Resim sanatımızın kült isimlerinden Adnan Turani'nin 90. yaşında eserleri 19 Mart Perşembe günü Nurol Sanat Galerisi'nde sergilenmeye başlıyor. ÇAĞSAV Onur Ödülü sahibi Prof. Turani hala sağlığı elverdikçe resim çalışmalarını sürdürüyor.
Turani'yle 1997 yılında yaptığım, “Resmigeçit” başlıklı kitabımda yer alan söyleşi, bugün de tazeliğini koruyor:
***
Büyük tuvalleri kurşun gibi ağır çeken, bir yılda gözünü kırpmadan 100 kilo boya tüketen Adnan Turani, bol boya kullanmadan hünerli olunamayacağı kanısında. İmzası bir “statü sembolü” haline gelen Turani’yi, AnaBritannica “(d.1925,İstanbul), lirik anlatımcı yapıtları ve kuramsal çalışmalarıyla tanınan ressam” cümlesiyle betimler.
Turani’yi kısaca “etkilerin ressamı” diye nitelendirmek mümkün. Resme ilgisi kısa pantolonlu bir çocukken başlıyor. Ama bu ilgi sadece, o yıllarda Avrupa’dan gelen, “mektep talebeleri”'nin tükürükle ıslatıp tırnakla bastırarak defterlerine “çıkarttıkları” resimlere yönelik. Bir de o yıllarda çerçeveletilip duvarlara asmanın pek moda olduğu İsviçre pastorallerini yansıtan takvimlere!
Ama bu ilgi kısa sürede izleyicilikten çıkıp “çiziktirmeye”' dönüşüveriyor. Karakalem portreler, sulu ve yağlıboya girişimleri derken, İstanbul Muallim Mektebi’nde öğrenciyken kurul kararıyla Akademi’ye konuk öğrenci olarak gitmesine izin veriliyor. Köy öğretmenliği, ardından Gazi Eğitim ve Avrupa yılları... Almanya’da üç ayrı akademide araştırma, geliştirme, müzelerde incelemeler... Yurda döndükten sonra Gazi’de hocalık yapan Turani’nin Hacettepe Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kuruluşuna katkısı büyük. Bilkent’te de hocalık yapan Turani, bütün bu sürecin getirdiği doktor, profesör unvanlarını kitapları dışında kullanmaktan pek hoşlanmıyor. Onu aşkın kitabı bulunan Turani’nin yurtdışında beş ayrı müzede resimleri yer alıyor.
Son yıllarda hocalığı bırakıp kendini tümüyle üretmeye veren Turani “Bu iş beni âdeta kendine köle etti. Gece gündüz kafam hep resmin emrinde. Zaten bir önceki yaptığıma bile isyan eden yaradılıştayım. Bu yüzden hep yeni heyecanların arayışındayım” diyor. Turani’yle Ankara’daki atölyesinde bitmiş ve üzerinde çalıştığı tabloların arasında kâh dolaşarak, kâh birinin başında dakikalarca dikilerek, kâh oturarak söyleştik.
- Yarım yüzyıldır içinde bulunduğunuz resim nasıl bir olay?
- Resim kesinlikle soyut bir organizma, bir heyecan efsanesi olayı. Dozu biraz arttırırsan başka bir şey olur. Biraz arttırırsan coşkuya yaklaşırsın. Biraz daha arttırırsan ölür. Resim yapma heyecanlı bir biçimleme serüvenine girişmektir. Resim yapma bir fala bakma olayı gibi. Ama bu falı sen kendi kendine açıyorsun, kendi kendine bunu sonuçlandırıyorsun. İşin enteresan tarafı ona da inanıyorsun.
- Herkes bu falı açmayı deneyebilir mi?
- Bir insan yetenekli olabilir. Tahsilini de yapabilir. Fakat bakarsınız resimsel yaratma olayında donuk kalır. Konuşmaları iyidir, fakat heyecan verici yanı yoktur, arkasından sürüklemez. Sen Goya’nın o ünlü resimlerini gördün değil mi? Yelpazeli Kadın’ı Paris’te, bir iki resmi dışarıdadır, gerisi hepsi Madrit’tedir. Adamın resimsel kültürü korkunç ve kabına sığmayan bir yapısı var. Bir kere eli bıçaklı, son derece serbest, hür yapılı, sinirli bir adam. Annesiz babasız büyümüş. Bu onun mizacını veriyor bize. Ve belki de aynı Andre Malraux gibi. Şimdi benim kanaatim şu: sanatçı eğer duruk bir kişilikte ise o adam resim yapamaz. Yapsa bile ölü olur. Şimdi Van Gogh’u tasavvur et, ne adam yahu! Ispartalılar döneminde olsaydı adamı çelimsiz diye öldürürlerdi, ama demek ki o yaradılış bazen o fizik içinde gözükmüyor. Keyif dünyada en satın alınamayan şey, öyle mi? Sanatta da keyif muhakkak önemli. Keyifli olmayan bir adam sanat eseri yapar tabi, o zaman demek ki keyfin dışında da bazı itici güçler var. Bunlar, imrenme olabilir, şiddetlenme olabilir, kızgınlık hali olabilir, bunlar da sanat eserinde itici güçler.
