Howard Griffiths bir İngiliz ama o içimizden biri. Bir aşkla 1970’lerde başlayan Türkiye macerası onun aşkı, kaderi, kariyeri kısacası Howard Griffiths’i, Maestro howard griffiths yapan tüm hikâyesinde Türkiye var. Maestro’nun hikayesini ve bugüne kadar hiç paylaşmadıklarını kendi ağzından dinledim ve siz değerli okurlarımız için kaleme aldım.
İşte huzurlarınızda Maestro Howard Griffiths…
Zoom üzerinden de olsa İstanbul’a hoş geldiniz. Küresel salgın sebebiyle sizden uzak kaldık ve sizi çok özledik. Zürih'te durumlar nasıl, pandemi ne durumda?
Ben de İstanbul'u özledim. Türkiye'yi ve İstanbul'u çok seviyorum. Küresel salgının yayılması ve karantinaların başlamasından önceki en son gerçek konserimi İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ile yapmıştım. Ne rastlantıdır ki Çaykovski'nin hüzünlü 6. Senfonisi'ni çalarak veda gibi son konserimizi yapmış olmamız duruma çok uygun olmuş. Zürih'te pandemi önlemlerine dair çok sıkı olmayan bir karantina uygulaması var. Ama konser salonları kapalı ve şu ana kadar hiçbir konsere müsaade edilmiyordu. Şu an için vaka durum sayılar sabit ve pandemi kontrol altında gözüküyor, aşılama iyi ve koordineli bir hızla devam etmekte. Bir hafta önce hafifletilen kısıtlamalar kapsamında 50 kişi ile sınırlı konserler yapılmasına izin çıktı ve mini konserler yapılmaya başlandı lakin bunun sektöre genel anlamda bir etkisi ve faydası yok. Sanırım bu bir başlangıçtı ve İsviçre'de yavaş yavaş konser salonları açılacak ve konserler başlayacak gibi görünüyor.
Sanırım 18 aydır süren belirsizlik Türkiye' de olduğu gibi hâlâ İsviçre'de de devam ediyor. Bu sizin gibi çok aktif bir şef için çok uzun bir süre. Son 18 ayda neler yaptınız?
Birçok kayıt yaptım ve kayıt yapma ve projeleri hazırlama manasında çok verimli geçirdim diyebilirim. Bu kadar çok kayıt yapmaktaki amacım düzenli geliri olmayan serbest çalışan müzisyenlere yardım etmekti, çünkü bu durumdaki müzisyenler son 1 yıldır kötü durumdalar ve yaşam mücadelesi veriyorlar. Bu süreçte bu kayıtların gerçekleştirilmesi için birçok vakıfla iletişim kurarak fon yaratmaya çalıştım. İlk olarak 2019 yazında başladığımız benim yönetimimde "Camerata Schweiz" eşliğinde genç piyanist Melodie Zhao ile 2 CD' den oluşan "Joseph Haydn'ın Tüm Piyano Konçertoları" kayıtlarını gerçekleştirdik ve bu CD 2020 müzik raflarında yerini aldı. Melodie Zhao çok parlak ve yetenekli bir piyanist ve yakında ismini daha sık duyacağınıza inanıyorum.
CD kayıtları ve proje hazırlıkları dışında yeni yazdığım çocuk kitabım olan " Sihirli Karpuz"u bitirdim. Şu an Türkçe edisyonunun bitirilmesi için çalışıyorum, sanırım Eylül gibi Türkçe edisyonu Türkiye'de raflarda yerini almış olur.
Daha sonra sizin yazarlığınız ve çocuk kitaplarınız konusuna döneceğim. Şimdi bize "Howard Griffiths" kimdir anlatır mısınız?
İngiltere'de doğdum. ”Royal Collage of Music “de okudum ve orada Türk olan eşim Semra ile tanıştım. 50 yıldır evliyiz ve beraber hârika yıllar geçirdik. Semra da benim gibi orada viyola eğitimi alıyordu, orada tanıştık ve evlenmeye karar verdik. Evlendikten sonra ben biraz Türkiye'yi tanımak biraz Türkçe öğrenmek için, en fazla bir yıllığına diyerek, Ankara'ya geldik. Ben Ankara Devlet Opera Balesi'nde viyola grup şefi olarak, Semra'da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası' nda viyola grup şefi olarak göreve başladık. Ve o bir sene diye başladığımız macera on sene oldu...
O yıllarda Semra ile çok hareketli bir hayatımız vardı. Orkestralarımız haricinde birlikte "Ankara Oda Orkestrası" nda Gürel Aykal ve Suna Kan ile birlikte çalıyorduk.
Bir gün Gilbert & Sullivan'ın "Penzance Korsanları - Pirates of Penzance" operasını sahneye koymak isteyen amatör bir topluluk bana gelerek bu Angolo-Sakson dünyasında çok beğenilen ve popüler olan operayı yönetmem için şefleri olmamı teklif ettiler. Hayatımda o ana kadar şefliğe ya da şef olmaya dair en ufak bir düşünce dahi yoktu. Daha önce hiç orkestra yönetmemiştim ve nasıl yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu, bu sebeple "ben viyola sanatçısıyım, yönetemem" diyerek tekliflerini geri çevirdim. Bir süre sonra tekrar geldiler. Bu operayı yapmak istediklerini ama yönetecek kimseyi bulamadıklarını ve mümkünse tekliflerini tekrar düşünmemi istediler. Ben de "Peki yöneteyim ama işler ters giderse sorumluluk size aittir" diyerek kabul ettim. Hayatımda ilk defa şef batonunu o zaman elime aldım. Hazırlıklar ve provalardan sonra prömiyerini yaptık ve gerçekten o çok başarılı geçti. Bu amatör şeflik denemem duyulmuş. "British Council" beni burslu olarak şeflik eğitimi almam ve George Hurst ile şeflik çalışmam için İngiltere'ye yolladı. Bu aslında çok sıradışı bir olaydı çünkü normalde British Council yetenekli Türk sanatçıları İngiltere’ye eğitime yollarken Türkiye’den bir İngiliz olan beni yolladılar.
Bu gelişmeyle 1 sene diye başlayan yaklaşık 10 sene süren Türkiye maceramıza bir ara vererek Avrupa’ya taşındık. Sonra eşim Zürih Opera Evi'nden teklif aldı ve Zürih’e taşındık. Ben ilk birkaç yıl opera evinde yarı zamanlı çalışmaya başladım ve serbest şef olarak birçok orkestra yönetmem için davet alıyordum ve tüm Avrupa’da şef olarak çalıştım. Sonrasında 1996 - 2006 arası 10 yıl boyunca "Zürih Oda Orkestrası”nda sanat yönetmeni ve daimî şef olarak çalıştım. Aslında işbirliğimiz daha uzun yıllar misafir şef & kontrolör şef olarak sürdü. Hemen ardından 2006-2007 sezonunda Frankfurt Brandenburg State Orchestra'sında Genel Sanat Yönetmeni olarak çalışmam için teklif aldım ve yaklaşık 11 yıl orkestranın daimî şeflik görevini yürüttüm. 2018'den beri sürdürdüğüm serbest olarak şeflik kariyerimin yanı sıra hem Zürih merkezli genç müzisyenlere destek amaçlı faaliyet gösteren "Orpheum Vakfı" nda Thomas Pfiffner ile birlikte çalışıyorum hem de İsviçre’de bulunan ve senede 10 proje üreten "Cameratta Schweiz" oda orkestranın sanat yönetmenliğini yürütmekteyim.
O zaman hayatınız da Türkiye bir dönüm noktası oldu ve ilk defa şef sıfatıyla podyuma adımı Türkiye' de attınız. Yıl kaçtı acaba?
Evet kesinlikle hayatımın dönüm noktasıydı ve ilk amatör de olsa şeflik tecrübemi Ankara' da sanırım 1976 yılında yaşadım. O dönemler Ankara Halkevi Orkestrası vardı onlara da şeflik yapmıştım. O zamanlar Ankara'da sadece iki profesyonel orkestra vardı. Biri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası diğeri de Ankara Devlet Opera Orkestrası idi. İstanbul'da sadece yarı amatör yarı profesyonel olan İstanbul Belediye Orkestrası vardı. Şimdi Türkiye'de birçok profesyonel orkestra, hârika müzisyenler var. O zamandan günümüze Türk klasik müziğinin gelişimine tanıklık etmek ve elimden geldiğince destek vermek benim için hârikaydı diyebilirim.
Cumhuriyet tarihinde Paul Hindemith'ten sonra Türkiye'de klasik müziğin gelişmesi için en çok destek veren yabancı müzik insanlarından birisiniz.
Bu iltifatınız için çok teşekkür ederim. Türkiye'yi ve insanlarını çok seviyorum. Yetenekli bir genç Türk müzisyen gördüğümde ona yardım edebilmek için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. Avrupa'da sayısız orkestra ile birçok Türk bestecisinin icrasını gerçekleştirdim. Özellikle A. Adnan Saygun’un ve çağdaşlarının eserlerini çaldırmanın yanı sıra Fazıl Say gibi genç Türk bestecilerinin de eserlerine yer vermekteyim. Sadece Türk eserlerinin çalınmasını değil birçok genç sanatçının Avrupa'da önemli konser salonlarında dünyanın en iyi orkestraları ile konser vermelerini ve o orkestralar ile CD kaydı yapmalarına olanak sağladım.
Biliyoruz ki klasik müziğin merkezi olan Avrupa'da (Almanya ve Avusturya) bir Türk klasik müzik sanatçısı olarak var olmak, boy göstermek çok zor. Onlara birilerinin Avrupa'da yol açıp destek olması neden bu kadar önemli?
