyi bizden alıp, işleyip bize geri satması kaçınılmaz oldu. Köy Enstitüleri sayesinde ilerleme kaydedilebilirdi ancak buna izin verilmedi. Türkiye, elindeki kartları iyi oynayamadı. Her on beş yılda bir kartlar yeniden dağıtılır ancak birkaç eldir hem biz kötü oynadığımız hem de diğerleri çok iyi oynadığı için pek çok konuda geri kaldık. Soruyu çarpıtmış gibi olmak istemem, bütün bu açıkladığım sebeplere bağlı olarak, dünya, çalgısında başarılı olan müzisyenlerimizi kabul edebilir, gemide nitelikli iş gücü her zaman rağbet görür ancak hem ekonomik, hem mental hem de toplumsal olarak bu kadar geriden gelen bir milletin sanatçısını, kaptan olarak gemilerine davet etmek istememeleri çok da anlaşılmaz görünmüyor.
Sizce bir şef nasıl olmalıdır ?
Öncelikle bilgili olmalıdır. Lider ruhlu ve önderlik vasıflarına sahip olmak, bunlardan sonra gelir. Çünkü cahil bir lider, bütün gemiyi yanlış yöne sürükler. İyi bir şef olmak için bir enstrümanı iyi derecede çalmak, hattâ mümkünse aktif olarak konser hayatına sahip olmak gerekir. Bahsettiğim şey solistlik veya virtüözlük değil, orkestrada çalmanın ne demek olduğunu bilmektir. Elbette temel olarak armoni, kontrpuan, kompozisyon konularında bilgili olması şarttır. Analitik düşünebilmeli, görünenin arkasındakine ulaşabilmelidir. Planlı olmalı, eseri nasıl yorumlayacağını, nasıl yeniden doğuracağını en ince detayına kadar bilmelidir ve provaya kafasındaki yorumu tamamen hazırlamış biçimde gitmelidir. Prova deneme tahtası değildir, en kısa sürede en çok verimi alabilmek için çalışma ortamıdır. Bir şef her zaman kontrollü olmalıdır. Sahnede müziğin heyecanına kapılıp orkestrayı ateşe atmamalıdır. Soğukkanlı davranmasını bilmelidir. Bu sayede orkestracıların çalarken güvenecekleri bir kutup yıldızı olabilir. Çünkü aslında şefin görevi konserde neredeyse bitmiştir; bütün maharet provalardadır. Konser, çalışılmış olanın ortaya çıkarılma ânıdır. Burada şef, müzisyenlerin işlerini en iyi şekilde yapmalarına olanak tanıyacak şekilde davranmalıdır. Müziğin coşkusuyla kendinden geçip, provada hiç konuşulmamış, yapılmamış şeyleri denemeye kalkmamalıdır. Bazen müzisyenlerden duyuyorum, birlikte otuz saat prova yapmalarına rağmen hâlâ konserde ne yapacağından emin olmadıkları şeflerle çalışmak zorunda kalıyorlar. Konser, ciddi bir iştir, şefin içindeki fırtınaları gösteriye dökme yeri değildir. Karşınızdaki yüz kişinin başarısından sorumludur ve bu sorumluluğun ciddiyetine yaraşır şekilde davranmakla yükümlüdür, alkış toplamaya çalışmakla değil.
Dünyaca ünlü bir şef, " Opera orkestrasını yönetebilen şef , en iyi şeftir " demişti ? Bu düşünceye katılır mısınız ? Opera orkestrası yönetmekle , senfoni orkestrası yönetmenin farkı nedir ?
Opera geniş bir yapı. İçinde dekorcu, kostümcü, şarkıcı, çalgıcı, besteci... Herkes yer alıyor. Dolayısıyla ağır bir yapı. Operalar, doğaları gereği senfoniye göre daha esnek ve karmaşık yapıdadır. Sahne üzerinde koşturan ve bir yandan da 4 saatlik eserleri ezbere söyleyen şarkıcılara, olan biteni görmeden ve çoğunlukla duymadan, çukurda “eşlik eden” bir orkestradır opera orkestrası. Eşlik etmek zor bir şeydir. Çünkü kendi tempo akışınızda değilsinizdir, solisti takip etmek zorundasınızdır. Ve bu yüzden opera orkestralarının çaldıkları partiler de senfonilere göre daha yorucudur. Zorluk bakımından karmaşık olmasa bile yorar. Yeri geldiğinde bir reçitatif esnasında dakikalar boyunca tek bir notayı çaldığınız olur, yeri gelir sayfalarca üç-dört notayı tekrar tekrar çalarsınız, ya da öyle bir partiniz vardır ki üç saat bekleyip on dakika çalıp evinize gidersiniz. Bunlar konsantrasyonu dağıtır. Ayrıca çukurda çaldığınız için duyulmak için sahne üzerindekine göre daha çok efor sarf edersiniz. Tüm bunlar göz önüne alındığında, şefin işi de zorlaşmaktadır. Sahne üzerinde olup biten her şeyi takip edip bir yandan da orkestrayı buna uyumlu bir şekilde tutmak, her an olabilecek aksaklıklara karşı hazırlıklı olmak ve bir konserin üç katı süre boyunca konsantrasyonu korumak, hiç de kolay değildir.
Bir şefte beden dili ne kadar önemlidir, ya da önemli midir ?
