Londra'da 29 mayıs 2020'de yitirdiğimiz duayen viyola sanatçısı Ruşen Güneş ile yayınlanmak üzere büyük olasılıkla son söyleşiyi geçtiğimiz Nisan ayında, Bakü'de yaşayan soprano Oya Ergün yapmıştı. Ergün, bu söyleşiyi bazı sosyal medya hesaplarında paylaştı ama öğrendik ki, Ruşen Güneş, bu söyleşinin Sanattan Yansımalar'da da yayımlanmasını arzu etmiş. Bu arzuyu şimdi yerine getiriyor ve Ergün'ün söyleşisini, girişiyle birlikte aynen yayınlıyoruz.
***
Türkiye'de klasik müzik dünyası içindeyseniz, Ruşen Güneş ismini mutlaka duymuşsunuzdur. O, sık sık şakalara maruz kalan, mütevazi ama bir o kadar da muhteşem sesli sazın, mütevazi ve muhteşem yorumcusu. Onun muhteşemliği sadece iyi çalgıcı, iyi hoca ya da yakışıklı, karizmatik ve başarılı olmasından değil... Depderin ve her haliye doğal, içten, sevgi dolu ve bir o kadar da duru oluşundan geliyor sanıyorum. Adını tam anlamıyla taşıyan (Ruşen: Parlak, aydın, belli, aşikar), nadide bir sanatçı. Bugüne dek pek çok değerli sanatçıyla röportaj yaptım. Ama rahatlıkla söyleyebilirim ki, onun mesleğine, insanlara, kadınlara, hayvanlara ve güzele olan duyarlılığından yepyeni şeyler öğrendim.
Tanımayanlar için, özgeçmişini kısaca özetliyorum:İlkokulu okuduktan sonra Ankara Devlet Konservatuarı'na girdi. Mezuniyetinin sonrasında ise ilk solo viyola sanatçısı olarak Cumhurbaşkanlığı Devlet Senfoni Orkestrası'na katıldı. Bu görevi sırasında Walton, Hindemith, Bartok gibi bestecilerin viyola konçertolarını ülkemizde ilk seslendirilişlerini gerçekleştirdi. Bir bursla 1963'te İngiltere'ye giden sanatçı, ertesi sene ülkesine döndü. Ancak askerlik sonrası 1971'de İngiltere'ye yerleşti.
İngiliz Oda Orkestrası’nda 4 yıl solo viyola sanatçılığı görevini üstlendikten sonra bu görevi 1979 – 1987 yılları arası Londra Filarmoni Orkestrası'nda ve 1988 – 2000 arası BBCSO'da sürdürmüştür.
Türk bestecileri ile devamlı temasta olan sanatçı, Necil Kazım Akses, Ahmet Adnan Saygun, Cengiz Tanç, Yalçın Tura’nın konçertolarını defalarca çalmış ve Saygun konçertonun Londra Filarmoni ile CD’sini yapmıştır. Ayrıca Borusan için yaptığı sayısız Türk bestecileri ve viyola adlı konserlerde de Usmanbaş, Özdil, Altınel ve Özkalfayan gibi ve diğer birçok bestecimizin eserlerini duyurmuştur.
15 yıl Londra Yaylı Dörtlüsü’nde çalan Güneş, bu grupla İdil Biret’le birlikte, C. Franck Piyano Beşlisi, Mahler Piyano dörtlüsü, gitarcı John Williams ve Boccherini Beşlisi’nin kayıtlarında yer almıştır. Saygun Viyola Konçertosu, Suna Kan ile Mozart Senfoni Konçertant ve Mozart Keman –Viyola düetleri, Hindemith Matem Müziği, Telemann Viyola Konçertosu , Viyola ve Şiir , Türk Bestecileri ve Viyola kaydettiği CD’ler arasındadır.
Sanatçı Yaşar Üniversitesi'nde Profesör kadrosunda Öğretim görevlisi olarak da görev almıştır (2008-2016).
***
Ruşen Güneş'i sizlere daha yakından, insan yanıyla tanıtmak inanıyorum ki, sizin hayatınıza da parlak bir güneş etkisi yapacaktır.
