“Anadolu'da Siyah Beyaz Tutkusu ve Analar Beklemesin”
başlıklı sergisi 19 Şubat'a kadar Peker Sanat Galerisi'nde
devam edecek olan Sabri Akça'ya Şefik Kahramankaptan'ın
Resmigeçit kitabında yer alan söyleşisi
Cumhuriyet dönemi öğretmen kuşağının tipik bir temsilcisi Sabri Akça. Sanatçılığı yanı sıra, eğitimciliğe öylesine bağlı ki, tıpkı durmadan resim üretmek gibi öğretmenlik de bir “tutku” haline dönüşmüş onda...1980’de Devlet Resim Ödülü, 1981’de DYO Yarışmasında mansiyon kazanan Akça, büyük ustalık, özen ve sevgi isteyen suluboya tekniğiyle kırk yıldır içiçe. Ama onun resim serüveni “bir parça kömür”le başlıyor. Ankara Oran semtindeki evinin suluboya odasında dinliyoruz 1936 Eskişehir doğumlu Akça’yı:
- Babam 35 hanelik bir köyün muhtarıydı. Muhtarın en büyük özelliği misafirperver olması. Çünkü hakim , savcı, orman memuru gelecek, bunların kalacağı bir köy odası ve ikram gerek. O bakımdan kimin hanımı maharetli, özverili ve temizse onlar muhtar seçilir. Annem köy odasını bir güzel badana ederdi, misafir geliverir diye. Benim cebimde iyi yazan kömürler olurdu, sobadan ocaktan aldığım. Çünkü kalemimiz, pastel gibi şeyler yoktu. Temiz badananın üzerine, bir baştan girer, bir baştan çıkardım. Resimler, av sahneleri, tilkiler, kazlar... Babamla köy korucusu kızardı. Annem araya girer, ne olur kızmayın oğluma, ben gene badana ederim, derdi. Bir gün baytar geldi, hayvan sağlık memuru. Dedi ki siz atları hep aynı zannedersiniz. Halbuki atların başları, biçimleri birbirinden farklıdır. Doru at böyledir, yağız at böyledir derken ben de omuz başından izliyordum onu. İlkokula gitmiyordum. Birdenbire “Aaaaa” diye çığlık attım. Atın kişnerken sesini duyar gibi oldum. O kadar kafamda canlandırmışım. Babam, oğlum çok güzel resim yapar dedi. Okuma yazma bilmiyorum. Ben hemen atıldım. Senin kadar güzel at çizemem ama senden iyi horoz , tavşan çizerim. Babam avcıydı. Tavşanları asardı kapının arkasına. Ben onu natürmort gibi etüt ederdim. Çiz bakalım dedi. Çizdim. Bu çocuk ressam olur dedi. Tabii ressam olacağım ama nasıl olacağım?
- Neydi o zaman köyden çıkıp ressam olmanın yolu?
- Köy Enstitüsü’ne gireceksin, başka yolu yok. Sonra yükseğine gireceksin. O da sadece eğitim enstitüsü resim bölümü. Çok şükür onlar gerçekleşti. Çifteler Köy Enstitüsü’nde 3 sene okuduktan sonra İstanbul Çapa Resim Semineri için sınav açıldı, kazandım. Hasan Kavruk, İlhami Demirci, hocalarımızdı. Ve çok şanslıymışım ki, bu yola atıldım. O kadar fakirdik ki kilometrelerce Çifteler köyüne ben yaya giderdim tatillerde. Bir de en büyük derdim, malzeme alamazdım. Hocam bana eski öğrencilerin kullandığı kağıtları verirdi, arkasına çalışayım diye. Şimdi öğrencilerime diyorum ki, şuradan intikam kağıdımı getir, intikam fırçamı da getir. En iyi fırça en iyi kağıt, eski günlerin acısını çıkarıyorum, diyorum.
- Sonra Gazi'ye gittiniz herhalde?