Beden dili her şeydir. Şef, müzik gibi karmaşık ve derin bir sanatın icrası sırasında orkestranın önünde durur. Yaptığı en küçük hareketin bile etkisi vardır. Zaten bir yandan önlerindeki notaya konsantre olmuş, bir yandan yapılan müziği dinleyip çalgısını çalmakla uğraşan insanların önünde, onları rahatsız etmeden, dikkatlerini dağıtmadan durmak zorundasınız. Yapabileceğiniz en ufak yanlış bir hareket bile müzisyenlerden bazılarını şaşırtmaya yetebilir. Böyle bir ortamda, yapılan işi baltalamayacak şekilde davranmak gerekir.
Son dönemlerde yurtdışında yayımlanan makalelerde ya da forumlarda "şeflerde beden dilinin abartılı kullanıldığı, abartılı bir gösteri yaptıkları" yönünde eleştirilere rastlıyorum. Bu konudaki düşünceleriniz nedir ?
Ne yazık ki içinde yaşadığımız “post-truth”* çağı, artık her şeyin içinin boşaldığı, niteliğin önemini yitirdiği ve derinliği olmasa da yüzeyinde ilgi çekici özellikleri olan şeylerin öne çıktığı bir çağ. Daha önce belirttiğim, parasal sistemin varlığıyla her şeyin paraya endeksli biçimde şekillenmesinden kaynaklanan bir durum bu. Özellikle internetin ortaya çıkmasıyla reklam verenlerin “daha çok tıklanma” esasına göre davranması, dolaşımdaki gönderilerin sadece “tık” almaya çalışmasıyla sonuçlandı. Bir haberin veya videonun içeriği değil, sosyal medyada dolaşan kişinin o habere ya da videoya tıklamasını sağlamak önemli oldu. Dolayısıyla sadece şeflikte değil, tüm sanat dallarında, tüm zanaat ve üretimle ilgili konularda her şeyin içi boşaldı. Şeflik özelinde konuşmak gerekirse, eseri iyi yorumlamak, entelektüel derinlik katmak ve belki de yüzyıllarca yaşayacak yorumlara imza atmak yerine birkaç milyon dolar kazanana dek tıklanmayı başarabilmek amacı ön plana çıktı. İnsanlarca da en çok bilinmeyen ve bilinmedikçe de mistifiye edilen mesleklerden biri olan orkestra şefliği, post-truth çağının en çok içi boşaltılmış mesleklerinden biri haline geldi. Orkestra önünde hoplayıp zıplayanlar, dans edenler, seyirciye kendini beğendirmek ve “dâhî” gibi gözükebilmek için sosyal yönden zayıf duruş ve çılgın bir görüntü sergileyenler var. Aslında her şeyi yapabilirsiniz; sonuçta konser, bir sahne gösterisidir ve dinleyenlerin nabzını yüksek tutmak da gösterinin bir parçası neden olmasın? Ancak tek bir şart vardır ki bir şefin asla çiğnememesi gereken kuraldır; orkestrayı ateşe atmamak. Bir şef, öncelikle işinin gereğini yerine getirmeli: orkestrayı bir arada tutmalı, provalarda çalışılmış olan yorumu, orkestranın konserde en iyi şekilde sergileyebilmesini sağlamalı. Müzisyenlerin dikkatini dağıtacak, kafasını karıştıracak davranışlarda bulunmamalı. Çünkü en iyi şef, var olmayan şeftir; en iyi orkestra da şefsiz çalan orkestradır. Bunu biraz açayım: Sinemada kameranın yaptığı bir sürü hareket vardır. Ama esas amaç, kameranın varlığının fark edilmemesidir. Kamerayı, izleyiciyi rahatsız etmeden, filme olan konsantrasyonunu bozmadan hareket ettirmektir. Yani en iyi kamera hareketi, varlığı fark edilmeyendir. Oyuncular, makyaj ve özel efektler de öyle: en iyi özel efekt, efekt olduğu fark edilmeyendir. Ya da en iyi oyuncu, (farklı sanat akımlarını bunun dışında tutarsak) rol yaptığı anlaşılmayandır. Bu, şefler için de geçerli. En iyi şef, sanki orkestra devasa bir oda müziği topluluğuymuş gibi kendi kendine, şefsiz çalıyormuşçasına yönetmeyi başarandır. Bunu sağlayıp, orkestradaki müzisyenlerin işini en iyi şekilde yapabilmesine olanak tanıdıktan, kimseyi rahatsız etmedikten ve ortaya gerçekten kaliteli bir iş çıkarttıktan sonra her türlü sahne şovu yapılabilir. Ancak bir şef, seyirciye sempatik gözükmek, alkış almak adına, orkestrayı ateşe atmak pahasına aşırı hareketler yapıyorsa, orkestranın çalışını baltalıyor, müzisyenleri güvensiz hissettiriyor ve ortaya çıkabilecek potansiyeli düşürüyorsa, zaten işini iyi yapmıyor ve yapamadığı için artistik puan toplamaya çalışıyor demektir. Ne yazık ki günümüzde içerik tamamen önemini yitirmiş durumda olduğundan, bu tür şarlatanları sadece şef olarak değil, her meslekte görmek mümkün. Politikacılardan dönercisine, pazarcısından ressamına, dansçısından reklamcısına kadar... Sanatçıları pazarlayarak para kazanan ajanslar da bu tip kişilerle çalışmayı tercih ediyorlar. Çünkü sosyal medyada daha kolay “tık” alacak tipler, herkes için daha kazançlı oluyor. Şu an bu tür kişiler dünyanın dört bir yanında iş yapıyor olabilirler ancak otuz yıl sonra kimse adlarını bile hatırlamayacak veya ikibin onlu yılların gülünçlükleri olarak tarihteki yerlerini alacaklar.