- Benimle söyleşi fikrine evet dediğiniz için size çok teşekkür ederim. Uzun yıllar ülkenizden uzakta yaşıyorsunuz, bu konuda ne söylemek istersiniz?- Ülkenizden ayrı geçen yıllar uzadıkça, özlem dinginleşiyor. İlk Londra'ya geldiğimde Türkiye'ye tatil için değil, ancak konser için gitme kararındaydım. Nitekim, konser için ilk çağrılışım sekiz yıl sonraydı. Saygun konçertonun ilk seslendirilme sebebiyle davet edildim ve Hoffmeister konçertoyu çalmak üzere İzmir'de de bir konser verdim. Orkestra üyelerinin çoğu Ankara Devlet Konservatuarı'ndan arkadaşlarımdı, her biri bir anıyla beni sarmıştı ki, bu güzel anılar, bir eleştirmenin gazetede beni ''Sahnede kendini beğenmiş hallerde'' tanımlamasıyla kirlendi. Ama tanıdığım insanlara ve hele yakın dostlarıma duyduğum 8 yıllık özlem sonradan her yıl Türkiye'ye getirecekti beni...Şimdilerde internet sayesinde özlem gidermek daha az sancılı.- O eleştirmenin yazdıklarından şimdi olsa farklı etkilenir miydiniz?- Evet. O zaman sekiz yıldır hasretle uzaklardaydım, 38 yaşındaydım. Benim halim son derece doğaldı, o eleştirmen bunu hiç anlamamıştı, çünkü anlamasına imkan yoktu. Ben hala ADK çocuğuydum. Şimdi olsa, umurumda olmazdı çünkü benim ne olduğum belli.- Ben sizin sıkı bir takipçiniz olarak, olgunluk çağlarınızdan sık sık gençliğinize baktığınıza şahit oluyorum. Sizinle dertleştiğim zamanlarda da insanlara inanılmaz bir kavrayıcılık ve hoşgörüyle yaklaştığınızı biliyorum. Kendinize karşı da aynı hoşgörüyü gösterebiliyor musunuz?- Kendime çok kızarım. Büyük hatalar yaptım, o hataları yapmasaydım hayatım daha mı güzel olurdu, ondan da emin değilim. Kaçan fırsatlar, düştüğüm çukurlar hep kendime ait. Bunu kabul etmekten daha pratiği yok.- Kendinize çok kızarak haksızlık ediyorsunuz bence. Peki, geçmişi değiştirme şansımız yoksa da, bazen hayat bize telafi şansı veriyor, sizin onarmak, telafi etmek istediğiniz şeyler var mı? - Her hata bana bir şey öğretti, ders aldım mı bilmiyorum ama olanı olduğu gibi kabul ederim. ‘’Keşke’’ en sevmediğim söz, benim lûgatımda yoktur.- Keşkelerin getirisi olmadığından, zekanız sizi belki de geriye değil de ileriye yöneltti. Acaba kendinize duyduğunuz bu kızgınlık, klasik müzikteki o ‘’mükemmeli arama’’ serüveninden kaynaklanıyor olabilir mi? Hep daha iyi, daha güzeli arıyorsunuz bir yorumcu olarak ne de olsa?- Tabii ki. Klasik müzik yapmak için sazınızı adam gibi tutmanız gerekiyor. Sadece sazınızı doğru tutmamak bile büyük problemler ve emniyetsizlik duygusu verir. Bir çalgı dükkanına girseniz, size bin tane çenelik ve yastık gösterirler. Her enstrumancının derdi birbirine benzer çünkü. Notalar, yorum ve diğer şeyler bundan sonra gelir. Sazı tutmak din gibidir derim hep. Yastıkla mı yoksa elinin yardımıyla mı tutacaksın? Tutuşu anlamadan emniyet duygusunu hissetmek imkansızdır.