Evet gerçekten bu çok doğru bir tespit. Genç sanatçılara Türkiye'den Avrupa’ya özellikle Avusturya ve Almanya'ya bir köprü oluşturmak gerçekten zor. Ama bunu hak ettiğine inandığım o kadar çok Türk genç müzisyen var ki. Bu sebeple bu sanatçıların var olabilmesi için elimizden gelenin en iyisini yapmak zorundayız. Onların Avrupa klasik müzik camiasında hem kendi isimlerini hem de Türkiye'nin adını duyurmaları açısından çok önemli. Bir de bu gençlerin Avrupa'da kazandıkları tecrübeyi ülkelerine getirmeleri solistlik haricinde orkestraların da gelişmelerinde katkıları büyük olmaktadır. Bu konuda çok aktif olan benim gibi gençlere destek veren Pekinel Kardeşler var. Aynı zamanda Fazıl Say da Avrupa'da genç müzisyenlere çok destek oluyor. Çünkü Fazıl bunun önemini en iyi bilenlerden biri.
Fazıl Say ile yakın bir dostluğunuz ve geçmişe dayanan bir ilişkiniz var, anlatır mısınız?
Yıl sanırım 1997 yılı idi. Fazıl İsviçre'ye ilk konser vermek için gelmiş. Ve ben dahil onu İsviçre'de hiç kimse tanımıyordu. Bir arkadaşım "bir Türk genci (Fazıl Say) bu akşam konser veriyormuş" diye bana haber vermişti. O ana kadar Fazıl ismini hiç duymadığımı sanıyordum ve merakla akşam konsere gittim. Gerçekten onun o geceki performansına hayran kaldım. Konser bitiminde derhal tebrik için kulise yanına gittim. Ve daha ilk tanıştığımız anda ona İsviçre Oda Orkestrası ile konserler vermek isteyip istemeyeceğini sordum. Fazıl o zamandan beri İsviçre Oda Orkestrası ile yaklaşık 50 konser verdi. İlerleyen dostluğumuzla, Fazıl ile birçok farklı projede birlikte çalıştık. O konserde muhteşem bir Türk müzisyeni ile tanışmıştım şimdi o artık dünyaca ünlü bir sanatçı.
Yukarıda Fazıl'ın hiç ismini duymadığını sanıyordum demiştim ya, işin aslı hafızamı biraz yoklayınca aslında onun tanışıklığımın şahsen olmasa da çok çok eskilere dayandığını hatırlamıştım. Evet çok eskiye ben Ankara Oda Müziği Orkestrası ile çaldığım döneme dayanıyordu. Ünlü Türk müzisyeni Mithat Fenmen bir provamıza ziyarete gelmişti. Sohbetimiz esnasında müthiş yetenekli küçük bir çocuğa ders verdiğinden, onun gelecekte muhteşem bir piyanist ve müzisyen olacağından bahsediyordu. İşte o çocuk Fazıl Say'dı. Bu olaydan çok yıllar sonra o çok yetenekli çocuğun kendisi Fazıl Say ile İsviçre'de o konser kulisinde yüz yüze tanıştım.
Profesyonel şeflik eğitiminize George Hurst gibi bir duayenle başladınız, peki örnek aldığınız ya da idolünüz olan başka şef var mıydı?
İdol diyemem ama o dönemlerde çok sevdiğim ve beğendiğim şefler vardı. Özellikle Mariss Jansons'ın Rus eserleri yönetmesini, Zubin Mehta’nın yönetirkenki el hareketlerini (vuruş ve vurgularını) izlemek çok keyifliydi.
Şimdiye kadar ki sohbetimizde Türkiye'ye olan sevgi ve bağınızdan bahsettik. Bu konudan biraz daha söz etmenizi rica edeceğim çünkü bu sizin için bir iş değil içten gelen eşinize olan sevginizle bağdaşmış sevgi.
Bugüne kadar özellikle İDSO ile aramızda oluşan bağ sayesinde onları düzenli olarak her sene yönetmenin yanı sıra Bilkent Senfoni Orkestrası, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, Bursa Devlet Senfoni Orkestrası yani kısacası Türkiye'de bulunan devlet orkestralarını en az bir kez dahi olsa yönettim ve her biri ile ilişkimi ve işbirliğim sürdürmekteyim. Türkiye'de sadece devlet orkestralarını değil Akbank Oda Orkestrası, Millî Reasürans Oda Orkestrası, BİFO gibi birçok özel orkestralar ile de çalışma şansım oldu. Bunun güzel olan yanı, bu Türk orkestralarının öğrenmeye ve gelişmeye açık olduğunun çok güzel bir göstergesiydi. Bütün bu orkestralar ile beraber gerçekleştirdiğimiz konserlerimiz her zaman provalardan çok daha güzel ve başarılı şekilde gerçekleşmiştir. Çünkü o provalarda gösterdiğim her şeyi konserlerde mükemmel bir şekilde uygulamışlardır.
Çünkü birlikte çalışarak onlara deneyimlerimi aktararak, ve tabii ki de onların öğrenmeye konsantre olmalarıyla hârika konserleri hayata geçirdik. Türk orkestraları ile geçirdiğim sürelerden her zaman büyük keyif aldım. Türk orkestraları ile çalışmak benim hayatımın ayrılmaz bir parçası diyebilirim. Ve geçmişten bugün her sene mutlaka belli bir zaman dilimini Türkiye'ye ve Türk orkestraları ile çalışmaya ayırmaktayım.
Bu arada Türkiye'yi tanıtmak adına Alman Uluslararası Gençlik Orkestrası ile Berlin Filarmoni konser salonunda gerçekleştirdiğimiz çok özel bir konserden bahsetmek istiyorum. Bu konseri herşeyi ile benzersiz kılan şey, Osmanlı dönem müziği, Ahmet Adnan Saygun ve Ferit Tüzün gibi Türk bestecilerini eserlerinin, Mozart'ın eserleriyle harmanlandığı bir konser olmasıydı. Konserin özelliği de Türk vurmalı sazlarını orkestrasyonun içine yerleştirilmesi inanılmaz bir etki yarattı. Bu projede Almanya'da yaşayan otantik vurmalı saz eğitmeni Murat Çoşkun ile çalıştık. Kendisi orkestrada başka enstrüman çalan çocuklarla Osmanlı vurmalı sazları çalmayı öğretti ve kemençenin de katılımı ile sergilediği tiyatral performans inanılmazdı. Herkese bu performansı seyretmesini tavsiye ederim.
https://www.youtube.com/watch?v=KFqGQIYsgdI
Berlin Filarmoni konser salonunu dolduran Alman klasik müzik dinleyicilerine Türk müziği ve ezgilerinin genç Alman müzisyenlerle tanıtmamız muhteşem olmuştu.
Maestro, peki neden çocuklar ve gençler sizin için bu kadar önemli?
Her daim zamanımın bir bölümünü klasik müziği çocuklara ve gençlere tanıtmaya ayırdım, bu öncelikli görevim oldu. Çünkü 5-6 yaşlarındaki çocuklara klasik müziği tanıtmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. O yaşta klasik müziğin tohumlarını onların genç beyinlerine yerleştirirseniz ilerleyen yaşlarında onları klasik müziğin bir alanında eğitime yönlendirme, ya da en kötü ihtimalle onları birer klasik müzik dinleyicisi olmalarına yönelik temellerini atmış olursunuz. Bunu kendimden örnek vererek açıklayayım. Benim çocukluğumda televizyonumuz yoktu, bu sebeple ebeveynlerim beni her hafta düzenli bir şekilde halk kütüphanesine götürürlerdi. Her gittiğimde kütüphaneden kitap ödünç alır devamlı okurdum. Küçük yaşta edindiğim bu kitap okuma alışkanlığı bugün hâlâ artarak sürmekte. Bulduğum her türlü kitabı ayırmaksızın okumaktayım. Bu küçük yaşta alışkanlık edinip bir hayat felsefesine sahip olmak için tohumların erken atılmasına güzel bir örnek. Her günümün belli bir zaman dilimini kitap okumaya ayırıyorum. Bu örnekten yola çıkarsak çocuklara ne kadar erken klasik müziği tanıtır ve müzik sevgisini aşılarsak bu onların hayatlarında vazgeçmeyecekleri bir alışkanlık, bir tutku olacaktır. Bu noktada klasik müzik benzersiz ve bambaşka bir dünya. İsterseniz bu müzik hakkında okumak olsun, isterseniz bir enstrüman çalmak olsun, ya da klasik müzik dinlemek olsun insanda her zaman farklı bir duyguya sebep olur. Bu yönüyle benzersizdir. Klasik müzik olumlu anlamda bir terapi, ruhu iyileştirici özelliği ile insan ruhuna hitap etmesi yönünden benzersizdir.
O halde çocuklar ve onlar için yaptıklarınızdan bahsetmeye devam edelim. Şu ana kadar üç tanesi Türkçeye çevrilmiş, çocuklara klasik müziği tanıtan ve sevdiren dört kitap yazdınız. Bunlardan bahseder misiniz?
Evet, şimdiye kadar çocuk konserleri yapmanın yanı sıra orkestra ve klasik müziği tanıtmak ve çocuklara sevdirmek için üç tanesi Türkçe olarak da yayınlanmış ve sonuncusunu henüz bitirdiğim 4 kitabım var. İlk yazdığım kitabım orkestrayı tanıtan “Cadı ile Maestro” ikinci kitabım “Orkestra Fareleri “ ve üçüncü kitabım “Uçan Orkestra” idi. Ve son kitabım da “Sihirli Karpuz”. Bu ilk üç kitabımı bir üçleme olarak yazmıştım. Birinci kitap enstrümanları tanıtıyordu, ikinci kitap notaları tanıtıyordu, üçüncü kitap ise bestecileri tanıtıyordu. Son kitabım ise "Sihirli Karpuz"...
Maestro neden karpuz?
Açıkçası geçen yaz bu kitabı bitirdiğimde ona ne isim vereceğimi bulamıyordum. Malum yaz ayı ve eşim Semra çok sevdiği için durmadan karpuz yiyordu. Karpuz ordan geliyor biraz da mistisizm katmak için sihirli kelimesini ekledik ve karşınızda "Sihirli Karpuz"...