İnanılmaz sempatik, bir o kadar da güler yüzlüsünüz. Sizce bir şef için bu bir avantaj mıdır ?
Elbette. Özellikle Türkiye’de müzisyenler konserden konsere koşuyorlar. Sabah bir orkestrada 4 saat prova yapıp, öğleden sonra başka bir konserin 4 saat provasına katılıp aynı günün akşamı da başka bir orkestra ile konser verdikleri oluyor. Orkestra müzisyeni olmak yorucu ve stresli bir iş. Tüm bu koşturmacanın içinde bir de karşınızda somurtkan, meymenetsiz birine katlanmak zorunda kalmak, insanı çileden çıkartabilir. Prova yapmak zaten yorucu bir iştir, biz şeflerin görevi de tüm bu prova - konser sürecini, müzisyenlerin en az yorucu ve sıkıcı şekilde geçirmelerini sağlamak olmalı diye düşünüyorum. Bunun için de güzel bir enerji yaymak gerekir. Hepimiz müziği sevdiğimiz için bu işi yapmaya başladık. Enstrümanlarımızı seviyoruz, müziği seviyoruz. Müzik yapmaktan mutluluk duyuyoruz. Bu mutluluk da yüzümüze yansımalı. Diğer türlü işkenceye dönüşür.
Peki bu güler yüzlü sempatik adamı orkestra hiç zıvanadan çıkaramaz mı ?
Çıkarmaz olur mu hiç? Elbette sabır, bizim en güçlü yönümüz olmalıdır. Ancak buna rağmen tüm prova sürecinde istediğimiz dikkati ve performansı alamadığımızda çileden çıkabiliyoruz. Bunun da en önemli sebebi, karşımızdaki müzisyenin potansiyelini biliyor ve anlıyor olmamızdır. Yapabilecek kapasiteye sahipken yapmıyor ise sinirleniriz doğal olarak. Ancak bir şef unutmamalıdır ki müzisyenler her ne kadar yüksek entelektüellikte bile olsalar, o gün çalışılan eser veya besteci ile ilgili şef kadar bilgiye sahip olmayabilirler. Bizim için gündelik sayılabilecek sıradan bir bilgiyi bile defalarca, bıkmadan, sıkılmadan orkestraya anlatmamız gerekebilir. Biz şefler işin mekaniğini bilen, araba tamircileri, hattâ mühendis gibiyizdir. Motorun tüm parçalarını, arızaların sebeplerini, çözümleri biliriz. Müzisyenler ise çoğunlukla iyi birer şofördürler, bir yere kadar arabanın motorundan da anlarlar ancak tamirci kadar iyi bilmeyebilirler. Bizim görevimiz, kemer takmaktan sinyal vermeye kadar en basit trafik kuralını bile yeri geldiğinde o iyi şoförlere hatırlatacak kadar sabırlı olmayı gerektirir.
Çok yönlü bir sanatçısınız ve bir çok ünvanınız var, peki sizi gerçekten tanımlayan ünvan hangisidir ?
Bunu söylemek zor. Son yıllarda daha çok şeflik yapıyorum. Bir şefin bir çalgıyı iyi düzeyde çalabilmesi ve kompozisyon yapabilmesi gerekir. Ben hem şef, hem piyanist, hem de besteci olarak çalışmalar yapıyorum. Ancak örneğin hayatını kompozisyona adamış biri kadar “besteci” de değilim, yılda üç yüz konser veren bir piyanist kadar piyanist de değilim. İçlerinde en üvey evlat olan besteciliktir benim için. Eserler yazsam da daha çok düzenleme yapıyorum. Bestecilik de bir enstrümancının sürekli egzersizler ve pratik yapması gibi bir alışkanlık gerektirir. Saygun’un da dediği gibi, ne kadar her şeyi bilse de bir insan yeterince yazmadan bestecilik yönünü geliştiremez. Teorik yönden oldukça donanımlı pek çok bestecinin de sorunu budur; yeterince yazmamak. Hattâ pek çoğu böyle körelip gider. Geçtiğimiz sezon, Nâzım’ın Kuvayi Milliye Destanı üzerine yazdığım oratoryoyu, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası ve İzmir Filarmoni Korosu ile birlikte Sevgili Berkay Ateş’in solist anlatıcı olarak yer aldığı bir konserde seslendirdik. Benim için yazması çok zordu. Her şeyden önce Nâzım’ın şiir dilinin kendine özgü bir müziği var ve tarifsiz derinlikte bir anlatıma sahip. Bunu bir oratoryoya dönüştürmek benim gibi pratiği az olan bir besteciyi oldukça zorladı. Ancak dünyayı sarsma çabasından ve müzikte çığır açmaya çalışmaktan uzak biri olduğum için eseri yine de yazabildim. Piyanist olarak da birkaç yıldır resital vermeye ara vermiş olsam da oda müziği çalışmalarımı sürdürüyorum. Flüt sanatçısı arkadaşım Zeynep Keleşoğlu ile birlikte kurmuş olduğumuz Duo Fidelis ile pek çok konser gerçekleştiriyoruz. Aynı zamanda orkestralarda solist olarak yer alıyorum ve Orchestra’Sion bünyesinde yer alan arkadaşlarımızla da oda müziği konserleri veriyoruz. Şimdi ise 2020 yılına özel, Beethoven’ın 250. yaşı münasebetiyle, bestecinin tüm piyano sonatlarını, konçertolarını ve senfonilerini yorumlamaya yönelik bir proje içerisindeyim. Özellikle sonatlar, piyanist yönümü yeniden parlatmama oldukça yardımcı olacak gibi gözüküyor.