- Benim hocam da (Yıldız Dağdelen) teknik inceliği öğrenmeyi, hekimlerin kalp elektrosu okuyabilmesine benzetirdi. ‘Elektro 50 cm bir ince kağıtçık ama okumak için 6 yıl tıp, üzerine 4 yıl kardiyoloji okumak gerekir, tıpkı şancılar için çenenin serbestliği, kemancılar için keman tutuşu gibi’... Söylediğiniz bana bunu çağrıştırdı. Siz nasıl inandınız peki? Emniyeti hissetmek için adanmışça çalışmış olmalısınız. Nasıl emin hissedebilir bir viyolacı?- Ben, bezden yapılmış bir yastıkla başladım. Yıllar geçtikçe diğer yastıkları denedim. Viyolaya geçince problemler büyüdü. Çünkü asıl sorunun tutuşta olduğunu keşfettim. Amerika'ya gittiğim zaman, viyola tutuşumda bir devrim olmuştu. W. Primrose, kullandığım yastığı aldı ve kilitledi. Sazı tutmak için en büyük rol artık sol eldeydi. Ona inanınca, o gün bu gündür, hiç bir şey kullanmamaya, ikisinin evli olduğuna ve hiç ayrılığı denememeleri gerektiğine elimi ikna ettim. Bu sazı sağ elle paylaşıyorsunuz. Onların evliliğini ne kadar mutlu kılarsanız, kalite o kadar artıyor. Çıkan ses sizin kişiliğiniz oluyor. Öğretirken de öğrencilerime bunu anlatmaya çalıştım. Benim dinime gelin, inanmadan doğru tutmaya imkan yoktur. En uzun meseledir sadece tutma meselesi... Foto: Lütfü Dağtaş- Bu işte hocaya güvenmek şart. Usta-çırak ilişkisi çok incelikli bir iş. Siz nasıl yaşadınız bu evliliği, (sol ve sağ el evliliği) memnun musunuz attığınız imzadan?- Her zaman değil. Bazı günler memnunsun, bazı günler değil. Tıpkı gerçek evlilikler gibi. Her kalkılan sabah aynı değil.- Çalgıcı ve hoca olarak, çok başarılı bir kariyeriniz var. Bugün geldiğiniz noktadan memnun musunuz?- Evet memnunum. Her şeyi yapmama imkan yok. Bazı müzisyenler şefliğe yönelir, kimi başarılı olur, kimi de başka alanlara yönelir. Ben hep çalgıcı oldum. Elimden gelen buydu. Ne fazlasını, ne de azını isterdim. Belki, daha çok hocalık yapabilmek isterdim sanıyorum. - Bu özenilesi kariyer hayatınızda kendinizi harika hissettiğiniz anlar mutlaka vardır, birini bizimle paylaşır mısınız?- Bazı konserlerde gerçekten içimden geldiği gibi çaldığım anlar oldu. Londra’daki orkestralarda çalgıcı çok çalışır, hep yorgun olur. Ama kendimi senin deyiminle ’harika’ hissettiğim anım, ADK yıllarıma ait. Okul orkestrasında son iki yılımda, orkestranın baş kemancılığını yapmıştım. Okulun en güzel enstrumanı da bendeydi. Saint- Seans Dance Macabre'yi çalmıştık. Pek çok keman soloları olan bu eserde, o zamanlar aşık olduğum kız da bizi dinlemeye gelmiş ve provanın sonuna dek gözünü benden ayırmamıştı. Kendimi harika hissetmiştim, o genç Ruşen ve o gün hâla dün gibi aklımdadır. O gün, o anlar, keman sadece bana aitti sanki.- Pek çok viyola konçertosunun ülkemizdeki ilk seslendirilişlerini siz yaptınız. Nasıl bir duygu bir eseri ilk kez seslendirmek?- İlk çalışı yapmak şahane bir zevk. Her şey size kalmış, öncesi yok. Sanki bir sevgiliye kavuşmuşsunuz ve büyük bir dikkatle anlamaya çalışıyorsunuz. Sonra onu başkalarına da anlatmak için, en güzel şekilde süslüyorsunuz. Doğuran besteci hariç kimsenin bilmediği bir şey, sana ait. O saz için o besteci de ilk kez yazmış. Büyük keyif.- Çok çarpıcı. İlk seslendirişlerde besteciler de konserde miydi?- Evet.