Buradaki sihirli karpuz karakteri benim hikâyemi anlatmamdaki aracım oldu. Kitabımda özelikle yabancı çocuklar için çok ilginç enstrümanlara ve kişilere yer verdim. Ünlü darbuka virtüözü Burhan Öcal'ı ve Türk enstrümanları kânun ve de ney'i anlattım. Amacım İpekyolu üzerinde yer alan üç farklı kültürde ortak olan enstrümanları yabancı çocuklara tanıtmış olduk. Buna bir nevi ipek yolu üzerinde müzik ve enstrümanlar üzerinden yapılan seyahatin hikâyesi diyebiliriz. Bu kitapların bir özelliği de çocukların okumalarının yanı sıra her kitap için özel hazırlanmış bir CD ile birlikte satılması. Kitapların dinlenebilir olması çocukların bir anlatıcının aktardığı hikâyeyi bir senfoni orkestra tarafından çalınan ses ve müziklerini duyma şansını da veriyor. Ve çocuklar yönelik her kitap için konserler düzenliyorum. Çocuklar okuyor, dinliyor ve konserlerde bize katılarak interaktif bir şekilde bu müzikal hikâyeye dahil oluyorlar. Geçmişte bu üç kitabım için düzenlediğim konserlerde binlerce çocukla buluşma fırsatım oldu ve bu hârikaydı. Bu yeni kitabımın ilk konseri de küresel salgın hayatımızdan çıktıktan sonra ilk İstanbul da gerçekleştirmeyi planlıyorum.
“Sihirli Karpuz” kitabının tanıtımını buradan izleyebilirsiniz:
https://www.youtube.com/watch?v=GcY8Ik9VwQ4
Gençler ve çocuklardan bahsetmeye devam edelim, Bize Orpheum Vakfı'ndan ve sanat yönetmeni olarak gençler için yaptıklarınızdan bahseder misiniz?
Orpheum Vakfı dünyanın her yerinden yetenekli sanatçıları destekleyen, dünyaca ünlü Zubin Mehta, David Zinman gibi şeflerle, Berlin Concert House Orkestrası, Floransa Orkestrası, Tonhale Orkestrası, Viyana Radyo Orkestrası gibi çok iyi ve profesyonel orkestralar ile konser yapma ve ve CD kaydı yapma şansı sunan bir müzik vakfı. Vakıf kariyer yapmanın ilk basamağında olan 20-30 yaş arasında seçtiği, profesyonel kariyerlerini solist ya da oda müziği alanında devam ettirecek genç yeteneklere bu yukarıda bahsettiğimiz imkânları sunmakta.
Burda amaç genç sanatçılarla çok deneyimli şef ve orkestralar bir araya getirerek birlikte çalarken bu tecrübeyi yaşamalarının yanı sıra onları eğitmek ve tekniklerini geliştirmelerinde yardımcı olmayı ve bu yönde onlara tavsiyeler vermekteyiz. Ve bu sağlanan imkânlar genç sanatçılar için gerçekten çok büyük bir fırsat ve ayrıcalık. İşin CD kaydı yapma kısmına gelirsek bu genç yetenekler için tamamen konser vermekten çok daha farklı ve zorlayıcı bir deneyim. Çünkü bir kayıt asla bir konser gibi değildir, konser iyisi- kötüsüyle verilir ve biter. Ama bir CD kaydı istisnasız mükemmel olmak zorundadır. Bu sebeple o hedeflenen mükemmel kayda oluşana kadar durmaksızın tekrar ve tekrar edilerek genç sanatçı en mükemmel performansı sergilemek için çalışılır. Bu sebeple bir CD kaydı genç yetenek için bir konserden çok daha zorlayıcı, dikkat ve performans gerektiren bir süreçtir. Bunun sebebini en basit "kimse içinde hatalar olan bir kaydı dinlemek istemez" olarak açıklayabiliriz. Bu çok zorlu bir deneyim sürecini genç sanatçının erken yaşta edinmesi onun ileriki profesyonel kariyerinde çok büyük fayda sağlayacak bir deneyimdir.
Vakıf olarak destek vereceğiniz gençleri hangi kriterler doğrultusunda seçiyorsunuz?
Birçok seçme ve bulma yolumuz var. Birincisi bizim ne yaptığımız hakkında bilgisi olan genç sanatçılar bizimle iletişim kuruyorlar. İkincisi iş birliği yaptığımız Daniel Barenboim gibi ünlü sanatçılar bize bilgi sahibi oldukları ya da keşfettikleri gençler hakkında tavsiyelerde bulunuyorlar. Bunların haricinde ben bir dedektif gibi genç yetenek araştırmaları yapıyorum. Konserlere gidiyorum, genç yeteneklere dair yazıları ve bu yönde yazan yazarları takip ediyorum. Bazen sanatçı menajerliği yapan firmalardan tavsiye alıyorum. Hatta YouTube'da sörf yaparak genç sanatçıların yükledikleri kayıtları dinliyorum. Açıkçası bir müzik Sherlock Holmes'u gibi çalışıp yetenek dedektifliği yapıyorum diyebiliriz.
Peki maestro Howard Griffiths nasıl çocuk kitabı yazarı oldu?
Açıkçası yazarlığa başlamam yine Türkiye’de oldu. Kasım ayında düzenlenen Antalya Piyano Festivali'nden Fazıl'ın bir piyano konçertosunu yönetmem için davet almıştım. Konser öncesi, prova arasında boş bir günüm vardı. Antalya'da "Su Otel"de kalıyordum. Ve ne şans ki tek serbest günümde bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Mecburen günümü otelde geçirmek durumundaydım. Su otelin şöyle bir özelliği var her şey ve her yer "beyaz" hatta fazla beyazdı, adeta sanatoryumdasınız. Yapacak bir şeyim de olmadığında yatağın ortasına oturdum ve hali hazırda yıllardır kafamda olan çocuklara kitap yazma projemi kağıda dökmeye başladım. Ve 5 saat aralıksız yazmamın sonunda ilk çocuk kitabım olan "Cadı ile Maestro" "nun ana taslağını bitirmiştim. Yazdıklarımın gerçek bir kitap haline getirilmesi 3-4 ay aldı.
Aslında çok uzun yıllardır çocuk konserleri yaptığım için çocuklara dair bir kitap yazma düşüncesi her daim kafamda mevcuttu. Bu düşüncemi açtığım dostlarım gerçekleştirdiğim bu çocuk konserlerini içten gelen bir doğallıkla yaptığımı lakin kitap yazmanın çok daha farklı ve kitap yazarken içten gelen doğallığı yazıya dökmenin çok zor olduğunu söylüyorlardı. Açıkçası bu olumsuz fikirler beni kitap yazma hayalimden bir süre de olsa uzak tuttu. Ta ki o yağmurlu günde, o sanatoryumvari gibi otel odasında tek başıma kalana kadar. İlk kitabımı Türkiye'de, Antalya'da yazmış oldum. Tabii ki yazdıklarımın açıkçası bir kitap olarak değer görüp görmeyeceği konusunda emin değildim.. Zürih'e döndüğümde bu yazdıklarımı tanıdığım bir kitap yayıncısına götürdüm. Hikâyeyi okur okumaz tarifi caizse üstüne atladılar diyebilirim, çünkü hikâyeyi muhteşem bulmuşlardı. Daha ilk kitabımı henüz teslim etmişken "kesinlikle bu senin son kitabın olmamalı! Orkestra ve müzik ile ilgili yazmaya devam etmelisin" diyerek beni ikinci kitabımı yazmaya teşvik ettiler. İlk kitabım yayınlandı ve çok büyük ilgi gördü. "Maestro ve Cadı" kitabım için dünyanın farklı yerlerinde, Türkiye de dahil olmak üzere 50 konser gerçekleştirdim.
Çocuklar sizi seviyor Maestro !
Bu açıkçası karşılıklı bir şey. Biz sadece bu konserlerimizde çocuklara sadece müziği sunmuyoruz. Onların da bizimle birlikte katılımcı olmalarını ve bize eşlik etmelerini, katılmalarını istiyoruz. Bu ortaya çıkan çift taraflı sinerji çok önemli.
Karşılıklı etkileşimden bahsetmişken sizce bir şefin görevi metafiziksel mi yoksa fiziksel midir?