Klasik müzik maalesef insanların gözünde büyüttükleri , hatta uzak durdukları bir konu. Lakin klasik müzik farkında olmadıkları bir şekilde hayatımızın her yerinde var. Reklamlarda, filmlerde, en sevdikleri yerli yabancı dizilerde, asansörde, okul ve kapı zillerinde de kısacası her yerde... Hatta benim çamaşır makinemin bitiş müziği bile Mozart ! Durum böyle iken, Türkiye'nin bir kesiminde klasik müziğe olan tepki neden ve nereden kaynaklanıyor sizce?
İnsan beyni ve hormonlarla ilgili bu. Beyin dopamin salgılayarak mutlu olur ve sürekli bunu salgılayabileceği bir fırsat arar. Müzik dinlerken de beynimiz sürekli bir sonraki notayı tahmin etmeye çalışır ve yaptığı her doğru tahmin onun dopamin salgılamasına sebep olur. Dinlediğimiz müzik beynimize hiç tanıdık gelmiyorsa, o da hiç doğru tahmin yapamaz ve sıkılır. Klasik müzik ya da caz gibi karmaşık türlerin popüler olamaması biraz da bununla ilgili. Bunun tam tersi, yani bir sonraki notayı zahmetsizce tahmin edebildiğiniz türdeki müzikler de dopamin salgılatmaz. Aynı parçayı defalarca dinlemek de benzer bir etki yaratabilir. İlk dinlemelerde zevk verirken tekrar sayısı artınca beyin bundan sıkılmaya başlar. Dopamin salgılanması için ideal nokta bu ikisinin arasında, orta noktadır. Atonal eserleri dinlemek de bu yüzden zordur. Beyin sürekli alıştığı dilin konuşulmasını ve bir sonraki sözcüğü bilebileceği konuşmaları dinlemek ister.
Ayrıca klasik müzik zordur. Caz da öyle. Diğer türlere göre çok daha fazla emek harcamak gerekir. Çalması, iyi çalması zordur. İyi orkestra olmak da zordur. İyi olan her şey de az bulunur. Her yıl milyonlarca müzisyen mezun oluyor. Hepsinin iyi birer solist, iyi birer orkestracı veya şef veya besteci olması imkansız. Herkesin bu karmaşık müziklere ilgi duymasını da bekleyemeyiz. Dolayısıyla bazılarımızın da diğer müzik türlerinde üretmeleri gerekir. Müzik sadece bir sanat olmadığı, aynı zamanda bir endüstri olduğu için de bu işten para kazanan devasa bir market var. Post-truth çağın içi boşaltılmış ürünleri (ki bunları tanımlamak için Almanca bir terim olan “kitsch” sözcüğünü kullanıyoruz) zaten pazarı diri tutmakta ve insanların algısını da aşağı çekmektedir. Hal böyle olunca, beynin dopamin bahanesi ürettiği müzikler en alt seviyede tutuldukça, kaliteli olana ilgi her geçen gün daha da azalıyor. Bir bardak çay düşünün; bardağın üçte biri demlikten doldurulur, kalanının üstüne su eklenir. Siz bir dünya dolusu insanı açık çay içmeye alıştırırsanız, demli çay herkese zor gelmeye başlar. Ancak dediğiniz gibi farkında olmadan herkes bir şekilde klasik müziği seviyor. Filmlerde, dizilerde, reklamlarda. Mozart’tan haberi bile olmayan bir insanın bile telefonu kırkıncı senfoninin müziği ile çalabiliyor. Çünkü aslında seviyor, sevdiği şeyin ne olduğunu bilmiyor. Parasal sistemin, piramidin tepesindekileri maksimum seviyede besleyebilmesi için insanların entelektüel düzeylerinin aşağı çekilmesi şarttır. Dolayısıyla kitsch ürünleri hayatın her yerine pompalandığı bir dünyada yaşıyoruz. Kalitesiz, ucuz olanın, düşünülmeden tüketilmesi hedefleniyor.
Bir orkestra şefinde olmaması gereken şey nedir ?