- Repertuarı daha kısıtlı olmasına rağmen, neden kemandan viyolaya geçtiniz?- Bu anıyı çok dostum bilir. 1960’da ihtilal olunca Erdek Festivali’ne gittik. Şefimiz, hocamız Hikmet Şimşek’ti. Viyola çalmamı istedi. Önceden dediğim gibi, okulun en iyi kemanı bendeydi. O zaman aşık olduğum kız ise keman çalardı. Yaz boyunca kemanımı ona bıraktım. Döndüğümde kemanı geri vermek istemedi. Ben de, o zaman viyolaya geçerim dedim. Böylece viyolacı oldum.- Yine aşk yüzünden...- Evet, her şey aşk yüzünden oldu, sanırım ben aşka aşığım. Şimdilerde de şiir yazıyorum.- En güzel anıların aşka dair olması da sanatçının kaçınılmazı gibi değil mi?- Öyle. - Yazılarınızda sıklıkla ADK anılarınızı da okuyorum.- ADK benim hayatımın dümeni gibidir. 12 yaşımda girdim ve 21 yaşımda çıktım. Yatılı okuyordum. Bütün ilk gençliğimi, gelişmemi, en güzel anılarımı orada yaşadım. Orada beraber olduğum insanların filmi hala capcanlıdır zihnimde. Her şeyi paylaştık, ağladık, güldük, aşık olduk, ayrıldık, hemen hemen her şeyin ilk tadını aldığım yerdir orası. Orada geçirdiğim 9 yıl bana, sanki Tanrı ''“Sana bir şey vereceğim, hiç bir zaman unutmayacaksın” demiş gibi bir hediyedir.- Sizin müfredatı ve sanat kurumlarının işleyişini düzenleme şansınız olsaydı, neler yapardınız?- Düzenleme şansım olsaydı her çalgıcı için dans ve şarkı söylemeyi şart koşardım. Bize gösterdikleri armoni, form, müzik tarihi, teketek çalgı eğitimlerini de modern metodlarla yapardım. Teketek derslerde hocanın daha çok özgürlüğü olurdu.- Siz bizim konservatuarlarda da hocalık yaptınız. Büyük bir değişim gördünüz mü eğitim sisteminde?- Ben ADK’da sadece askerlik döneminde hocalık yaptım. Birliğimdeki komutan esas hocaydı ama yerine beni gönderirdi. Maaşını alıp ona götürürdüm. Bir konçertonun tamamını çalmak diye bir olay yoktu, sadece bir bölümü çalınırdı. Ezber zorunluluğu yoktu. Bir romanın ilk 38 sayfasını okumak ve gerisini okumamak gibi. Sonra, sistemde çocuk doğasını anlamaktan yoksun yönetim kuralları vardı. Mimar Sinan’da bir, MIAM’da bir ve Yaşar Üniversitesi’nde sekiz yıl hocalık yaptım. Her bir kurumun eğitim sistemi birbirinden farklıydı. - Biraz önce daha çok hocalık yapabilmek isterdim dediniz, ne engel oldu daha çok hocalık yapmanıza?- Üniversitede sekiz yıl hocalık yapmışken, tam tadına varmışken, sekiz yılın ardından birgün diplomanız hocalık için yeterli değil dediler. Hoca olur olmaz bana bir kartvizit basıp, üzerine de Prof. Ruşen Güneş yazmışlardı. - Şaka gibi... Mezun olduğunuz yıllardaki ADK'da 9 yıllık eğitiminizi zaten almıştınız, bu yetmedi mi?- Hayır, YÖK kurallarına göre yetmiyordu. - Çok yazık olmuş. Yine bürokratik kurallar nedeniyle tecrübelerinizden yararlanılamamış. Bir yanda bizim meşhur bestecilerin sizin öğrencilik yıllarında kimselere öğretmemesi, onca yıl sonra, 2000'lerde de öğretmeye istekli bir sanatçıdan, kurallar nedeniyle yararlanamamak... Ne acı bir çelişki.