- İstanbul’da 3 sene iyi bir eğitim gördükten sonra Avrupa’ya göndereceklerdi ama dediler ki kaliteli resim öğretmenine ihtiyaç var. Gazi Eğitim’i kazandım, bitirince Kastamonu lisesine atandım, 1957’de.. Orası çok köklü bir lise. Zaten hocalığı çok seviyordum, daha l2 yaşında öğretmen gibi yürür, öğretmen gibi konuşurdum. Çok kısa zamanda öğretmenliğe başladım. İnsan arzu ettiği şeyi yakalıyor demek ki. Daha l6 yaşındaydım, Çapa ilkokulunun müdürü örnek bir resim dersi istiyor, dedi hocam. Biriniz bir ders versin, dedi. Kimse parmak kaldırmadı. Ben de hem seviyorum ders vermeyi, hem de hoca mahcup olmasın istiyorum, parmak kaldırdım. Tamam dedi sen ders vereceksin, biz de seni izleyip not tutacağız. Sesinin tonu, hareketlerin, konuya eğilişin, anlatışına bakacağız. Dersin sonunda da koridora sergi açtık. Teneffüse çıkan bütün okul şaşırdı. O günden sonra bazı derslerden muaf tutuldum iki sene. Ve okul okul gezip Beylerbeyi’ne , Büyükada’ya kadar gidip örnek resim dersi verdim, l953-54 yıllarında. Sonra da Gazi Eğitim’e geldim.
- Kastamonu yılları uzun sürdü mü?
- Tam 11 sene. İlginçtir, öğrencilikte bir maç için Kastamonu’ya gelmiş, lisedeki resimleri beğenmemiş ve ben bu liseye öğretmen olarak geleyim bak neler yaptıracağım demiştim. Yıllar sonra Gazi Eğitim’de büyük salonda kura çekiliyordu. Arkadaşlara olayı anlatıp, ben Kastamonu’ya söz verdim, dedim. Ve inanır mısınız, torbayı karıştırdım, aldım bir tanesini, açtım: Kastamonu. Ve bu idealle ben orada 11 yıl sürekli çalıştım. Güzel Sanatlar Akademisi’ne 15 öğrenci verdim. 15’ i de kazandı, bütün Türkiye'den 35 kişi aldıkları halde... Böyle büyük rekorlar kırdılar. Bütün hayatımız öğretmenlik ve resimdir. Askere de zorla aldılar beni, ancak 35 yaşında.
- Niye bu kadar geciktiniz?
- Çünkü çevre göndermek istemiyor, bizim çocuk da seninle mezun olsun, Ona da akademiyi kazandır diyor. Şube arıyor, polis aranan adreste yoktur Sabri hoca diyor. Öyle bir kanunumuz var biliyorsunuz. Ama şube başkanı lisede görüyor beni, o da askerlik dersine geliyor, Polise telefon ediyor, derhal yakalayın, vatan haini burada diyor. Polisten yanıt: biz aradık bulamadık. Kastamonu'yu çok severim. Orada hem öğrendim, hem öğrettim. Hayatımda önemli bir yeri vardır. Askerlikten sonra Yozgat Akdağmadeni, Şereflikoçhisar Lisesi, Aydınlıkevler Lisesi, ardından anarşinin diz boyu olduğu dönemde 77-78’lerde Gazi resim bölümü... Öğrencileri seven, derleyip toparlayacak, onların elinden tabancayı alabilecek, onların içine girebilecek, dertlerini dinleyecek bir hoca arıyorlardı. Bana öneride bulundular. Kelle koltukta kabul ettik ve mahcup da olmadık.
- Siz suluboyacı olarak ünlenen bir ressamsınız. Niye suluboyaya bu kadar ağırlık verdiniz?
- Öğretmen olduğum için ben bütün teknikleri, bütün ekolleri anlatmak zorundayım. Çocuklara bir şeyler verebilmek için denemek lazım. Hepsini denemişimdir. Ama çok enteresan bir şey oldu. l2 çeşit suluboya çalışma tarzı vardır diye anlattım Gazi’de öğrencilere ve hepsini örnekledim. Bunları panolara astık. Bir tanesini beğenip altına imza atmışım, diğerleri imzasız. Öteki hoca arkadaşlar geldiler, ne güzel suluboya yapıyor sizin çocuklar dediler. Tabii yaparlar dedim. Yakından bakınca imzayı görmüş Söbütay Özer, dedi ki , “Abi bunlar senin!” Ben ona bir gün tehdit savurmuştum her gün bir resim yapmazsan döverim seni diye ve sürekli çalışmaya başlamıştı. Her öğleyin atölyesine çıkıp yaş resimlerini görürdük. Ama ben bunu artık unutmuştum. Benim suluboyaları görünce “Abi senden yaşca büyük olmak isterdim” dedi. Ne olur büyük olursan? “Suluboya sergisi açmazsan döverdim” demez mi? Nevzat Akoral da benim bir aylık falan hocamdı, suluboyalarımı çok beğenirdi. Sen hep suluboya yap, derdi. O da sergi aç diye ısrar etti. Turkuaz’da açtık suluboya sergisini, o gündür, bugündür suluboyacılık serüveni devam ediyor.