Ego. Orkestra şefinin hayatı uçaklarda ve otellerde geçer. Birinci sınıf uçuşlardan, yedi yıldızlı otellerin lüks dairelerine uzanan, herkesin önünde el pençe divan durduğu bir hayattır bu. Maestro aşağı, maestro yukarı, etrafınızdaki herkes, sahte veya gerçek, size karşı sorumluluğunu en iyi şekilde yerine getirme çabasındadır. Bir dediğiniz iki edilmez. Böyle bir hayatın içinde egonuzun sizi esir alması kolaydır. Zayıf bir kişilikseniz, bu renkli ve şaşaalı hayata aldanır, kendinizi kral gibi hissettiren egonuza kapılırsınız. Bu oldukça tehlikelidir çünkü herkesin size yaranmak için sizinle hemfikir olduğu bir dünyadasınızdır ve aldığınız hangi kararın akıllıca, hangi kararın aptalca olduğunu tartacak yetkinliği kaybedebilirsiniz. Bu da sizin yorumunuza yansır. Eğer arkanızda sizi şımartan, sağlam bir ajans var ve sizi her yere kolayca gönderiyorsa, kendinizi iyi bir sanatçı zannedebilirsiniz ve çocukça, saçma, sığ bir müzik anlayışına sahip olduğunuz gerçeğini göremeyebilirsiniz. Bu tüm sanatçılar için geçerli. Sanat, bilgi kirliliğiyle dolu, derin bir konu. Öğrenciyken bile öğrenecek hiçbir şeyinizin kalmadığını düşünebileceğiniz kadar küstahlaştırabilir sizi. Hiçbir şey bilmediğinizi anladığınız, bunun farkındalığını tekrar tekrar yaşadığınız kıymetli anlar vardır ki egonuza yenilmişseniz bunun da farkına varamayabilirsiniz.
Bir döneme "Diktatör Şefler " damgalarını vurmuştu , sizce "diktatör şef " diye birşey var mıydı yoksa abartılıyor muydu , yoksa tam tamına gerçek bu muydu ?
Herhangi bir şeyi bağlamından ayırıp ele almak yanlış yorumlamalara sebep olabilir. Sanatla ilgili her şeyin bağlamlarından biri de zamandır. Sanat eserinin veya sanatçının varlığını sürdürdüğü zaman. Sorunuzun cevabını verebilmek için sizin de belirttiğiniz “bir döneme” değinmek gerekir. “Diktatör şefler” vardı. Yaşadıkları çağın, modernizmin bir sonucu olarak ortaya çıkmışlardı. Modernizme gelene değin insanlık pek çok düşünce aşamasından geçmiştir. Descartes’ın varoluşu düşünce eylemiyle açıklaması ve Kant’ın “kendi aklını kullanmaya cüret etmesi”nden sonra gerçeğe ulaşma çabasında insanlık çok yol kat etti. Rönesans döneminde okur yazarlık oranı düşük ve basılı yayın sayısı az olduğundan, bir insanın pek çok dalda yazılan bütün kitapları okuması mümkündü. Bu sayede Leonardo gibi dehalar mühendislik, resim, mimari, müzik ve anatomi gibi pek çok dalda uzmanlaşabiliyorlardı. Zaman ilerledikçe, alanlar derinleştikçe bir insan ancak tek bir dalda uzman olabilir hale geldi ve kısa zamanda bu da kırıldı; artık doktor olmak yetmiyor, kardiyoloji, dahiliye gibi farklı uzmanlık alanları doğuyor, hattâ bu uzmanlık alanları da kendi içlerinde ayrılıyordu. Dolayısıyla insanın, aklıyla doğru bilgiye ulaşması imkansız hale gelmişti. Tam bu noktada kanaat önderlerine olan güven ve saygı ortaya çıktı. İnsan, her şeyi bilemeyeceğine göre konunun uzmanına güvenmekte çözümü buldu. Dünyayı şekillendirme görevi, bilgi sahibi uzmanlar ve kanaat önderlerinin ellerine bırakıldı. Unutulmamalıdır ki modernist döneme, aklın ve doğrunun yolunun bir olduğu düşüncesi hakimdi. Bu düşünceye göre okumuş, bilgili kişiler, doğruya daha yakındılar ve fikirlerini “dikte ettirerek” insanlığın gelişimine katkıda bulunabilirlerdi. İşte diktatör şefler de böyle bir dönemde ortaya çıktı. Zaten ikinci dünya savaşı sonrası Amerika, Almanya ve Rusya arasındaki rekabet hemen sanat ve bilim alanında kendisini gösterdi. Bu dönemde ses kayıtlarının da radyo ve plaklarla evlere nüfuz etmesinin ne kadar büyük bir güç olduğu aşikârdı. Evlerde kimlerin plaklarının olacağı, hangi kültürün insanların hayatında hakim olacağı savaşı başlamıştı. Tam bu noktada yirminci yüzyılın en büyük sanatçıları ortaya çıktı. Gilels’ler, Richter’ler, Rubinstein’lar, Oistrakh’lar, Heifetz’ler, Karajan’lar, Bernstein’ler... Özellikle Amerika ve Almanya arasında orkestra özelindeki savaş, ortaya müthiş kayıtların çıkmasını sağladı. Orkestralara oluk oluk paralar aktarıldı, her türlü imkanlar sağlandı, yığınlarca plak kayıtları yapıldı. İşte bu noktada Karajan ve Bernstein’ı görüyoruz. Biri Amerika’nın, diğeri Almanya’nın çıkarttığı iki dev isim. Elbette ki hepsi inanılmaz derecede iyi müzisyenlerdi, şüphesiz. Ama belki onlar gibi yüzlercesi vardı ancak ikonlaştırma hırsı yüzünden kendilerine yer bulamamışlardı.