- Evet. Oda müziği hocalığı yapmak isterdim mesela. Okullarda öğretebileceğim, genç meslektaşlarıma aktarabileceğim çok şey bu kurallar nedeniyle içimde kaldı diyebilirim.- Konservatuarda müdür olmayı istediniz mi hiç? Ya da istemediyseniz, bir konservatuar yöneticisi nasıl olmalıydı biraz anlatır mısınız?- Hiç bir zaman rütbeli makamlara çıkmak içimden gelmedi. İçimizde rütbe aşıkları vardı. Sonradan müdür vs oldular. Benim hiç içimden gelmedi. Belki de bürokrasiden nefret ettiğim için.- Özgür ruhlu bir yorumcu olduğunuz için de tabii ki... Ama, özgür ruhlu bir yorumcu olarak, o sıralardan geçmiş bir öğrenci, nasıl bir yöneticiye ihtiyaç duyar sizce?- Sanat kurumunda yöneticilik bambaşka bir çizgi. Yaparak, anlatarak gösteren yöneticiye ihtiyaç duyardım mesela. Kural icad eden, emretmeye çalışan insanlar oluyordu bizde. Mesela, ADK ön bahçesinde havuzlu bir avlu vardı, tenis toplarıyla futbol oynardık. Hiç zararı olmayan bu doğal isteğimizi yasak ettiler. Oynadık diye bir yönetici bizi muavin odasına çeker bir güzel döverdi. Kuralı kendi yaratmış... - Sanat, insanların içindeki kendi sınırlara güzelle ulaşmayı sağlayan bir yol. Ve sanatçı da bu sınırlara özgür bir beyinle ulaşabilir elbette. İçimizdeki bu keşif duygusunu öldüren ve sıkan, otorite aşığı olmamalı yöneticiler diyebilir miyiz? - Mutlaka.- Bu nedenlerle belki de, otorite sanatta hassas bir konu, şeflere ve şef oldukları için kendilerini müziği asıl yapan sananlara, herkesin üzerinde hissedenlere hep göndermeler yapıyorsunuz? - Sanıyorum evet. Hikmet Şimşek’le Samanpazarı Atatürk İlkokulu’nda, haftasonları mandolin derslerine başlamıştık. 20-25 kişiydik. Birden Hacettepe’li 5-6 külhanbeyi, bizi pencereden rahatsız etmeye başladı. Hikmet Ağabey durmalarını söyledi ama aldırmadılar, daha da şiddetlendiler. Bize ‘’Çıkın dışarı’’! dedi, eline nereden bulduysa bir kütük parçası adı ve ‘’Hodri Meydan’’ diyerek başta kendisi ve hepimizi üzerlerine saldı. Külhanbeyleri korkudan kaçıverdiler. Otorite deyince hep o günkü duyguyu hissederim, hücuma hücumla karşılık verme duygusu, otoriteye karşı olmak isterim Hikmet Ağabey gibi.- Etkileyici bir ders vermiş Hikmet Şimşek. Ruhu şad olsun. Sanattaki eğitimcinin, sanatçı adayının iç dünyasını ortaya çıkarmasına rehberlik etmesi gerekmiyor mu? Nasıl olmalı sanat eğitimcisi?- Kesinlikle. Bizde iç dünyayı ortaya çıkarmak gereklidir. Her öğrenci farklıdır. Nasıl çıkaracaksın? Herkesin ayrı bir çalışı, bir stili, bir yöntemi, karakteri var.- Siz kendi içinizde, kendi hocanızı bulabildiniz mi?- Evet ama her zaman değil. Eğer solist olarak sahnede zaman harcarsanız bulmak daha kolay oluyor. Çünkü bulabileceğin yerdesin, evde ya da orkestra içinde istediğin kadar tatmin ol, yeterli olmaz. Orkestrada konumun nerede, yanındaki sandalyede oturan kim, şef ne diyor vb. Solist ya da eşlikçiyle, sonuçta tek başınasınız. Bambaşka bir durum. Sen orkestracı değilsin, ama bildiğin gibi, bizimki ikili rol gibi, hem eşin var hem metresin gibi. - Ben evimde sahne yaptım. Çok emniyetli, tavsiye ederim:)- Kadınlar her konuda bizden daha akıllı:)