Açıkçası her ikisi de. Bir şef her daim fiziksel olarak tam kondisyonda olmalıdır. Bu çok önemlidir. Ama öte yandan Strauss gibi şefler var ki hiç beden dilini kullanmadan küçük el hareketleri ile; bir fortissimmo'yu (çok kuvvetli) düşününüz ki pianissimmo (çok hafif) nüanslarıyla orkestraya aktarsın. Şöyle bir anekdot vardır: Strauss genç bir şefin yönettiği bir konsere katılır ve konser bitiminde genç şefin odasına gider. Şef onu ayakta karşılar ama Strauss beklenmedik bir hareketle elini şefin koltuk altına sokar, şefin koltuk altı sırılsıklamdır. Strauss yüzünü büzüştürerek "kötü şeflik, kötü şeflik" der... Çünkü kendisi hiçbir zaman terlemez ve terleyecek kadar bedenini kullanmanın iyi bir şeflik olmadığını savunurmuş. Tabii ki bu her ne kadar gerçeği yansıtmasa da bir anekdot olarak anlatılmaktadır. Bu bağlamda bir şefin fiziksel olarak da bedeniyle orkestraya hâkim olması gerekmektedir. Ama iyi şefliğin temelinde yatan gerçek; son derece iyi hazırlanmış ön çalışma, bilgi, deneyim ve yöneteceği esere her açıdan hâkim olması gerekir. İyi bir şef eserin geçmişini, bestecinin eseri yazdığı dönemdeki ruh halini ve o dönemin gerçeklerini, notalarında vermek istediği mesaj ve duygunun ne olduğunu çok iyi bilmek zorundadır. Mesela ben Mozart'ın 40 konçertosunu önümüzdeki 3 yıl içinde genç artistlerle Arte televizyonu için kayıt altına alacağım. Bu noktada bu konçertoların hepsini hali hazırda bilmeme rağmen bu kayıtlar öncesinde eserleri tekrardan analiz ederek Mozart’ın bu eserleri bestelerkenki ruh halini ve dönemin etkilerini tekrardan zihnimde oluşturarak kendimi ruhen kayda hazırlayacağım. Mesela haftaya Mozart’ın "K459 Piyano Konçertosu fa Major No 19" nu kaydedeceğiz. Bu eseri Mozart biliyorsunuz ki askerî ritimde yazmıştır. Mozart bunu birçok eserinde ana tema olarak kullanmıştır. Şef bu gibi temel bilgileri diğer derinlemesine yaptığı araştırmaları kafasında bütünleştirerek ve nasıl çaldıracağının kafasında provasını yaparak kendisini mental anlamda hazırlamış bir şekilde orkestranın karşısına çıkmış olur. Böylece bu birikiminizi beden dilinizle eserin sahip olduğu notalara yazılmış ya da yazılmamış tüm nüansları en iyi şekilde orkestranıza aktarabilirsiniz. Bu nokta da siz orkestranız karşısında bir bir şef, bir öğretmen, bir psikolog ve bir güdüleyici olmalısınız ki onlardan almak istediğiniz en iyi sonuca ulaşabilesiniz. Bu açıkçası her şefin kolaylıkla yerine getirebileceği bir zanaat değildir. İşte bu bizim işimizin en önemli noktası budur. Yani dışarıdan göründüğü gibi bizim işimiz orkestranın önüne geçip elimizi kolumuzu sallamak değildir.
Yukarıda orkestra şefinin sahip olması gereken özellikler ve niteliklerden bahsettiniz. Bu bağlamda bir şef nasıl olmalıdır?
Bu bence bizim mesleğimizde nasıl olduğumuz veya bizi sevip sevmeyecekleri bir öncelik konusu değildir. Zaten bir orkestranın yarısı sizi seviyorsa bu hârikadır ve işiniz daha kolaylaşır. Yukarıdaki soruda cevapladığım özelliklere zaten sahipseniz ve çalacağınız eserin gereklerine hakimseniz, onları motive edebiliyorsanız ve sonucunda istediğinizi orkestradan alabiliyorsanız bu yeterlidir. Ama şu var ki çok fazla bilgi sahibiyseniz ve orkestranın karşısına geçip, çok fazla konuşursanız orkestralar bundan hoşlanmazlar. Konuşmak yerine kendinizi kısa ve doğru şekilde sadece terimler kullanarak orkestrayı yönlendirirseniz ve sadece gerektiğinde neden bu nüansı kullandığınızı gerektiği kadar açıklarsanız bu mükemmel bir iletişim olur. Mesela ben orkestrayı yönetirken bazen yaylılarda yukarı aşağı yay çekmeleri gerekirken onlara tuhaf gelecek şekilde sadece aşağı yay çekmelerini isterim ve o noktada neden böyle çalmalarını istediğimi mantıklı bir şekilde açıklarım. O zaman onlarla bir diktatör gibi yapmalarını emretmek yerine bir fikir birliğine varırız. Bir şef olarak verimli bir neticeye ulaşmak için iyi bir atmosfer yaratmak zorundasınız. Eskiden Toscanini gibi diktatör şefler orkestraları korku ile yönetirlerdi. Bir orkestra düşünün ki direkt şefe bakmaya cesaret edemesin... Ama bu günümüzde hükmü olmayan ve kesinlikle sizin işinizi zorlaştıracak geçersiz bir yöntemdir. Şef müzisyenlerle arasında iş birliği oluşturmak zorunda ve karşılıklı birbirine saygı tesis etmekle yükümlüdür. İşte bu şekilde hârika bir performansa imza atabilirsiniz.
Bize bir şefin nasıl olması gerektiğini hârika bir şekilde ifade ettiniz...
Genç şef ve şef adayları için ilk defa bir orkestra ile çalışmalarında bu gerçekten onlar için çok zordur. Çünkü genç bir şef olarak onların karşısına geçtiğinizde, orkestra bunu anlar ve hisseder. Onun için orkestra karşısında deneyim çok önemlidir. Ben ilk beş dakikada orkestra ile güzel bir hafta mı, zorlu bir hafta mı geçireceğimizi anlarım. Orkestra ile şefin kimyasının uyuşması çok önemlidir. Bu genç şefler için zorlayıcıdır. Bu sebeple genç şeflerin eseri iyi tanımalarının yanı sıra çalışacakları müzisyenleri çok iyi analiz edip tanımaları da gerekir. Bu sebeple genç şeflerin deneyimli şefleri gözlemlemelerini ve orkestra üzerindeki etkiyi analiz etmeyi tavsiye ediyorum. Bu şef olma yolunda ilk adımlarını atan genç adaylar için gerçekten çok önem arzetmektedir çünkü bu deneyimi edinmek sizin yıllarınızı alacaktır. Bunu örneklendirmem gerekirse bir şef kırmızı şaraba benzer yıllandıkça güzelleşir.
Yukarıda ifade ettiniz, 5 dakikada orkestra ile haftanızın nasıl geçeceğini öngörebiliyorsunuz. Peki baktınız haftanız zor geçeceğe benziyor. Bunu değiştirmek için ne yapıyorsunuz?
Bunun için benim basit ve güzel formüllerim var. Her zaman ortamı yumuşatıp, sıcaklaştıracak cebinizde birkaç anektodunuz, anlatacak hikâyeleriniz olmalıdır. Çünkü siz orkestralarla prova yaparken onlardan en iyi sonucu almak için onların sınırlarını zorluyor olacaksınız. Limitlerine kadar zorlayıcı olmak, doğal olarak yorgunluk, gerginlik ve stres demektedir. Bu her an patlamaya hazır bir bombayla oynamaya benzer. Bu sebeple gerilen sinirlerin gevşemesi ortamın yumuşaması için onları güldürüp gevşetecek bir şey anlatıp söylediğinizde işler kolaylaşır. Bu talepkarlığınızı zorlayıcılığınızla değil uzlaşmacı ve olumlu yaklaşımla lehinize döndürebilirsiniz. Ortam patlamaya hazır iken işte o anda ben bir şaka yapıp hikâye anlatmaya başladım mı o stresli ortamdan eser kalmaz. Ve kaldığımız yerden hemen çalışmaya devam ederim. Bu her zaman mükemmel işleyen bir yöntemdir. İşte bu işimizin psikolojik yönünü ortaya koyan çok güzel bir örnektir. Çünkü grup dinamiklerine hitap ediyorsunuz. Bu üstünde çalışılması gereken çok önemli bir husustur. Biliyorum ki bazı şefler sırf bunun üzerine araştırmalar yapıp eğitimler almaktadır. Çünkü bir orkestra toplumu temsil eden bir yapıdır her çeşit insanın karakterini ve düşünceyi temsil eden bireyleri barındırmaktadır ve hepsini aynı şekilde güdülemek, hükmedebilmek ve yönetebilmek aynen bir ülkeyi yönetmek gibidir.
Bu noktada vücut dili bir şefin orkestraya yönetiminde önemli bir faktör müdür?
Vücut dili orkestra karşısında kullanmanız gereken kesinlikle ve kesinlikle çok önemli bir araçtır. Hatta bu sizin orkestranın önünden yürüyerek geçeceğiniz ilk andan itibaren başlayan bir etkidir. Derler ki "prova için sahnedeki podyuma çıkıp, durup günaydın demeniz, orkestranın sizin hakkınızda karara varacağı andır" . Orkestra bu birkaç dakika içerisinde "bu şef bize özel bir şeyler verecek mi, o mu bizi yönetecek yoksa biz mi onu yöneteceğiz" bu birkaç dakika içinde kararını verir. Siz zamanla ve tecrübeyle bu yargıyı yönetme konusunda tecrübe kazanırsınız. Bu aynen yukarıda anlattığım kırmızı şarap hikâyesi gibidir. İlk defa çalışacağınız bir orkestra ile çok iyi bildiğiniz ama onların ilk defa çalacakları bir eseri çalışacaksanız bu şef için bir meydan okuma olacaktır çünkü sonucun ne olacağını önceden kestirmeniz kesinlikle mümkün değildir. Bu noktada beden dilinizle otoritenizi sağlar bilginizle saygı kazanır, uzlaşmacı pozitif yaklaşımınızla istediğinizi alırsınız.
Siz dışarıdan çok sempatik ve cana yakın gözüküyorsunuz, bu bir şef için avantaj mıdır?