Karajan gibi efsane olmuş şefler orkestralarını notalara bakmaksızın yönetiyorlardı, bu bir avantaj mıdır ?
Elbette ezbere yönetmek oldukça fark yaratır. Orkestra ile şef arasında pürüzsüz bir kontakt sağlanmış olur. Bu enstrümancılık için de geçerlidir, oyunculuk için de. Çalacağınız eseri ezbere çaldığınızda bambaşka bir akıcılık ortaya çıkar. Ezbere bildiğiniz halde notaya bakarak çalarsanız tutukluk yaşarsınız. Çünkü notayı okurken beynin bambaşka noktaları çalışır. Hepimiz iyi bildiğimiz eserleri ezbere yönetiriz, bunun için Karajan olmaya gerek yoktur. Ancak ben Gürer Hoca’nın tavsiyesine uymayı tercih ediyorum; ne kadar iyi bilseniz de önünüzde nota dursun, der. Ben de çoğunlukla bakmasam da önümde nota durur. Ancak yüzlerce kez bir eseri yönetmişsem artık notayı önüme bile koymama gerek kalmayabilir. Veya Karajan örneğindeki gibi milyonlarca dolarla oynayan biri olduğumda. Geçinme derdinizin olmadığı şartlara sahipseniz, örneğin ayda 2-3 konser yönetecekseniz, sadece bu konserlere konsantre olup notaya ihtiyaç duymayacak kadar çalışabilirsiniz. Ancak bizler, hem şefler, hem orkestracılar olarak yoğun bir koşturmaca içerisindeyiz. Haftada 3-4 farklı konsere koştuğumuz zamanlar oluyor. Aklımız karışlarca havada. Hâl böyle olunca da programda Beethoven senfoniler gibi çok çok iyi bildiğimiz eserler olmadıkça, notasız konser vermek hiç kolay olmuyor.
Bir şef orkestranın karşısına geçip ne yapar? Filozofik açıdan yaklaşırsak şefin gerçek anlamda metafiziksel rolü nedir ?
Temel olarak şefin el kol hareketleri, orkestracıya hem pusula olur, hem de güven verir. Her enstrümancının önünde sadece kendi çalacakları partinin notaları bulunur. Örneğin, yeri gelir, kişi on dakika boyunca hiçbir şey çalmadan durur sonra bir anda bir müzik cümlesinin ortasında çalmaya başlaması gerekir. Orkestracı, bu bekleyişi sırasında eserin neresinde olduğunu şefe bakarak anlar ve çalmaya başlaması gereken noktada, ne yapacağını çok iyi biliyor bile olsa şeften aldığı işaretle güvenli biçimde giriş yapmış olur. Bazen eserin çok sessiz bir ânında, birden bire kuvvetli ve hızlı notalar çalmanız gerekiyordur; şefin size keskin ve büyük işaretler yaparak giriş vermesi, sizin de daha büyük bir cesaretle bunu gerçekleştirebilmenizi sağlar. Kısaca bu şekilde anlatabilirim. İşin teknik yönünü bir kenara bırakırsak, aslında şef, bir enstrümancının enstrümanıyla yaptığı şeyi orkestra ile yapar: müziği kendi entelektüel birikimi ve anlayışı ile yoğurarak ortaya çıkartır. Sanılanın aksine, nota yazısı yüzde yüz kesin ve berrak değildir. Nasıl ki bir dilde “evet” demenin yüzlerce farklı tonlaması varsa müzikte de her notanın bağlam içerisinde ortaya konulabileceği çeşitli halleri vardır. Metin üzerinde sadece “evet” yazar ancak film veya oyun yönetmeni, o sözcüğü oyuncuya hangi şartlarda hangi anlamı gözetecek şekilde tonlaması gerektiğini söyler. Bunu müzisyenler kendi başlarına da yapabilirler ancak bir veya birkaç kişinin orkestrayı dışarıdan dinleyip (çünkü örneğin kontrabasların bulunduğu noktadan klarinetleri her zaman net şekilde duyamayabilirsiniz; flütler de viyolaları duyamayabilir) ortaya dengeli bir ses düzeni çıkartması gerekir. Bunun yanında da bestecinin seslerle kodladığı mesajı özümseyip herkesin ortak bir yorum anlayışı altında toplanmasını sağlamak gerekir. Bunları ortaya çıkartabilmek için de özel bir çaba göstermek şarttır. İşleri başından aşkın orkestra müzisyenlerinin bir de bunlarla uğraşması yerine, eserin yorumundan sorumlu bir kişinin sadece bu işle uğraşması daha mantıklı olduğu için şeflere ihtiyaç duyulur. Bir önceki soruda bahsettiğim modernist dönemin parlattığı “diktatör kanaat önderi” profili, parasal düzenin ikonlaştırmasıyla, özellikle de televizyonun yeni yeni evlere girmeye başladığı altın yıllarında oldukça iş yaptı. O dönemlerde her konuda böyle bir beyaz saçlı, takım elbiseli “otorite” televizyona çıkıp insanları manipüle ediyordu. Yakın zamana kadar da örneklerini gördük. On beş yıl öncesine kadar banka reklamlarında aynı beyaz saçlı, takım elbiseli adamlar oynatılıyor ve paranızı “güvenle” saklamaya sizi ikna ediyorlardı. Beyaz saçlı bilgin orkestra şefi modeli, hayali bir karakterdi aslında ancak bir o kadar gerçekti de. Unutmamalıyız ki, televizyonun kurmaca olduğunun algısı o dönemlerde yoktu; mesela, bizde seksenli yıllarda dahi Yeşilçam’da kötü karakter rollerini oynayan oyuncuları sokakta linç etmeye çalışıyorlardı. Stokowsky ile başlayan bu beyaz saçlı bilgin şef ikonu ile sanatçılar parlak bir dönem yaşadı. Bu durum öylesine abartılı bir hal aldı ki bugün bile orkestra şefi, diğer müzisyenlerden apayrı bir noktada algılanır, derin felsefesi, karmaşık iç dünyasıyla çılgın birer dâhî oldukları düşünülür. Elbette sanat, her sanatçıyı yontar, derinleştirir. Ancak bazı şeyler geçici birer popüler kültür ikonundan ibarettir.