- Sanatçı bir bakıma haleti ruhiyesini eserine yansıtıyor.
- Yansıtıyor. Ne yaparsa yapsın, natürmort da yapsa onun hiddeti, onun celali, onun yaradılışı var orada. Yeni bir heyecan verici bir başka nokta aramak ihtiyacını duyuyor insan. Bilinen şekilde bir işi yapmak hiçbir zaman güzel değil. Hep yeni bir deneme, yeni bir boya denemesi, hep yeni bir boya macerası, bence önemli olay bu.
- Sizin bazı resimlerinizde boya ve pentür , bazı resimlerinizde ise desen ön planda...
- Tabii, ben desinatörüm, algılama yetim fazla galiba. Yavaş yavaş geliştirdim ben onu. Bir insanın karakterinin nerede olduğunu anlayabiliyorum. Bu düşünerek değil, algılama yoluyla bana maloluyor. Mesela bu resimde ilginç bazı olaylar var. Figüratif ama ne kol, ne boyun, ne baş, ne vücut, hiç birisi normal değil. Hepsi resme özgü büyüklükler içinde. Çünkü doğal ölçülerle etki yapabilecek durumu yakalayamıyorsun. Böyle bir desenin oluşturulması uzun bir çabayı gerektiriyor. Altındaki büyük mücadeleyi hissediyor musun? Öyle cart curt çizilmiş bir şey değil. Pekiyi ya bir kağıda çizip de ondan sonra tuvale aktarma, hayır olmaz. Yazı yazarken konunun heyecanıyla bulunan kelimeler bir akış içindeyse oluşuverir. Orada bütün canlılık vardır. Siz o canlılığı bir kelimeyi çıkarmakla koparabilirsiniz. Resimde de aynı şeydir. İşte bu oluşum olayını muhafaza ediyorum. Ben aynı zamanda teorisyenim. Yani yalnız boyayan bir adam değilim. Zaten resim anlayışım o. Oturayım da manzara yapayım, benim defterimde öyle hikâye yok, daha resimsel meselelerle ilgileniyorum.
- Siz boyayı seven bir ressamsınız. Bir yılda kaç kilo boya tüketiyorsunuz?
- l00 kilo. 250 milyonluk boya alıyorum, bitiveriyor. Günde 8-l0 tüp boya harcıyorum. Bütün paramı boyaya, malzemeye, çerçeveye veriyorum. Zaten benim dinim imanım boyayabilmek. Çalışabilmek. Onu seviyorum. Görüyorsun, çok pis bir yaşam içindeyim. Ancak kendimi kurtarabiliyorum.
- Geçenlerde bir yazımda sizin için “boya oburu” nitelendirmesini yapmıştım.
- Yahu kardeşim bak, sen bir Goya’nın daha az boya sarfettiğini mi sanıyorsun? Hayır! Picasso, adamın sarfettiği boyanın haddi hesabı yok. Git Münih’te onun bir resmi vardır, boyu 2.25’e l.50 falan. Bu kalınlıkta boya var üzerinde. Ve onun yanında ben boya oburu değil, perhiz yapan bir adam olurum. Neden, çünkü adam neticeye gidiyor. Neticeye gitmek için her şey mübahtır.
- En fazla renk kullandığınız tablonuzda bile bir tane kılavuz renk oluyor. Yani tabloyu patlatan, insanı tablonun içersine çeken bir renk, bir leke.
- Öyledir. Resimdeki odak noktaları her zaman resmin ortası veya bir kenarı olmaz. Hiç âlakâsı olmayan taa köşede bir yer olabilir. Mendelson’un keman konçertosu 4-5 yıllık bir çalışma ürünüdür. Ve sadece l9 dakika sürer. Bu iş böyledir. O bir tek fırça için hayatını verirsin. Onu başka kimse boyayamaz. Bu sizin hayatiyet mührünüzdür.
- Yani her tablo bir sonat, bir konçerto, bir senfoni gibi mi?