Gerçekten pozitif olmak çok önemli bu sadece bir orkestra ile olan ilişkinizde değil tüm hayatınızda ilişkileriniz için de önem arz eden bir husustur. Özel hayatınızda bile sokakta yürürken biriyle karşılaştığınızda ona gülümseyerek bir merhaba demekle gülümsemeden merhaba demek arasında çok büyük fark vardır. Bu sizin ilişkinizde nasıl ilerleyeceğinizin temel noktasını oluşturur. Bu orkestra ile yürüteceğiniz ilişkilerde de de aynıdır. İlk orkestranın karşısına çıkıp onlara içten bir "merhaba" deyip, enerjinizi onlara yollamanız, işlerin lehinize olumlu gitmesinin anahtarı olacaktır. Tabii bazen bu yanlış algılanabiliyor. Sizin orkestranın karşısına çıkıp gülümsemeniz sizin ciddi biri olmadığınız ya da işinizi ciddi yapmadığınız anlamına gelmez. Yapacağınız şefliği bir paket olarak düşünürsek içtenlikle gülümsemek bu paketin sadece bir parçasıdır. Orkestra ile kuracağınız ilişkilerinizde samimiyeti ve ilişkiyi kişiselleştirmeden kurmak çok önemlidir. Eğer bir müzisyeni, orkestranın önünde çalmasını onu göstererek eleştirirseniz, bu iyi bir şey değildir. Deneyimli bir şef bunu kişiselleştirmek ve bir kişiyi işaret etmek yerine gruba genelleyerek hitap ederse, ulaşmak istediği performansa daha kolay ulaşır. Buradaki anahtar olan şey genellediğinizde, örnek vermem gerekirse "birinci kemanlara çok hızlısınız/ yavaşsınız, kötü çalıyorsunuz, eve gidin çalışın" dediğinizde 14 kemancının hiçbiri bu eleştiriyi kişisel olarak algılamaz ve “bana değil yanımdakine söylüyor” olarak düşünür. Bu psikolojik olarak çok hileli bir yaklaşımdır, siz istediğinizi ifade edersiniz, bunu herkes anlar ama şahsı ile bağdaştırmaz. Bu hitabet böylece sizin işinizi çözer. Ama siz eleştirinizi şahsileştirerek“ 1. Obua yanlış çaldın /yavaş kaldın “ derseniz bu sorun yaratır. Ama bu bir solo parti olduğu için ve muhatabınız obua ise bunu ona farklı şekilde kırmadan ve onu utandırmadan yumuşatarak anlamasını sağlamanız daha doğrudur. Bunu gülümseyerek şaka yollu ifade etmeniz sorunu çözer. Ben bir orkestrayı yönetirken bütün sanatçıların ismini tek tek bilmeme rağmen kesinlikle ifade etmek istediğim şeyi hiçbirinin ismini telaffuz etmeden, kişileştirmeden söylerim. Yine obuadan örnek verelim; eğer birinci obua Ahmet ise, Ahmet hızlısın yavaşsın yerine 1. Obua azıcık yavaşlar mısın lütfen demek çok daha etkilidir ve işinizi çözer. Böylece işiniz mutlu mesut bir şekilde kolaylaşır.
Bize bir şefin sahip olması gereken özellik ve incelikleri çok güzel anlattınız. Peki bir şefte olmaması gereken şey nedir?
Açıkçası sahip olmamız gereken özellik ve inceliklerden çok daha fazlası olmamamız gereken şeyler için sıralanabilir. Özellikle ben bir orkestrada viyola sanatçısı olarak çaldığım yıllarda çalıştığım tüm şeflerden çok şey öğrendim. Gerçekten çok şanslı olduğumu söyleyebilirim çok ünlü Sergeiu Celibidache, Nicolas Harnoncourt, Horst Stein gibi birçok ünlü şefle çalışma fırsatı yakaladım. Ve bunların çoğu gerçekten ilham verici şeflerdir. Çok şey öğrendiğim ve muhteşem bir şef olan Bernard Haitink de onlardan biridir. Benim açımdan kötü tecrübeler de olsa, bugünkü şeflik kariyerimde nasıl olmamam gerektiğini bana öğreten kötü şeflerle de çalıştım. Bugünkü kariyerimde olumlu ve de olumsuz tüm tecrübelerimin bana çok faydası dokundu. Kötü bir şef yönetiminin orkestra üzerinde bıraktığı negatif etkilerini bizzat tecrübe ettim ve “ben asla bunları yapmayacağım” tarzında notları hafızama yerleştirdim. Agresif bir şefin devamlı nota sehpasına vurmasının ne kadar negatif bir etki yarattığına bizzat şahit oldum. Size "en iyi şeflerin hep orkestralarda sanatçı olarak çalmış kişilerden çıktığını" rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü onlar bizzat orkestranın nasıl bir şef istediğini bizzat yaşayıp tecrübe etmişlerdir.
2019 sizin CD kayıtları anlamında en verimli yıllarınızdan biriydi. Ve bu kayıtlarınızdan bir tanesini genç Türk klarnet sanatçısı Ecesu Sertesen ile gerçekleştirdiniz. Bu kayıt ve Ecesu hakkında neler söylemek istersiniz?
Gerçekten çok muhteşem bir kayıt oldu. Zaten amacımız Ecesu gibi genç yeteneklerin böyle dünya çapında profesyonel kayıtlar yaparak sohbetimizde bahsettiğim gibi mükemmel bir CD kaydının nasıl zorlu ve öğretici olduğu konusunda deneyim kazanmalarını sağlamaktı. Ecesu'nun da bu gerçekleştirilen kayıtta hem mükemmeliyet anlamında, hem de deneyim anlamında bizle çok şey öğrendiğine inanıyorum. Zaten bu projelerin arkasındaki amaç genç yeteneklerin mükemmel orkestralarla ve şeflerle bu kayıtları gerçekleştirmeleridir. Kayıt yapma deneyimini bu orkestralarla deneyimlemeleridir. Ecesu bir kaydın ne kadar mükemmeliyetçi olmak zorunda olduğunu tekrar ve de tekrar çalarak deneyimlediğinde adet şok olmuştu. Çünkü her çaldığında bir öncekinden çok daha iyi bir performans ortaya koyduğunu bizzat yaşayarak öğrendi. Bu Ecesu için bir meydan okuma idi. Benim Ecesu'nun böyle bir kayıt yapması gerektiğine inancım tamdı ve sonucu mükemmel oldu. Hepimiz için mükemmel bir deneyim oldu. https://www.discogs.com/Max-Bruch-Oliver-Schnyder-Julia-Kociuban-Ecesu-Sertesen-Kyoungmin-Park-Berfin-Aksu-ORF-Vienna-Radio-/release/1684017
2019 yılında bir başka hârika CD'ye imza attınız. Say’ın "Haremde 1001 Gece"sini genç keman virtüozü Iskandar Widjaja ile gerçekleştirdiniz. Iskandar ile geçmişte yaptığımız bir röportajımızda kariyerinde hiç Türk usulünde bestelenmiş bir Türk bestecinin eserini çalmadığını ifade etmişti. Bize Fazıl ile Iskandar'ı nasıl bir araya getirdiğinizi ve yaşadığınız kayıt sürecini anlatır mısınız? https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/osman-enfiyecizade/iskandar-widjaja-ile-haremde-1001-gece/2343/?
Geçmişte Iskandar ile "Orpheum Vakfı" projesinde çalışma fırsatım olmuştu. Iskandar'ın Zürih Tonhalle konser salonunda Zubin Mehta yönetiminde "Orchestra della Maggio Musicale Fiorentino" eşliğinde "Max Bruch Keman Konçertosu" nu çaldığı hârika bir konserini gerçekleştirmiştik. Iskandar'ı tanıyordum ve bence bu kayıt için en doğru tercihti. Iskandar'ın çoklu etnik kökene sahip olması, bana onun bu eseri çalacak en doğru kişi olduğuna inanmamı sağladı. Ama ona bu Türk bestecisi ve Türk usulünde bestenmiş eseri çalması teklifiyle gittiğimizde başta çok endişelendi. Ona sakin olmasını ve Fazıl'la tanıştıracağımı ve Fazıl’ın ona yardımcı olacağını söyledim. Fazıl ile Iskandar bu esere beraber çalıştılar ve sonuç hârika oldu. Kayıttan önce Iskandar ile birlikte bu eseri İspanya'da ve Almanya’da konserlerini gerçekleştirdik ve sonrasında kaydını yaptık. Çok başarılı bir kayıt oldu. Şunu söylemeliyim ki her zaman yabancı orkestralar için Türk eserlerini çalmak aksak ritimlerden dolayı gerçekten çok zorlayıcı olmuştur. Klasik batı müziği eğitimi almış bir yabancı müzisyen için 11/8, 9/8 gibi aksak ritimler zorlayıcı olmaktadır. Bir Avrupa orkestrasının çaldığı 9/8 ile Türk orkestrasının çaldığı 9/8 tamamen farklıdır ve aksak ritmi kavramaları çok zordur. Çünkü Avrupa orkestraları sonda hızlanan üçlemeyi bir türlü kavrayıp ritmi tutturamazlar. Bir Avrupa orkestrasının buna alışıp öğrenmesi zaman alır. Ama bir kere öğrendiler mi bunu her zaman başarırlar.
Başınıza bu aksak ritimle alakalı ilginç bir olay geldi mi?
Fazıl’ın bu keman konçertosunu 2012 yılında solist Patricia Kopatchinskaja “Brandenburg State Orchestra" eşliğinde Frankfurt konser salonunda çalacaktı. Provalarımızı ve tüm hazırlıklarımızı tamamlamıştık. Konsere bir gün kala Kopatchinskaja'nın rahatsızlanması sonucu solistsiz kalmıştık. Eser aksak, yabancılar çalamaz. Kim çalar kimi bulabiliriz derken 14 yaşındaki Türk genç yetenek Berfin Aksu bir günde konsere hazırlanıp sahneye çıktı. Yaşı ve bir günde hazırlanması göz önüne alındığında mükemmel bir performans gerçekleştirdi. Brandenburg Şehir Orkestrası benim orkestram olduğu için onlar aksak ritimle çalmayı çok iyi biliyorlardı ve Berfin'e hârika ayak uydurdular.
Türk bestecilerin eserlerini yabancı orkestralara tanıştırdığınızda nasıl tepkilerle karşılaşıyorsunuz, anlatır mısınız?