- Sahi, siz kadınların, özgürlükleri, özellikleri üzerine çok güzel şeyler söylüyorsunuz. Kızlarınız da var. Dünya neden korkuyor kadından sizce? Siz de korktunuz mu?- Aşık olmaktan korkuyorlar tabii. Ben anneme aşıktım. Onun kocası vardı, anlamaya çalışırdım durumu çocukken. Kadın en önemli varlık, kadın eşliği olmazsa olmaz hayatta. ADK’da herkes sigaralı kahve ortamlarına giderdi, domino, poker vs için. Sanırım o ortamlarda hiç kadın görmediğim için böylesi ortamları hiç sevemedim. Hayatımda çok aşık oldum. Şiirler yazdım, hâla aşığım, yazıyorum. Benim olmak istediğim iç halim aşk durumunu sanırım, çözmüş değilim. Hâla hayallerimde, rüyalarımda baş rol kadınındır.- Anneniz sizin özgürlüklerinize, gelişiminize destek verdi mi? Nasıl bir insandı anneniz?- Annem genç kızken ADK piyano bölümüne girmek istemiş, kapıda sizin başvurunuz yok demişler, mahvolmuş. Ne zaman radyoyu açsa, kızkardeşimle bana ‘’Çocuklar dinleyin, Chopin diyecek şimdi spiker’’ diye Chopin’i beklerdi kulak kesilip... İçinde kalan bu duygularla, çocuklarından birinin müzisyen olmasını çok arzu ederdi. Resimler yapar, çok okur, yazlıkta kırlardan topladığı kır çiçeklerini kilometrelerce öteye taşırdı. Güzele karşı müthiş bir duyarlılığı vardı. Annemin bu hayatta yaşadığı en büyük mutluluklar, benim konser için Türkiye’ye geldiğim zamanlardı sanıyorum. Babam 52 yaşında bu hayata veda etmiş, genç yaşında yalnız kalmıştı. 2000’de Türkiye’ye üç günlüğüne gelmiştim. Sanki beni beklemiş gibi, geldiğimin ikinci günü bu hayata veda etti.- Ruhu şad olsun. Kaç kardeş büyüdünüz, onlar ne iş yaparlardı? Büyük kızkardeşiniz de çok ışıklı bir kadındı.- Evet, yakın zamanda kaybettiğim büyük kızkardeşim müziği denedi ama yapamadı, diğeri de bir yıl ADK’da piyano eğitimi aldı ama bıraktı. Küçük erkek kardeşim resim, müzik ve fotoğrafla ciddi ilgilenen zehir gibi bir çocuk. 80 dönemi de sanat meraklısı olduğundan, solcu diye hapse attılar, işkence gördü.- Ülkemizin acıları... Peki, dünyada müzik olmasaydı hangi mesleği seçerdiniz?- Çocukluğumda futbolcu olmak isterdim. Fenerbahçeli'yim. İstanbul'a, Fenerbahçe Stadı'na gitmiştim. O zamanki Macar antrenör Molnar, genç çocukları deniyordu. Ama bana ilgi göstermedi. Zaten konservatuara girmiştim, futbolumu hep sokaklarda oynadım, öylece içimde kaldı. Şimdi de futbol izlerim ama sesini kısarak. Başkasının gördüğüm şeyi bana anlatmasına gerek yok.- Siz politikaya ilgi duydunuz mu?- Tabii ki duydum. Mustafa Kemal bize bu dünyada politika var diye mesaj verdi. Duymamak imkansız.- Elbette. Hatta ilgi duymak değil, her zaman bilgi edinmek gereken bir konu değil mi? Sizin yaşama sisteminize müdahale edecek kişi, ideoloji ve partiyi seçmek başka nasıl olabilir ki? Sanatçıların politikalara yön verebildiğine inanıyor musunuz? Politikacılar sanatçıları hep kontrol altında tutmak istiyor gibi geliyor bana. Siz ne düşünüyorsunuz?