- Aynen. Şu tabloya bak, farkında mısın? Yepyeni bir renk armonisi. Böyle bir beyaz figür kesinlikle insanın aklına gelmez aslında. Nereden mi geldi? Geldi kardeşim. Bu renk ve desenlerin öyle bir kerede bulunması mümkün değildir. Bu uzun zaman alan bir olay. Yani ne kadar alır, ben bu resme beş ay evvel başladım. Bu resmin, bismillah irticalen olarak yapılacağı düşünülürse, hayır, bu yol kapalı.
- Peki hiç bir solukta bitirdiğiniz tablonuz olmuyor mu?
- Oldu. Herhalde elli kadar resmi öyle yaptım ben. Fakat onlarda bir eksiklik oluyor. Uzun zaman geçtikten sonra keşke üzerinde biraz daha düşünseydim diyorsunuz. Dokunamıyorsunuz çünkü aynı heyecanı gösteremiyorsunuz. Öyle bırakıyorsunuz. Peki, dört dörtlük öyle düşenler yok mu? Bazen oluyor. Ben mesela Ayaz’ın portresini önce 20 dakika çalıştım. Ondan sonra da 25 dakika çalıştım. Ama araya bir ay girdikten sonra. Bir fark olmadı mı, olmadı. Bazen olmuyor.
- Bazı portrelerde hiç göz kullanmıyorsunuz.
- İnsanlar sanırlar ki gözlerini yaparsan eğer o insana benzer. Hiç benzemez. Neden? Siz 200 metre uzaktan bir adamı görüyorsunuz, bu Ahmet diyorsunuz. Gözünü mü görüyorsunuz? Demek ki onun dışında öyle bir genel karakter esansiyeli var ki insanın, siz o esansiyeli yakalayacaksınız. Ben de onu yakalıyorum, anlatabiliyor muyum?
- Orkestrayı soyutladığınız tablolarınız oldu. Bazı tablolarınızda değişik enstrümanları çalan insan desenlerine rastlıyoruz. Müzikli konulara ilginiz nereden kaynaklanıyor?
- Ben kemancıydım. Sen Kadıköylüsün, Ekrem Zeki Ün de Moda’daydı, hocamdı. Yıllar sonra bir gün ziyaretine gittiğimde “Buradan bir Adnan Turani geldi geçti” dediğini hiç unutmam. Ben kemancıydım. Kemanı da seven bir insandım . Dünyanın en güzel âleti. Piyanodan daha enteresan bana göre.
- Kemanı niye bırakmıştınız?
- Şu parmağımda kramp olmaya başladı. Dolayısıyla tril yapamıyorsun. Onun üzerine bıraktım. Ekrem bey nasıl darıldı bana. Beni çok beğenirdi o. İki sene içinde bazılarının on senede yapamayacağını yapmıştım. Hatasız, tertemiz çalardı Ekrem Bey. Verda hanım da piyanoda, birlikte oda müziği yaparlardı. Bach konçertolar çalardık. İki keman için konçertosunu çaldık bir keresinde. Birinci kemanı rahmetli Ekrem Bey, ikincisini ben çalmıştım. Ne güzel eserdir o.
- Turani çizgisi devam etmekle birlikte her geçen yıl bir yenilik yapıyor, değişik bir buluş yakalıyorsunuz resminizde . Bunu sağlamak için ne yapıyorsunuz, araştırmalarınız hangi safhalardan geçiyor?
- Bu çok güzel bir soru. Eğer insan bir şeye alıştıysa onu göremez. Eğer evinizde bir kadına alıştıysanız onu resimde yapamazsınız. Bir çocuğa alıştıysanız onun hareketlerini bile fark etmezsiniz. Ne zaman eve yeni bir insan gelir daha çok gözünüz açılır. Hatta Çin’den bir insan gelip de kapınızı çalsa daha çok şaşırırsınız. Şunu söylemek istiyorum: insana heyecan verici şeyleri sanatçının bulması lazımdır. Ben değişik insanları dâvet ediyorum. Alıştığım insanlar benim hiç dikkatimi çekmezler. Bu heyecanı yaratacak, sizi kışkırtacak nedeni, kişiyi, olayı daima bulmak zorundasınız. Ya gezeceksiniz, değişik şeyler göreceksiniz, bir müzik dinleyeceksiniz. Uyanık bir ruh haline girmek için muhakkak bir şeyler bulmanız lazım. Aksi takdirde yaratıcı olamazsınız. Bu mümkün değil. Mesela, şu yaprağa bakınız, bu yapraktaki yeşil ölü bir yeşildir. Siz ham bir yeşilin ne olduğunu biliyor musunuz? Hiç doğada görülmeyen bir şey.