Şunu açıklıkla söyleyebilirim ki Türk müziği ve Türk bestecileri Avrupa orkestraları için keşfedilmemiş yeni bir kıta diyebiliriz çünkü daha öncesinde hiç bilmedikleri tanımadıkları ve çalmadıkları eser ve besteciler. Mesela ben şu an iki tane genç Türk besteci ve eserleri ile ilgileniyorum. Şu an isimlerini vermeyeceğim ama onlarla çalışmak ve onların eserlerini yurt dışında tanıtmak ve onlara bu konuda yardımcı olmak istiyorum. Ne zaman olacağını bilmiyorum daha yeni iletişim kurmaya başladık ama umarım ki en kısa zamanda gerçekleştireceğiz. Çünkü geçmişi ve mevcudu tanıtmanın haricinde gelecek nesil Türk bestecilerinin de de tanıtılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Şunu söylemeliyim ki Ahmet Adnan Saygun müthiş bir besteci ama Avrupa’da maalesef tanınmıyor. Bu bence utanç verici çünkü gerçekten müthiş bir besteci olduğunu düşünüyorum. Onun müziğinin gerçekten tanıtılması ve bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Ben şahsen bu konuda elimden gelen her şeyi yapıyorum. Ama buradaki en büyük handikap bestecinin orkestrasyonu meselesi. Çok kalın bir orkestrasyon yazmış ya da solistler için yazdığı piyano konçertoları, keman konçertoları ve çello konçertolarında solisti için çok yüksek seste eserler yazmış. Bu eserlerin günümüzde çalınabilmesi için günümüz şartlarına uygunlaştırılması gerekmekte. Ben bir şef olarak bu eserlerde ayarlamalar yaparak bu yüksek yazılan partisyonları daha aşağı seslere çekiyorum. Bazen de çok geniş orkestralar için eser yazmış, herhalde o sesi duymak istiyordu. Eğer gereken ayarlamaları yaparsınız ve Saygun’un yazdığı bu eserleri yumuşak tonda çaldırabilirseniz tam bir sihir yarattığını söyleyebilirim. Çünkü eserin içinde barındırdığı o cevheri yumuşak tonda çaldırdığınızda o sihir ortaya çıkıyor. Saygun’un inanılmaz güzellikte eserleri var ama maalesef bir Bartók kadar bilinmiyor. Mesela Ferit Tüzün de o Türk müziğinin nüanslarını klasik müziğe taşıyabilen bestecilerden biri ve onun da bazı eserleri inanılmaz güzel. Tabii ki Cemal Reşit Rey'den bahsetmeden olmaz o ama maalesef bunların hiçbiri bilinmiyor. Ama geçmişteki Türk bestecileri tanıtmakta çok yol kat edememiş olsak da günümüz ve gelecek jenerasyonda daha başarılı olacağımıza inanıyorum. Örnek olarak Fazıl Say bugün Avrupa’da herkes tarafından tanınan bir Türk besteci. Mesela Fazıl’ın İstanbul Senfonisini dünya prömiyerini ilk ben hr-Sinfonie Orchestra ile yaptım, çok büyük bir başarı kazandı ve başka birçok yerde çalındı. Ben Kuzey Almanya’da çıktığım konser turnesinde birçok Kuzey Almanya şehrinde bu eseri çaldırdım çünkü Fazıl’ın eserlerinin dinleyici ile bir bağ kurduğuna ve ayrıca Almanya’da yaşayan Türkler ile bambaşka bir bağ kurduğunu kendim bizzat tecrübe ettim.
Peki Türk bestecileri eserlerinin notalarını orkestranın önüne koyduğunuzda nasıl bir tepki alıyorsunuz?
Kesinlikle çok olumlu olduğu söyleyebilirim. Mesela Rusya'da ben birçok kez Saygun eseri çaldırdım. Bu konserin bir tanesini Moskova’da "I MUSICI" ile gerçekleştirmiştim ve tek kelime tüm seyirciler bayıldığı muhteşem bir konser olmuştu. Saygun’un Rus'ların ruhuna hitap eden eserler yazdığını orada kendi gözlerimle görüp deneyimledim. Bir keresinde Saygun'un "Senfoni No 1" ni Çaykovski Orkestrası ile çalmıştık. İnsanlar bestecinin kim olduğunu ne çalacağımızı bilmeden akın akın geldiler ve bu konseri defalarca tekrar ettik ve inanın her konserde salon ağzına kadar dolmuştu. Şunu da ifade etmeliyim ki Rus halkı repertuvar konusunda çok açık görüşlü ve yeniliğe açık bir toplum. Bu konserlerimde Saygun ile aralarında çok ortak nokta olduğunu keşfettiler. Ama aynı şeyi Alman dinleyiciler için söylemem mümkün değil, dinleyicinin besteciye ve esere alışmaları için zaman vermek zorundasınız. Geçmişte 9 sene boyunca Brandenburg Orkestrası ile 300 kişiyi kapsayan gençlik ve çocuk eğitimi projesi gerçekleştirmiştim. Bu projelerden bir tanesine "Ritüel" adını vermiştik. Projenin teması "doğum yaşam, ölüm ve reenkarnasyon" ritüelini anlattığını düşündüğümüz bir repertuvara sahipti. Mesela ölüm temasını müzikle ifade ederken Sufi müziğini kullanmıştık ve ney eşliğinde çocuk koromuza şarkıları Türkçe söyletmiştik. Aynı anda sahnede seçtiğimiz 18 yaşındaki gençler sufi müziği eşliğinde bir derviş gibi sahnede derviş gibi dönmeyi öğretecek bir eğitmen bulmuştuk ve semazen gösterisi yapmışlardı. İnanılmaz büyülü bir gösteriydi tüylerim o zaman izlerken de diken diken olmuştu, şimdi anlatırken de aynı hisleri yaşıyorum. Düşünün ki bu gençler Alman, Türk müziği çalıyor, Türkçe söylüyor, hatta semazen yapıyorlar... Bu onlar için gerçekten çok zordu ama bunu büyük bir başarı ile gerçekleştirdiler. Bu programın "hayat" teması içinde evliliği betimlemek için Ulvi Cemal Erkin'in "Köçekçe" sini kullanmıştım. Ve en sonunda da ölüm temasının ardından "reenkarnasyon" temasında hayata geri dönüşü betimlemek için Ravel'in "Bolero" sunu kullanmıştık. Burada Bolero'nun yükselen müziği, gitgide ışığa yükselmekle özleştirmiştik. Biz bunu 300 tane çocuk ve gençle gerçekleştirip başardık.
Bu muhteşem projeyi buradan izleyebilirsiniz:
https://www.youtube.com/watch?v=hGR0igQktKU
Şunu söyleyebilirim ki Türkiye’de yaşamış olmak Türkiye’yi özümsemek ve bir parçası olmak benim için çok büyük ayrıcalık. Bu sayede değerli Türk bestecilerini ve Türk kültürünün sahip olduğu müzik türlerini ve müzisyenleri tanıma ayrıcalığına sahip oldum. Bu ayrıcalık sayesinde sahip olduğum bilgi birikimim ışığında projeler olarak hayata geçirme şansına sahip oldum. Bu benim için inanılmaz bir deneyimdi. Mesela bu süreç içinde darbuka virtüözü Burhan Öcal'ı tanıma fırsatım oldu. Burhan Öcal'ın yazdığı birçok darbuka bestesini senfoni orkestrası ile birlikte çaldırma fırsatı yakaladım. Her şey benim için Türkiye’den başlayan hârika bir müzikal yolculuk oldu.
Türk klasik müziği Avrupa'da gerçekten bizim düşündüğümüz ya da zannettiğimiz yerde mi?
Yıl 2021 ve bugün hâlâ ben Avrupa’da insanlara Türkiye’de orkestralar, konservatuvarlar var dediğimde şaşırıyorlar. Tabii ki İdil Biret, Fazıl Say gibi bazı Türk sanatçılar bu önyargıyı kırmak için bir ilerleme kaydettiler ve her ikisi de imza attıkları işlerle dünya çapında biliniyorlar. Ama konu orkestralar ve orkestraların yaptıklarına gelince yok denecek kadar az bilinirlik söz konusu. Bunun aşmanın tek yolu orkestraları yurt dışına çıkartmanız ve onları tanıtmanızdan geçiyor. Şunu rahatlıkla söylemeliyim ki son yıllarda Türkiye'de orkestralar büyük ilerleme kaydettiler. Artık orkestralarda sağlam temelli yetişen birçok genç yetenekli sanatçılar yer almakta. Dünyanın her yerinde teknik olarak yeni jenerasyon eski jenerasyona göre çok daha iyiler. Dünyanın her yerinde müzik alanında eğitim kalitesi daha gelişti. Ve eğitimin kalitesinin artmasıyla aleni bir yarış ortaya çıktı. Bugün dünyada bir konservatuara girmek bile artık eskisi kadar kolay değil. Düşününki sayılı orkestrada bir sanatçı olarak yer almak için sahip olmanız gereken meziyetler artık çok üst sınırlarda. Artık bir orkestraya girmek konservatuara girmekten çok ama çok daha zor. Bir orkestra ya da konservatuvar düşünün ki alabilecekleri kişi sayısı 5-10 iken buraya 100-200 kişi başvurmakta ve böylece başvuranlar arasından en iyinin de iyisini almak için çok zorlu elemeler yapıyorlar. Bu konservatuvardan başlayan rekabetçi seçim sonucunda orkestralar standartlarını en yukarı taşıyorlar. Geçtiğimiz yıllarda Zürih Tonhalle Orkestrası'nda çello için bir pozisyon açılmıştı ve inanın dünya genelinden 300 kişi başvurmuştu... Tonhalle başvuran 300 sanatçıyı sadece özgeçmişlerine bakarak 50 kişiye düşürdü.
50 kişiden çok az sayıda sanatçı elemeye davet edildi ve sadece bir kişi orkestraya alındı. Bu doğal olarak orkestralarda kalitenin yükselmesi yönünde pozitif bir etki, ama aynı zamanda sanatçılar için de çok zor bir durum. Artık orkestraların bu seçimleri yaparken çok fazla seçme imkânları bulunuyor. Çok geniş bir tabanda yetişmiş çok farklı sanatçı mevcut ve bunların arasında sadece en iyileri alıyorlar. Bu söylediklerimin aynısı Türkiye için de geçerli. Türkiye’deki konservatuarların eğitim kalitesi her geçen gün artıyor. Otomatikman katılan yeni nesil sanatçılarla birlikte orkestranın kalitesi de paralelle olarak artmakta. Yabancı orkestralarda çalmış ya da hâlâ çalan çok yetenekli Türk sanatçılar var. Örneğin benim eşim Semra Zürih Senfoni Orkestrası'nda, rahmetli Ruşen Güneş BBC ve Londra Filarmoni'de olduğu gibi birçok Türk sanatçı Avrupa’da müthiş kariyerler yaptı. Ve Türkiye de şu an çok iyi sanatçılar yetiştiğini düşünüyorum. Ve bu gençler yavaş yavaş orkestraların içinde yer alıyorlar ve bu genç kanların katılımıyla orkestralar gelişiyor.