- Suluboyayla ilk tanışmanız ve sevgi duymanız nasıl olmuştu?
- Köy Enstitüsü’ne girdik, ders dışında kazma kürekle meyve çukurları kazıyoruz, maç yapıyor, milli oyunlar oynuyoruz. Çok yorucu bir şey. Tatlı bir esir kampı gibi. Cumartesileri iple çekerdik. O zaman iş yoktu. Resim yapmak, müzik çalışmak, güreş yapmak isteyenler, futbolcular ayrılırlardı. Ben baktım Necip Önat diye babayiğit bir resim öğretmeni var, zaten meraklıyım, O tarafa ayrıldım. İlk ders suluboya nasıl yapılır? Onunla ve birçok arkadaşla bahçelere, kırlara, dere kenarlarına gider suluboya yapardık. İlk suluboyayı orada tanıdım. Fakat bazı başka teknikler de çalışmama rağmen suluboya yapmadan yatmazdım. Hocamız derse gelirdi, ben arkalarda oturur, onun suluboya resmini yapardım. Bir Türkçe hocası tayin oldu, geldi, Sabri Akça kim dedi, benim dedim. Oturdu, iki yeleğine parmaklarını taktı, enteresan bir pozla Türkçe nedir, dilimizi iyi kullanırsak ne kazanırız,anlattı ama pozu bozulmadı dersin sonuna kadar. Ben de resmimi bitirdim. Çıkarken getir bakayım resmimi, dedi. Demişler ki 2- A’ da bir çocuk vardır, fazla kıpırdama o senin resmini yapar. Böyleydim, bütün okul tanıyordu. Gece açık saçık yatanlar olurdu, onların resmini yapardım. Resmi yapılsın diye herkes bir tuhaf yatardı. Uyumazdı. Dolayısıyla kaleme vurulursa benim kadar bu teknikte çalışan kimse yoktur. Hem derste çalışırım, gelirim evde çalışırım.
- Suluboyalarınızda neden çoğunlukla Anadolu ve köy manzaraları yer alıyor?
- Bu bir sevginin, bir özlemin ifadesi. Annemizi çok genç yaşta kaybettim. Analık çok eziyetler yapmaya başladı. Bereket, Köy Enstitüsü’nü kazanıp kurtuldum. Ama eziyet görmemek için köyüme de gidemiyordum. Taşlarını, kayalarını, kedimi, köpeğimi özlüyorum. Fakat ara sıra bir gidiyorum bakıyorum analık değişmiş. O yaşlı inek bakamıyor, çapa yapamıyor diye genç birini almış babam. Birtakım dedikodular çıkmış, lanet olsun diyorum, köyden uzaklaşıyorum. Benim bu resimlerim köyüme özlemin ifadesidir. Gördüğünüz kadınlar, ekmeğime kaymak süren, yumurta haşlayıp veren annemdir. Hep onların içinde annemi aradım.
- Çoğu kez de köyünüz kar altında oluyor tablolarınızda.
- Kış benim en çok sevdiğim, heyecan duyduğum mevsim. Çünkü kış işin az olduğu dönemdi, sadece okul vardı. Analık geldiği zaman yazları bizi hep ırgat verirdi başka köylere. Yazın derdim ki şöyle kendime ait bir yarım saatim olsa bir balık tutsam. Çelik çomak oynasam, mümkün değil. Ama kış gelince yapacağın fazla bir şey yoktur, kışın özlemini çekerdim. Suluboyada birtakım zorunlu hareketlerin olduğuna inanıyorum, Yani su, kar, gökyüzü, yapabilmelisiniz. Bunlar jimnastikteki zorunlu hareketler gibidir. Bir de benim içimdeki dram, hüzün, resimlerimde de vardır. Burada ne gelinler, ne hastalar, ne doğurmak üzere olan loğusalar yatıyor. Ben onları vurgulamak istiyorum. Resimlerimi dikkatle izleyen onu görür. Ama bütün bunlara rağmen hüznün de bir güzelliği vardır. Hep göbek havası değil de hüzünlü bir şarkı da dinleriz, güzel deriz. Ben Anadolu’nun o hüznünün güzellikle birleşmesini yansıtmaya çalışıyorum. Aynen arı gibi düşünüyorum. Arı bal yapar, bir başkası da ondan yararlanır. Ama o gene bal yapmaya devam eder. Renoir 92 yaşına kadar şişman bir kızın resmini yapmış. Kendisi yaşlanmış, kızlar hiç yaşlanmamış. Kafasındakini yaptığı için.