- Kristalize renkleri tercihiniz nereden kaynaklanıyor?
- Ham bir siyah, ham bir kırmızı, ham bir sarı, resimlerimde var o. Doğada yok. Bunun mantığına varacaksınız. Bir kadının siyah saçlarının, yaşanmış siyah saçlarının simsiyah etkisi siyah tüpten çıkan boyada vardır. Ben enayi miyim tutup o boyayı başka şeyle karıştırayım. Onu öyle kullanıyorum. Mavi, mavinin en güzeli alınır piyasadan. Onu öyle kullanmak için. O güzel maviyi ben şimdi niçin karıştırayım kardeşim! Kırmızı, sen kırmızı deyip geçiyorsun. Ben sana on tane kırmızı sayayım. Ve bu kırmızıların bir tanesini diğer kırmızıları karıştırıp yapamazsınız. Çünkü onun orijinal özelliği öyle. Niçin bozayım , ben o kadar enayi miyim? Zaten doğadaki biçimleri resimsel hale getirmek için doğadan uzaklaşıyorsun. Dolayısıyla o uzaklaştığın biçime doğadan uzak bir rengi getirmek zorundasın. Ne oluyor, ortaya yepyeni bir bahane çıkıyor sana. Bunun içine giriyorsun. Benim yaptığım eller de , ayaklar da , gözler de başkadır, saç mantığı da başkadır. Artık o saç değildir. Sen resme uygun bir boya buluyorsun. O boyanın heyecanı seni alıp götürüyor. İşte büyü burada. İşte coşku burada. Ve bir bakıyorsun ki, bir noktaya geliyorsun ki, aaa, keyif! Hoşuma gidiyor böyle şeyler. Müzikte de öyledir. Si bir yeşil olabilir, bir viyole olabilir, bir kırmızı ya da kırmızıya yakın bir renk olabilir. Efendim do ne olabilir, do bir kahverengi olabilir. Çeşitli alternatifler düşünülebilir.
- Ne gibi?
- Bir resim vardı, onu gösteremedim sana, notalar koydum. Notaların bazılarını kırmızıya, bazılarını maviye boyadım. Şimdi aslında notanın sıcaklığını ve soğukluğunu, tizliğini ve kalınlığını boyalarla pekala yakalayabilirsin. Böyle bir heyecan denemesini niçin yapmayacakmışım? İşte böyle denemelere insan kendini kaptırıverince bir bakıyorsun ortaya yeni bir şey çıkıyor. Bir başka deneme yapıyorsun, bakıyorsun aaa, imkan ne kadar çok! Niçin ben ille hep aynı şeyleri yapacağım? Yani şimdi Van Gogh’un resimlerindeki o çiğ sarılar, çiğ turuncular, çiğ yeşiller, çiğ kırmızılar nereden oraya varıyor? Çünkü kendi içinde yanan ateşi başka türlü ifade edebilmesi mümkün değil. Bizim Zeki Fâik’te de aynı olay var. O da içinin yandığını hissetmiş. Ahmet Haşim’in şiirlerindeki o kor ateşten yanan güller, bülbüller vs. Öyle şey olur mu? Tabii olmaz efendim! Ama sanatçının içinde o kelimeler yanıyor. Bende de yanıyor. Ve o heyecanla boyuyorum., Tam içinin pazarlığına göredir o boya. Bak, beyazın en güzeli. Beyaz da güzel bir şeydir. İnsanın bütün iç temizliğini yansıtan bir beyaz. Getirip de şöyle bir yaydın mı onun tadına insan varabilir mi? O müziktir işte, o beyazın kurumuş nefis yüzeyi üzerinde ham bir yeşil ne güzeldir. Bu neye benzer biliyor musun? Bembeyaz bir tabakta yıkanmış, tertemiz üç tane kiraz. Pırıl, pırıl. Neden beyaz tabak üzerinde bu güzel gözüküyor? Çünkü o beyaz da onun için. Onun için renkleri tanımak insanın bir çeşit kendi iç dünyasındaki yeni dünyaları keşfetmek kadar güzeldir.
- Bir rengi keşfetmek, onun derinliklerine inmek de herhalde yıllar alıyor.