İdealist bir kişilik misiniz ?
Olabildiğimce. Özellikle Orchestra’Sion’un programlarına baktığınızda, arşivlik seçkilerle karşılaşırsınız. Badura-Skoda’lar, Gavrilov’lar, Ashkenazy’ler, Sarıca’lar, Gulda’lar ve bu dev isimlerin yanında sıradışı programlar; Türkiye prömiyerleri, farklı çalgı edebiyatlarından eserlerin özgün orkestra uyarlamaları gibi. Eserleri bir bağlam içerisinde bir araya getirmeye çabalıyorum. Aynı zamanda gerçekten değerli olduğuna inandığım solistlerle iş birliği yapıyorum. Bir ajansla anlaşmam yok; orkestraya solist veya orkestracı olarak davet ettiğim isimler, bir ofis masasında imza atılan kontratlarla belirlenmiyor; sanatına güvendiğim insanlarla ortaya güzel bir enerji çıkartıyoruz. Bunun dışında sırf para kazanmak için hiçbir değeri olmayan işlerle de uğraşmıyorum. Klasik müziğin dışında Mor ve Ötesi grubunun senfonik konserlerinde şef ve düzenlemeci olarak yer alıyorum. Grubun müziği, zengin ton dünyası ve armonik yapısıyla orkestranın (ve koronun) kendi potansiyelini kullanmasına izin verebilecek yapıda olduğundan, değerli bir çalışma. Dünyada pek çok örneğini gördüğümüz senfoni orkestrası ve rock müzik sanatçılarının birleşmesinde ortak bir sorun vardır; müziğin armonik olarak yalınlığından kaynaklanan boş orkestra eşliği. Mor ve Ötesi’nde buna rastlayamayız. Grubun hem kendi müziği oldukça zengin, hem de orkestrasyonu. Umursamazlık edip ben de boş bir orkestrasyon yapabilirdim ve zaten grubun kendi müziğine sıradan bir eşik yapılması yeterli olurdu. Ancak idealistliğim ön plana çıktı. Her konserimizde, kapalı gişeyiz ve binlerce kişilik dinleyiciyle buluşuyoruz. Hiç olumsuz bir geri dönüş olmadı. Herkes orkestra ve koro renklerinin grupla birlikte oluşturduğu zenginlikten bahsediyor.
Sizin Gürer Aykal'ın şeflik sınıfından mezun olduğunuz dönemde , günümüzdeki kadar çok şef mezun olmuyordu . Durum böyle iken neden köklü bir orkestraya şeflik için başvurmak yerine kısıtlı imkanlarla kendi orkestranızı kurma yoluna gittiniz ?
Ben 21 yaşımda başladım şeflik yapmaya. Kendi orkestramı kurduğumdaysa yaşım 23 idi. Köklü kurumlar bu yaştaki şefleri bünyelerine almazlar. Haklılar da çünkü bu işin her ne kadar iyi hocalarınız olsa da tecrübeyle edinilen kısmı büyük. 40’lı yaşlardan önce insanın kendisine şef demesi zor. Ayrıca kurumlar her zaman geriden gelirler. Konservatuarlar, orkestralar, üniversiteler. Her türlü kurum buna dahildir. Tarihteki hiçbir icat, hiçbir yenilikçi eser, kurumlar tarafından ortaya çıkartılmamıştır, çıkartılamaz da. Çünkü kurumlar konservatiftir, gelenekleri vardır, doğaları gereği geleneklerini korurlarken kendilerini geride bırakırlar. Bir kurumun başına geçip yeni baştan Beethoven yorumu ortaya çıkartamazsınız. O kurumun gelenekleriyle iş yapmak zorundasınızdır. Veya kendi yorumunuza en yakın geleneklere sahip kurumu bulup çalışmanız gerekir. Bu yüzden kendime ait bir orkestramın olması önemliydi. Müzisyenlerin her biri çok değerli, her biri neredeyse bütün orkestralarda görev yapmış ve belli standartlara sahip sanatçılar; insanın kendi orkestrası olunca, kendi yorumuna uymayan standartlardan ödün vermelerini talep edebiliyor. Kurumlarla bunu yapmak zor. Hele ki böyle gerontokrat bir toplumda yirmili yaşlarının başında bir gençseniz.
Notre Dame de Sion bünyesinde kurduğunuz Orchestra'Sion, okulun öğrencilerinden kurulu olmayan, ama bir okul bünyesinde bulunan bir ilk ve tabiri caizse bir fenomen. Orchestra'Sion'un hikayesini ve orkestranızı kısaca anlatır mısınız ?