Şu an anlattıklarınızdan Türkiye'nin klasik müzikte Avrupa'da yer alabilecek kaliteye doğru ilerlediğini ama katetmesi gereken daha yolu olduğunu anlıyoruz. Peki sadece bu yeterli mi? Kendimiz tanıtmak için PR yapılması gerekliliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle bunun yapılması gerektiğini ve çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bence her anlamda Türkiye klasik müziğine dair doğru ve amaca ulaşan PR yapılmalı. Yapılan doğru ve sürdürülebilir PR'lar mükemmel eser kayıtları ve mükemmel konser turneleri ile desteklenmeli. Ancak bu şekilde Avrupa klasik müzik camiasının dikkatinin çekilebileceğini düşünüyorum. Avrupa'da adınızı duyuracak bir CD yapacaksanız bunun planlanması ve hazırlıkları istisnasız en üst kalitede olmalı. Bu CD'nin tanıtımı için Avrupa’da orkestranızla tura çıktığında insanlar "aaa biz bu orkestrayı neden bilmiyoruz" diye merak uyandırıp dikkatleri çekilmeli. Ve tabii ki üst ligde oynayacaksanız orkestranın her bir bireyi mükemmel olmalı. Bunu şimdiye kadar Türkiye’de yapmaya çalışan özel orkestra oldu ama onlar "özel orkestralar". En büyük handikap bu orkestrada çalan insanlar tam zamanlı ve kadrolu o orkestranın müzisyenleri değil. Bu orkestralar hali hazırda devlet orkestralarının (DSO & DOB orkestraları) kadrolu, maaşlı sanatçıları. Demek oluyor ki Avrupa'da sizi tanıtacak orkestralar düzene ve sürekliliğe sahip "devlet orkestraları" olmalıdır. Devlet orkestraları bunun gerçek olması için gereklerini her anlamda yerine getirdiklerinde Avrupa’da çıkıp çalıp muazzam bir etki yaratabilirler.
Orkestraların giderek artan kalitelerinden bahsetmişken önümüzde klasik müzik camiasına hızla hâkim olacağı öngörülen bir Çin gerçeği var. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Öncelikle Çinlilerin klasik müzikle ilgileniyor olmaları muhteşem bir şey. Onlar da aynı Türkler gibi, klasik müzik onların müziği değil. Türkiye'den örnek vermek gerekirse sizin Türk halk müziğiniz, Türk klasik ve sanat müziğiniz ve birçok başka müzik türünüz var. Halk doğal ve yaygın olarak bunları dinlemekte ve bu Çin’de de aynı şekilde geçerli. Klasik müzik Çinliler için yepyeni bir alan ve yavaş yavaş muhteşem işlere imza atıyorlar. Geçmişte ben de hem orkestralarım ile, hem şef olarak davet edilerek birçok kez Çin'de bulundum. Bir anımı aktarmak isterim. Bir seferinde bundan yaklaşık 7-8 sene önce Çin'in içlerinde yer alan Kunming şehrinde bir konser vermiştim. Yakınlarda gene şehirlerinde konser vermem için davet edildim. Gittiğimde ben 7 sene önce gördüğüm şehri yerinde bulamadım. 7 sene içinde tüm şehir yıkılıp yeni baştan inşa edilmiş ve tamamen yepyeni bir şehir merkezi yaratmışlardı. Bu Çin’in ne kadar hızlı geliştiğine şahsen tanık olduğum güzel bir örnek. Bu değişim hızı müzik için de geçerli. Geçmişte bir Çin orkestrası ile yaptığım ortak çalışmada o zamanki gözlemlerim, yaylıların hiç fena olmadığı ama üflemeliler için aynı şeyin geçerli olmadığı idi. Gerçekten bir orkestra olmaları için ciddi yardıma ihtiyaçları vardı. Ve bu zaman içinde çok hızlı değişti. Çin hem bireysel hem de orkestra anlamında inanılmaz yıldızlar çıkartıyor. Mesela şu an Çin’de 20 yaşında benim Orpheum Vakfı'na almak istediğim müthiş bir korno sanatçısı var. Daha yeni Çaykovski yarışmasını kazandı. Bu Çinlilerin geldiğinin güzel bir göstergesi ve gelişiyorlar.
Madem durum böyle, Çin'de şu an eğitim gören bir milyon piyano öğrencisi haberine istinaden, önümüzdeki yıllarda klasik müzik piyasasında bir sürü Lang Lang mı göreceğiz?
Bunu bilemeyiz... Çünkü virtüözlük teknik ve bilginin ötesinde yetişen sanatçının kişiliği gibi birçok farklı etkene bağlı. Bildiğiniz üzere ben dünyanın heryerinden birçok yetenekli genç piyanistle çalışmaktayım. Demek ki sadece Çin’de değil dünyanın her yerinde yetişen birçok piyanist mevcut. Ve bunu bir piramit olarak düşünün, tabanda yetişen birçok piyanist olsa da zirveye ulaşabilecek çok az yetenek olabilecek. Lang Lang, Fazıl Say, Martha Argerich... Bunlar çok özel sanatçılar ve onlar özel kişilikleri yaptıkları müziklerine yansımakta. Onlar yaptıkları müziklerinde dinlenesi birşeyler olduğunu her zaman ortaya koyabilmekteler. Demek ki Çin’de yetişen 1 milyon piyanistten çıkacak özel sanatçılar olup olmayacağını bize ancak zaman gösterecek.
Neden insanlar klasik müziği gözlerinde büyütüyorlar ve uzak duruyorlar. Sizce bunun temelinde ne yatmakta?
Bunu sohbetimizin başında da ifade etmiştim. Klasik müzik çocukluk yaşlarda aşılanması gereken bir olgu ve temeli çok erken yaşlarda atılmalı. O yaşlarda tohumları attığınızda bütün hayatları boyunca o alışkanlık onlarla beraber devam etmekte. Şu bir gerçek ki ön yargı sebebiyle insanlar klasik müzik konserlerine gitmekten korkuyorlar. Çünkü klasik müziğe dair salon adabını, nerede alkışlayacağını, nasıl davranılması gerektiğini, konser ritüelleri bilmiyor olmaları sebebiyle gözlerinde büyütüp korkuyorlar. Bu noktada bunu geri döndürmek gerçekten zor. Bugün Zürih’te bile Tonhalle konser salonuna ilk defa 50 yaşında giden insanlar mevcut. İnan ki bu insanların konser salonuna gitmeleri, bir tapınağa ayak basmalarıyla eş değer bir eylem. Onlar için tamamen yepyeni ve bilmedikleri bir dünya. Bizim bu algıyı ve engelleri kesinlikle aşmamız lazım. Madem bu sebeple insanlar bize, konserlerimize gelmiyorlar, biz onlara ulaşabileceğimiz yerlerde, onların ilgilerini çekebilecek konserler yapmaya çalışıyoruz. Bunun için tamamen yeni konser formatları düşünmemiz, tasarlamamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü klasik müziği yaymak istiyorsak; evet muhteşem konser salonlarında Mahler, Bruckner, Şoştakoviç ve Stravinski gibi bestecilerin eserlerini mükemmel bir şekilde çalmak bu işin bir yanı. Ama diğer bir yandan toplumun geneline ve en önemlisi temelini oluşturan çocuklara ulaşabilmek için onların orkestra ile etkileşime girebilecekleri, sadece dinleyici olarak değil bizzat çocukların da çalabileceği interaktif konserler düzenleyerek veya insanların orkestra ile birlikte toplumun her kesiminden ve yaştan insanın şarkı söyleyebilecekleri etkinlikler düzenlemek bunun bir yolu. Geçtiğimiz yıl Zürih gölü yakınında yaşadığım kasabada bir orkestrasyonlu herkese açık bir konser projesi gerçekleştirdim. Kasabamızdaki küçük kilisede bir araya gelip Haendel söyleyecektik. Biz bu projeyi 30-40 kişi ile yapmayı öngörmüştük. Fakat katılmak isteyenler 120 kişiye ulaştığında durmak zorunda kaldık çünkü kilisemiz küçüktü daha fazlasını alamazdı. Bu gelen insanların hiçbiri hayatlarında şarkı, hele ki Haendel söylememişti. Bu insanlarla 3 ay boyunca çalıştık ve 3 ayın sonunda konserimizi gerçekleştirdik. Tek kelimeyle inanılmaz ve benim açımdan çok duygusal bir konserdi. Bu örnek yapılabilir olduğunun bir göstergesi ve her yaştan insanı klasik müziğin parçası haline getirmek mümkün. Bunu konser seyircisi anlamında yaygınlaştırmak istiyorsanız orkestraları salonların dışına çıkarmanız farklı alanlarda, parklarda, tren garlarında, şehir merkezlerinde alışveriş merkezlerinde kısacası insanlarla buluşabileceğiniz farklı her noktada konserler yapabilirsiniz ve özellikle gençlere yönelik konserler göz önüne alınmalıdır. Kısacası insanlar size gelmiyorsa, siz insanlara gitmelisiniz. Bunu illa büyük bir orkestra ile değil her formda orkestra ile yapabilirsiniz. Bunları hayata geçirmek için ufkumuzu genişletmeliyiz.
Peki, insanların 30-40'lı yaşlarda klasik müziğe başlamaları gerçekten zor mu?