- Demek ki, köyünüze duyduğunuz özlemi, çocukluk gençlik çağlarında yaşadığınız duyguların yoğunluğunu bugün hâla taşıyorsunuz. Ama siz bugün bir büyük kentte oturuyorsunuz. Bu kentsel çevreden etkilenmiyor musunuz?
- Tabii, etkileniyorum. Benim Ankara gecekonduları ile ilgili çok çalışmalarım vardır. Fakat maalesef bir İngiliz geldi, topladı götürdü. Onlardan bir tane yarım kaldı elimde. Bir sanatçı, resim yapan kişi çevresinden yararlanmıyorsa ressam değildir. Bunu soyut çalışan arkadaşlara söylerim, bir çiftliğe gittiniz, bir karabaş köpek, kolunu uzatmış kafasını ellerinin üzerine koymuş, öyle size bakıyor. Siz bunun resmini çizmezseniz ressam değilsiniz. Yok efendim ben soyut ressamım. Ya da illa kadın olacak. Olmaz. onu da çizeceksiniz, arkasından bir kral geldi, madem ressamsın benim portremi yap dedi, onu da yapabilmelisiniz.
- Yapabilmek başka, yapmak başka. Ama siz de bu tercihi pek az kullanıyorsunuz, karışık teknik doğa soyutlamalarınız veya derste öğrenciler için çalıştığınız tuval üzeri yağlıboyalar gibi...Bütün sergilerinizde yoğun olarak köy manzaralarınızı görüyoruz.
- Buradan galericilerin sanatçıları öldürdüğü, yönlendirdiği, zayıflattığı gerçeği ortaya çıkıyor. Mesela İsmail Altınok’u öldürmüşlerdir. Büyük büyük, güzel resimler yaparken , küçük resimler istemişlerdir. İsmail Altınok oturuyor küçük resimler yapıyor, herkes kapışacak zannediyor. Halbuki Burdur resimleri gibi, eski resimleri gibi senede l0 tane büyük yapsa, ona göre satılacak. Öldürdüler adamı. Buyurun, siz Sabri Akça’sınız, bunu nerede sergileyeceksiniz galerinin dışında. Galerici diyor ki hocam tamam, bunu çok beğendim, çok güzel ama müşterim bunu anlayamaz. Yaklaşım hep ticari, dolayisiyle biz de talep edileni yapıyoruz. Ama eskiden Çallı İbrahim, Hikmet Onat, Vecihi Bereketoğlu resim yaptığı zaman bunların resimlerini kim alıyordu? Devlet!
- Peki siz suluboya manzaralar dışında, karışık teknik doğa soyutlamalarına devam etmiyor musunuz?
- Ediyorum, onları sergileyecek galeri elbet çıkacaktır. Ama bu zamana kadar istenen şey suluboya. Çağının en romantik yazarı Victor Hugo’ya demişler ki, üstad siz yaşayan en büyük romantiksiniz, yazarsınız. Romantizm nedir? Valla bilmiyorum, ben içimden geldiği gibi yazıyorum ama siz romantik diyorsunuz demiş. Bizimkisi de onun gibi. Bir şeye oturtmak şart değil ama benim ağacım olsun, hiçbir yerde görülmüş olmasın, doğanın taklidi olmasın, yaratılmış bir ağaç olsun. Çünkü bizim kökenimizde bu var. Bizim kilimlerimizde, halılarımızda hep geometrik biçimlerin icrası var. Anadolu bunun beşiği. En iyi dünyada biz yaparız bunu. Bir lale, karanfil çizen benim yetmiş tane lalem var diyor. Aslında resmin temeli çizgidir, lekedir, renktir. Yani notalar neyse resim de bu biçimlerle yapılır. Büyük kontraslarla, vurgularla, durmakla, susmakla olur. Fakat biz bunu yavaş yavaş yapıyoruz. Birdenbire yaptığımız zaman “Aaa, Sabri hoca değişmiş,acaba onun mu?” tepkisini alıyoruz. Biz her sergimizde bunlardan birkaç tane ilave ediyoruz. Alıştırıyoruz. Bir gün gelecek hepsi bunlardan olacak. Çünkü resim bu. Yani resim belki doğadan yapılır ama doğa ile hiçbir ilişkisi olduğuna inanmıyorum. Hangi doğa, kendi doğası sanatçının. Onu yapabilirse özgün olur. Ama halkımız elmayı elma gibi yapmış ne kadar canlı diyor. Şimdi onlarla mücadele ediyoruz, resim nedir diye.