- Yahya Kemal büyük şair, yıllarımız onu terennüm etmekle geçti. Bugün biraz sığ bulduğum da oluyor. Yanlış mı düşünüyorum? Biraz sığca, biraz ölü, biraz akademik kalıyorlar. Mesela Paul Verlaine “Damlar üzerinde gök öyle mavi, öyle sakin” diye başlıyor. Hapiste, parmaklıkların arkasından göğe bakıyor, ama yerdeki çamurlara bakmıyor. O, maviye muhtaç, onun için bakmıyor aşağıdaki çamur rengine. Bu da enteresan bir olay. Şimdi, bizim gençliğimiz sembolistleri okumakla geçti. İşte Rimbaud’yu okuduk, Verlaine’ı okuduk, Baudelaire’i okuduk, Mallarme’yü okuduk. Onların hepsi zeki insanlar. O l9. yüzyılın renklerin keşfedildiği empronisyonistlerden sonra bunlar ortaya çıktılar. Yeni bir dünya keşfettiler. Bu yeni dünya renk dünyası. Çağımızdaki müziğin çığlıklar atarak bağırmasına bence bir tek sebep var, insanların yalın renklere muhtaç oluşu. İnsanlar aç adeta.
- Bu renk açlığı nereden kaynaklanıyor sizce?
- Endüstri dünyasının doğaya kapalı olmasından, insanların evlere hapsedilmesinden ileri geliyor. Doğa yok artık. Etrafımızda bir, iki çiçek ancak evimize alabiliyoruz. Halbuki benim çocukluğumda zambaklar, kasımpatları, şebboylar, karanfiller bahçemizde değil miydi? Yok şimdi öyle bir şey. Renk ihtiyacımızı bahçemizde bile görüyorduk, şimdi bu imkân yok. Onun için bizim o renge ihtiyacımız, boyalara yöneliyor. Dolayısıyla toplumların bu renk ihtiyacını sanatçılar karşılıyor. O kristalize olmuş renkleri bize bulduran endüstriyel toplum yapısıdır. İnsanların her çağa göre yeniden donanması, yeni bir şeyler bulması için akılları var. Biz de aklımızı ve renkleri kullanıyoruz.
- Türkiye’de resim sanatının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Türk resminde bugün Avrupa’daki akımların hemen bütün yansımalarını görebilirsiniz. İstanbul’daki fuarda da bütün yeni Avrupa akımları ile haşır neşir olan bir yığın genç vardı. Artık Batı’da ne varsa burada da var. Bunu niçin söylüyorum, oysa l925’lerde Avrupa’ya gidenler sadece o zamanki akademik kübizmanın yansımalarını Türkiye’ye aktarıyorlardı. Savaştan sonra bile hâla durum aynıydı. Avrupa’da savaş sonrası birçok yeni akımlar ortaya çıkmasına rağmen bunları alamamışlardı. Şimdi ise orada ne varsa, burada aynı şeyi yaşıyorlar. Artık o mentalitelerin, o resim anlayış mantıklarının hepsini bizimkiler okuyorlar . Eskiden çok az kitap giriyordu Türkiye’ye, şimdi daha çok giriyor. Araştırma yapan enstitülerimiz var, üniversitelerimiz var, . Bugün kültür bakımından batıdan aşağı değiliz. Benim kanaatim şudur: Batı kendi yaşantılarını, çağa tepkilerini yapıyor. Biz de çağa tepkilerimizi yapıyoruz. Keyfimiz nasıl istiyorsa o şekilde yapıyoruz. Yani bir çeşit kendi hürriyetimizi ilan etmiş vaziyetteyiz. Ben artık Batı şöyle yapıyor, böyle yapıyor, ben de bunu yapıyorum demiyorum. Ben gönlüm ne istiyorsa onu yapıyorum. Sınırları aşan bir sürü deneyler Türkiye’de de yapılıyor. Sanatçı her şeyi yapıyor.
- Yani ileriye dönük olarak umutlusunuz öyle mi?
- Türkiye’de bence resim sanatının gittiği yol, sanatçıların bu çok yönlülüğü doğrudur. Bunların sonunda Türkiye kendini müdafaa edebilecek ekonomik güce de sahip olabilirse, Türk sanatı dünyada tanınır, yaygınlaşır. Amerika kendi ekonomik gücüne sahip olduğu için Amerikan sanatı bütün dünyada tanınıyor. Vaktiyle Fransa kendi sanatçılarını müdafaa edebilecek ekonomik güce sahip olduğu için yaygınlaşmıştır. Almanya öyle. Eğer biz de ekonomik gücümüzü ispat edersek sanatçılarımızı bütün dünyada rahatlıkla müdafaa edebileceğiz. Onlara layık oldukları tanıtmayı yapabileceğiz. Kanaatim budur.
Şefik KAHRAMANKAPTAN
Ankara, Mart 1997