Notre Dame de Sion’un müdürü Yann de Lansalut, kaliteli bir klasik müzik dinleyicisi ve bir sanatsever. Okulun salonunda bir piyano resitali verdikten sonra, bu salona ve Notre Dame de Sion’un büyülü mekanına bir orkestranın yakışacağını düşünerek kendisiyle görüşmeye gittim. Kendisi bu fikrimi heyecanla karşıladı ve bu girişimim, NDS’nin desteğiyle 2008 yılında gerçeğe dönüştü. Başta yaylı çalgılardan oluşan bir oda orkestrasıyken kısa zamanda üflemeli ve vurmalı çalgıların da katılımıyla senfonik bir topluluk halini aldık. Sıradan orkestra repertuarına sahip sıradan bir orkestra olmak yerine sınırları zorlayıp kendi düzenlemelerim de dahil olmak üzere, Mahler’in senfonileri veya Holst Gezegenler Süiti gibi pek çok yeni düzenlemeyi repertuarımıza kattık. Tüm müzisyen arkadaşlarımın severek ve heyecanla çalıştığı, pozitif bir ortama sahibiz. Bugüne dek Mozart ve Haydn’ın önemli senfonilerini, 9 dışında Beethoven’ın tüm senfonilerini yorumladık, Mahler’in senfonilerinin, Korsakof’un Şehrazat’ının veya Franck keman sonatı, Debussy çello sonatı gibi eserlerin oda orkestrası düzenlemelerini seslendirdik, Mozart Requiem’in, benim tamamladığım bir versiyonunu çaldık, dünya çapındaki büyük solist sanatçılarla aynı sahneyi paylaştık. Eserleri yorumlama biçimimiz de dinleyicinin alışık olduğu yorumlardan uzakta. Yirminci yüzyılın kayıt teknolojisiyle kulaklarımızda yer eden, ikinci dünya savaşı sonrası gelen akımların etkisindeki sanatçıların oluşturduğu “ekol”ün dışındayız. Müziğin özünü, tüm dış etkenlerden arındırılmış saf halini araştırıyor, bestecinin mesajını ortaya çıkartmaya çabalıyoruz.
Orchestra'Sion bünyesinde Nilay Sancar (Yrd. Doç.), Beste Tıknaz Modiri (Prof. Dr.) gibi , Türkiyenin iyi orkestralarının iyi sanatçılarını bünyesinde barındırmakta. Bu sanatçıları birlikte çalışmaya nasıl ikna ettiniz acaba ?
Ben bu konuda şanslıyım. Onların deneyiminden, bilgi ve görgülerinden çok şey öğreniyorum. Sağ olsunlar, beni kırmadılar, birlikte bu yolda yürümenin keyfini yaşattılar. Sanırım orkestranın çalışma ortamındaki sıcak, samimi ve sıkıntıdan uzak pozitif enerjinin etkisine borçluyum bunu. Ortaya güzel bir şeyler çıkartabiliyor olmanın verdiği mutluluk da cabası.
Orchestra'Sion bu sene 12 yılını kutluyor, dile kolay 12 sene , bu 12 sene nasıl geçti anlatır mısınız ?
Benim için oldukça zor geçti diyebilirim. Çünkü piyanist kökenliyim ve orkestranın ne olduğunu, ne olmadığını burada öğrendim. Orkestra müzisyenleri, ortaokuldan beri orkestralarda yer alıyorlar. Orkestranın içinde büyüyorlar. Biz piyanistler bunu bilmeyiz. Orkestranın kendine özgü sosyal ortamını, insanların müzisyen kimlikleriyle iletişim kurmayı, provada nasıl davranılıp nasıl davranılmayacağını hep burada öğrendim. Bir yandan düzenlemeler yaparken bir yandan sanat yönetmenliğini yürüttüm, orkestraya bir profil çizdim, repertuar seçiminden finansal idaresine kadar pek çok yönüyle orkestranın hem önündeki hem de arkasındaki mekaniği öğrendim. Hâlen de öğrenmeye devam ediyorum.
Ve son olarak, okuyucularımıza ne söylemek istersiniz ?
Bu uzun röportajın sonuna gelebilmişseniz, müziği oldukça seviyorsunuz demektir. Bu sevgiyi daha çok değerlendirmelisiniz. Konserlere daha çok gidiniz. Çünkü müzik, konserde dinlenir. Her ne denli gelişmiş araçlara sahip olsak da, son model cihazlardan son model kulaklıklarla, en iyi müzisyenleri istediğimiz zaman dinleyebilme lüksüne sahip olsak da özellikle klasik müziği konserde canlı dinlemek bambaşka bir deneyimdir. Ben öğrenciyken, Berlioz’un Fantastik Senfonisi’ni, Stravinski’nin Bahar Ayini’ni, Mahler’i, Strauss’u konserde tanıdım. CD’lerden dinlediklerime hiç benzemediklerini fark ettim. Konser salonunu dolduran, o yüz kişinin yarattığı titreşimi hissetmek bambaşka bir duygu.
OSMAN ENFİYECİZADE
5 Kasım 2019, İstanbul
* Editörün notu: Post-truth deyimini, “gerçek sonrası” diye Türkçeleştirebiliriz.