- Ama köy suluboyalarına yoğunlukla devam ediyorsunuz...
- Acaba diyorum bu da bir suç mudur? Yani piyasanın sanatçıyı yönlendirmesi. Bakıyorsunuz İngiltere’de bir oyun 27 sene oynuyor. Türkiye’de Lüküs Hayat yıllardır sahnelerde. Halk olmayınca hiçbir şey olmaz. Şimdi benim için çok satan ressam diyorlar. Peki çok alanlar kimler? Bilkent’in hocaları benden resim alıyor, Orta Doğu’nun hocaları odasına benden resim asıyor. Kapıcıya da gösteriyorum benim resmimi, çok beğeniyor. Aynen bizim köy gibi diyor. Lotodan para çıksa ben de alırım diyor. Üniversitede üç çocuk okuttuğuma göre ve bu resimler satıldığına, istendiğine göre, köy suluboyalarına devam ediyorum. Alan alıyor, almayan bakıp gidiyor.
- Sizin bir serginizin açılışını da Cumhurbaşkanı Demirel yapmıştı, değil mi?
- Evet, bir sergimi Cumhurbaşkanı Demirel açtılar. Büyük onur verdiler. 67 tane resim vardı. Beni kutlayıp gittiler. Bir tek resim almadılar! Biz böyle yaşıyoruz. Ben daha evvelki bir konuşmamda sayın Demirel’e demiştim ki: Sergilerimize lütfen gelin. Sergilerimize gelmeniz için çok zengin, çok ünlü bir ailenin çocuğu mu olmamız lazım? Çünkü onların düğünlerine gidiyorsunuz, kirve oluyor, altın takıyorsunuz. Bizim sergilerimize gelmiyorsunuz. Fakat gene de centilmensiniz, bize çelenk gönderiyorsunuz. Mektup gönderiyorsunuz. Kendileri de, senin sergine geleceğim demişlerdi cevaben, nitekim geldiler. Ama ben isterdim ki bir resme talip olsun. Bir resme talip olsa büyük bir zevkle paket yapıp armağan edecektim. Bekledim, talip olmadılar. Peki o talip olmadı, diğer zengin talip olmadı. Ressam nasıl yaşayacak? Onun için önce piyasayı zorunlu olarak göz önünde tutuyor, talebe göre çalışıyoruz.
- Sanatçı sizce önce nereye yönelmeli?
- Sanatçı önce doğruyu çizmeli. Sanatçı doğru gören, doğru boyayandır. Örneğin bir derste tuval üzerine yağlıboyayla bir at resmi yaptım. At da bir portredir. Bir insan gibi onun da ifadesi vardır. Arkasından atla beraber çevresini değiştirerek, atın alnındaki ışığı baz olarak aldım. Böyle yarı soyuta giden bir resim yaptım. Ve bunun daha iyi resim olduğunu söyledim onlara. Çünkü doğa eğer aynen yapmak isterseniz size engel olur. O lekelerinizi, renklerinizi koymaya engel olur. Gerçek özgürlük sanatçının istediği biçimde çalışmasıdır. Ama bunları yaptığımı çok az kimse bilir. “Aaa, Sabri hoca yağlıboya yapar mı?” derler. Suluboya yapan her şeyi yapar. Yağlıboyayı en kolay, suluboyayı yapan becerir. De La Crueux diyor ki, tüm yağlıboya yapanlar önce suluboya çalışmalıdır. Suluboyada ne kadar usta olursanız olun gökyüzünü boyarken eliniz titrer diyor. Yağlıboyada titremez, kapatıverir. Siliveririm. O bakımdan ben zorun, artistik olanın peşindeyim.