Kesinlikle çok zor bir şey değil. Bir kere klasik müzikle aranızdaki engeli yıktığınızda gerisi kendiliğinden gelişmekte, yeter ki ilk adımı atın. Herkesin hiç klasik müzik bilgisi olmaksızın klasik müziğe ilgi duyup severek dinleyeceğine inanıyorum. Tabii ki çeşitli aşamaları var, buna Mahler ile başlayamazsınız. Açıkçası klasik müziğe Mahler veya benzerleriyle başlamak klasik müziğe yeni başlayan biri için zorlayıcı olacaktır. Ama herkesin kulağına aşina olan Mozart’ın "Küçük Bir Gece Müziği" veya Vivaldi'nin "Mevsimleri" ya da Beethoven'ın " 5. Senfonisi" gibi eserler, başlamak size klasik müziğin kapılarını açıp geçmeniz için hârika eserler. Bunlarla başladıklarında. zaman içinde klasik müzik bilgi ve algılarını geliştireceklerdir. Yani öncelikle yapılması gereken tek şey dinlemek... Günümüz koşullarında insanların klasik müziğe rahatlıkla ulaşabilecekleri sınırsız olanaklar mevcut. İsterlerse sürekli klasik yayını yapan bir radyodan, isterlerse CD ya da LP satın alarak ya da günümüz en popüler müzik dinleme aracı olan dijital müzik platformları sayesinde klasik müziğe ulaşmaları çok kolay, yeter ki dinlemek istesinler.
Peki sizin Sihirli Karpuz alsa sizi geçmişe götürse, hangi besteci veya şefle tanışmak, konuşmak isterdiniz ve ona ne sorardınız?
Kesinlikle Haydn ile tanışmak isterdim. Çünkü Haydn klasik müzik tarihinde çok önemli ve ona yön veren bir karakter. Malumunuz Haydn senfonileri geliştirdi ve klasik müzik dünyasında senfoninin babası olarak bilinir. Besteci tam 104 tane gerçekten çok yaratıcı ve muhteşem senfonik esere imza atmış. Haydn senfonilerin temelini atarak Beethoven, Bruckner ve Mahler gibi bestecilerin önünü açmıştır. Ama şunu da söylemem gerekir ki Beethoven'la tanışmak hiç fena olmazdı, ama hiç kolay bir karakter değilmiş. Çok zor bir karakter olduğu için ona soru sormanın ve konuşmanın hiç de kolay olmayacağını düşünüyorum. Ama fırsatım olsaydı ona neden senfonilerini bu kadar hızlı yazdığını sormak isterdim. Çünkü okuduğum bazı makalelerde onun senfonilerdeki temposunun çok hızlı olduğu söylenmekte. Hatta bazı insanlar bu eserlerini yazarken kullandığı metronomunun bozuk olduğunu, bu sebeple çok hızlı yazdığını söylemekteler, ki ben buna hiç katılmıyorum. Beethoven size tam anlamıyla eserlerin bölümlerindeki hızın eserin ruhuna kattığı öneme dair ipuçlarını vermekte. Çünkü o bu eserleri yazdığı zaman çoğu insan bu eserlerin çalınmasının mümkün olmadığını onun sağır olduğu için ne yazdığını duymadığını söylüyorlardı. Bugün orkestralar Karajan'ın 50 yıl önce çaldığından çok daha hızlı bir şekilde icra edebilmekteler. Bence Beethoven'ın amacı hız değil yerinde hızın bölüme kattığı değer ve önemi göstermekti. Şuna inanıyorum ki, hiçbir zaman besteciler bir esere aynı tempoyla başlayıp aynı tempoda bitirsinler. Her zaman eserin temposunda bir dalgalanma söz konusudur. Ancak bu klasik dönem öncesi ve başlarındaki bestecilerde görünen bir unsurdu. Mesela Mozart eserleri daha yapısaldır. Mozart'ın eserlerinde 8 ölçüyü ele alırsak bu ölçülerdeki dalgalanmalar çok değişmezdir. Ama romantik dönem bestecilerine geldiğimizde o 8 ölçüyü istediğiniz kadar uzatıp oynayabilirsiniz. Yani açıkçası böyle bir imkânım olsa ölü bestecilerle konuşup onları anlama fırsatı olsa hârika olurdu. Ama şu var ki her zaman favori bestecilerim ölü bestecilerdir. Çünkü onlar eseri nasıl çalacağınıza dahil ve müdahil olmazlar ama yaşayan bir bestecinin eserini icra ederken o arkanızda oturuyorsa o stresi ensenizde hisseder ve her zaman dönüp ona "beğenip- beğenmediğini" sormak durumundasınızdır.
Pandemi sizin özel ve kariyer hayatınızı nasıl etkiledi?
İlk iki ay açıkçası benim için hârikaydı. Yoğun bir tempodan dolayı ne evimde zaman geçiriyor ne de dinlenebiliyordum. Hele ki çok sıkı bir programım olması sebebiyle konserden konsere, uçaktan uçağa yetişmek çok zorlayıcıydı. Ama pandemi başladığında kendime zaman ayırma, dinlenme fırsatı verdi. Yıllardır yapmak istediğim ama ertelediğim kütüphanemi düzeltmek ve nota arşivlerimi düzenlemek gibi işler için zaman bulmuştum. Ama iki ay, üç ay, beş ay derken bunun hemen bitmeyeceğinin farkına vardığımda, benim için açıkçası endişe verici oldu ve sadece kendimi düşünmüyordum. Benim iyi durumda olmam bir yana benimle aynı koşul ve imkânlara sahip olmayan sanatçıları düşünmeye başlayınca endişem giderek artmaya başladı. İşte tam da bu sebeple pandemi döneminde birçok CD kaydı gerçekleştirdim. Amacım hem orkestralardaki çalışan müzisyenlere hem de solist sanatçılara bir imkân sunmaktı. Tabii ki bu projeleri gerçekleştirirken güncel ve yenilenmiş nota kitaplarını alıp inceleme fırsatım oldu. Mesela küresel salgın sebebiyle kapanma öncesinde Melodie Zhao ile hayata geçireceğimiz "10 Haydn Piyano Konçertosu" kayıtları için elimize ulaşması gereken yeni baskı nota kitapları henüz elimize ulaşmamıştı ve kapanma öncesi 3 - 4 haftalık çok sıkı zaman aralığımız vardı. Bu zamanı iyi yönettik bu süreç içinde bu kayıtları finansal olarak desteklemek için iki vakıfla görüşerek gerçekleşmesini sağladık. Kısıtlamaların hafifletildiği dönemlerde birkaç kere orkestralarla konser verme olanağım oldu. Ve yeni biten kitabım "Sihirli Karpuz" un müzik kayıtlarını bu zaman dilimde bitirdim ve bu kitabın tüm hazırlıklarını bitirmek çok zamanımı aldı. . Şimdi 3 tane 20 şer dakikalık kısa animasyon film projesi üzerinde çalışmaya başladım. Henüz tanıtım filmlerini bitirdik. Gerçekten animasyon hazırlamak zorlu ve zaman alan bir projeler. Ben bu animasyon serisinin müzikal danışmanlığını yönetiyorum. Yeni çocuk kitabı projem üzerinde çalışmaya başladığımın müjdesini buradan verebilirim. Ve ilk defa açıklıyorum Türkiye'nin de çoğunlukla içinde olacağı otobiyografimi yazmaya başlıyorum. Bir de sohbetimizin başında bahsetmiştim içinde Türk'lerinde bulunduğu genç müzisyenlerle birlikte 3 yıl boyunca sürecek Mozart’ın tüm konçertolarını kaybedeceğimiz projenin startını verdik. Bunların yanı sıra her ne kadar küresel salgının getirdiği kısıtlamalar gelecek seneye dair belirsizliğini koruyor olsa da gelecek sezona dair davet edildiğim konser programım full gözükmekte ama bu olacak mı, olmayacak mı, belirsiz... Bu belirsizliklerle ben dahil tüm müzisyenler karşı karşıyayız ve hiçbirimiz ne olacak bilmiyoruz.
Son olarak okuyucularımıza ne söylemek istersiniz?
(Burada Howard Türkçe konuşmaya başlıyor) Vallahi şöyle söyleyeyim hep İngilizce konuştum ama son vedamı Türkçe yapacağım. Benim Türkçem hiç fena değil gayet güzel konuşuyorum. Burada (İsviçre'de) Almanca konuştuğum için akıcılık gidiyor ama Türkiye' ye gelince düzeltiyoruz. 3-4 gün sonra Türkçem akmaya başlıyor. Ben size çok teşekkür ediyorum. Türkiye’de tanıdığım ve tanımadığım tüm müzisyenlere buradan selam yolluyorum. Türkiye’yi çok özledim en kısa zamanda bir araya gelmeyi diliyorum sevgilerimle.
Bize çocuklarınızdan bahseder misiniz?
Benim iki çocuğum var ikisi de Türkçe biliyor, konuşuyorlar. Özellikle büyük oğlum Kevin Griffiths çok iyi konuşuyor. Kevin da benim gibi bir şef oldu. Kevin bu pandemide John Williams'ın müziklerini City Lights Orkestrası'yla kaydettiği hârika ikili CD projesine imza attı. Kızım grafiker ama o da resme gönül verdi ve muhteşem soyut resimler yapıyor. O pandemi döneminde iyice resim yapmaya odaklandı. Bir grafiker olarak hem evden işini yapabildiği hem de resim yapabildiği için açıkçası çok şanslı. Maalesef oğlum ve ben onun kadar şanslı değiliz.
***
Sevgili maestro bize bu röportaj için zaman ayırmanızdan dolayı müteşekkiriz. Tanıtımda ifade ettiğim üzere siz sadece Türk klasik müzik camiası tarafından değil tüm Türkiye'de herkes tarafından tanınmanız gerektiğine inanıyorum ve bu söyleşi sayesinde sizi Türkiye'ye daha çok tanıtma fırsatımız olacağına inanıyorum. Size çok çok teşekkür ediyoruz.
Osman Enfiyecizade
4 Mayıs 2021, Moda / İstanbul