- Kesinlikle. Bizim ülkemizde sanatçı, hele bugünün dünyasında hemen solcu diye bilinir. Yakın tarihimizde çok politik sanatçı dışlanmış, hapse konulmuş. O nedenle hep söylüyorum, bizim büyük dediğimiz sanatçılarımız ağızlarını açmalı, sanatçılara yapılan haksızlıklara, sanat kurumlarının eleman vs dertlerine ilgi göstermeliler. Bu konuda ben durmadan yazıyorum ama o bilinen isimler söylese, daha çok duyulacak. - Bu kadar ciddi duyarsızlığı neye bağlıyorsunuz?- Kendi çıkarlarını düşünmelerine. Çünkü sahne alıyorlar, seslerini çıkarıp düzeni eleştirmiyorlar. Çaldıkları orkestralar kan ağlıyor, eleman sıkıntısı çekiyor, ilgilenmiyorlar. Sanki onların yeri değilmiş gibi, bir daha davet edilmezlermiş gibi. - O zaman çıkarları için böyle de olsalar, büyük resimde, aslında kendi çıkarlarına da kötü gelmiyor mu sistemin böyle devam etmesi? - Onlar için değil. Çünkü kendi konserlerini zaten yapıyorlar. Kimsenin umrunda olmuyor gerisi. Sesi çıkan bir tek Fazıl Say var benim bildiğim. - O zaman genç nesil, büyük resme bakmayı öğrenmeli diyebilir miyiz? Ya da şöyle sorayım: Sistem bu şekilde gittikçe, sanatı, sanatçıyı ve bu sisteme ses çıkarmayan herkesi yutmayacak mı?- Evet. Devlet bu işten elini çekerse ülkede sanat kurur. Politik bir değişim gerekiyor. Devlet kurumundakiler bu sanatı yabancı görüyor, merak yok. Var olan merakı, Mustafa Kemal’in yaptıklarını siliyor, silmek istiyorlar.- Sanatçılar korkuyorlar sanki. Ama özellikle sanat korkusuzluk gerektirmiyor mu biraz?- Evet. Geçim derdi büyük korku. Büyük sanatçılar zaten maaş alıyor, konser veriyor, umurlarında değil. Devlet kurumları eleman almıyor, sanatçıların serbest çalışacakları özel orkestra, opera ve korolar da mevcut değil. ‘Bu işi sevmedim, şu orkestraya geçeyim’ diye bir seçeneğiniz yok. Örneğin ben buraya geldiğimde Royal Opera Hall’de iki yıl çalıştım, sonra London Mozart Players’da bir yıl daha çalıştım. Ardından beş yıl serbest, sonra altı yıl English Chamber Orchestra, sonra, London Philarmony ve oniki yıl BBCSO ve 75 yaşıma kadar da film müziği kayıtları yaptım. Bizde İstanbul ve biraz da Ankara'da bu sektör var, hepsi o kadar. Asıl mesele, sanata, sanatçıya saygı yok. - Kesinlikle katılıyorum size. Evet... Saygı yok dediğiniz gibi. Şimdi ben sizin cevaplarınızda da, tanıdığım Ruşen Güneş'te de kendi doğasını yaşama cesareti gösterebilen bir sanatçı görüyorum. Sizin dediğiniz gibi, sanatçıya saygı duymak bir kültür. Şimdi bu noktada, sanatçı burada nasıl bir sorumluluk almalı sizce? Bizim ne yapmamız gerekiyor?- Sanat, içinde binbir çeşit çiçeğin açtığı kocaman bir tarla. Renkleri, ömürleri farklı. Yüreğe sihirli bir değnek gibi dokunur sanat. Annemin Anadolu’nun göbeğinde radyodan çıkan Chopin’le aydınlandığı gibi, Didim’deki yaz evinden Ankara’daki eve otlar çubuklar, dallar dikenler taşıyıp duvara asıp süslediği gibi güzelleştirir hayatı.- Yani, hepimiz ama hepimiz güzele hizmet eden birer zerreyiz. Bütünün parçalarıyız ama tekiz. Öyle mi?- Bir tüyüz belki ama işimizi yapmalıyız. Üzerimize düşen sorumluluğu almalı ve haksızlığa karşı olmalıyız.OYA ERGÜN
Nisan 2020