- Böylece izleyicilerinizin talebini de karşılamış oluyorsunuz.
- Ama onları mutlu ediyorum. Neden yani iki leke, iki üçgen, bir dörtgene para versin. Ruh olana, heyecan olana, duygu olana versin. Benim suluboyalarımda her şey var. Bizim geleneğimizden gelen bir hayal gücü bu. Sanat hayal gücüdür aslında. Sanat yaratmadır.
- Bu tablolarınızda kaligrafik unsurlar hemen göze çarpıyor, özellikle ön plandaki ağaçlardaki hareket..
- Orhan Veli ne demiş? Beni bu güzel havalar mahvetti. Beni de Ankara'nın ağaçları deli etti, çıldırttı. Her kuru ağaçta başka bir anlam gördüm ben. Onun için eşim, çocuklarım bana gördükleri ağaçları haber verirler. Ağaç deyip geçmeyin. Onun da yaşlısı var, genci var, dalı kırılmış, eğilmiş olanı var. Onlar ayrı ayrı beni duygulandırmıştır. Ve ben onları resmime birinci planda kullanırım. Ama ben çizgiyi çok sevdiğim için, ağacı da çok seviyorum.
- Siz emekli oldunuz ama eğitimciliği özel olarak sürdürüyorsunuz.
- Akademiyi kazanıp çeşitli nedenle gönderilmeyen, ressam olmak istediği halde başka mesleğe yönelmiş pek çok insan vardır. Şimdi ben o içlerinde ukde kalmış insanları kendi yerime koyuyorum. Onlara yeni bir ufuk açıyorum. Sevdiği işle uğraşsınlar istiyorum. Çok mutlu oluyorlar. Bir de terapi olarak yapıyorum. Benim kurslarıma gelen bayanların pek çoğu emekli ve normal yaşın üstünde. Benim eşim de öyle. Kursuma geldikten sonra kullandığı ilaçları bıraktı, sağlığına kavuştu. O nedenle bunun büyük bir hizmet olduğuna inanıyorum. Belli bir kültür birikimi, bir sosyal birikim sağlamış insan söyleneni daha kolay anlar. Onun için benim öğrencilerim fakültedeki öğrencilerimden çok daha iyi öğreniyorlar. Özel öğretim yapıyorum. Yani kimi görsel tip oluyor, kimi romantik kimi sürrealist oluyor, kimi rüyalarının resmini yapıyor. Bu şekilde deşarj olan bir insan bunalımlarından kurtuluyor. Ankara’da yüz kadar öğrencim var halen. Cumartesi hariç her gün kurslardayım. Güya emekliyim. Ama bir diyeti ödemek istiyorum. Devlet bizi parasız yatılı okuttu. İyi resim öğretmeni, iyi sanatçı olmaya yönelikti bu eğitim. Kendi resimlerim yaşasın isterim duvarlarda ama öğrencilerimle de yaşamak istiyorum. Çok mutluyum. Nasıl bir çocuk bayram arifesinde sabahın olmasını beklerse güzel giysilerini giymek için, ben de sabahın olmasını dört gözle beklerim atölyeme gireyim, öğrencilerimle karşılaşayım diye.
- Bir bakıma sanatçı kişiliğiniz, eğitimciliğinize ağır basmıyor.
- Evet. İlk sergimi açtığımda bana,” Ne yapmak istiyorsunuz, ilerde ne olacaksınız. Nereye gidiyor sizin resminiz?” diye sordular. Ben dedim ki, çok iyi bir öğretmen olmak istiyorum. Türkiye'nin öğretmene ihtiyacı var. Harp yıllarında Fransa’da Andre Lot’un atölyesi ağzına kadar doluymuş. Fransa’da ressam mı yok, l951’de 40 bin tane ressam yaşadığı tespit edilmiş Paris’te. Ama bunların içinde bir tane hoca var, Andre Lot. Bütün dünyadan gidiyorlar onun atölyesine. Ben de Türkiye’de Andre Lot olmak istiyordum. Neden yabancı ülkelere gidiyoruz, onlar da bize gelsin. Hattatlık bizde. Süsleme sanatı bizde. Heykeller bizde. Kilimler bizde, halılar bizde. Biz onlara daha çok şey öğretebiliriz. Nitekim bizden bir grup sanatçı Paris’e gidiyor, yaşayan en büyük sanatçı Mathisse’le görüşüyorlar, bir konferans istiyorlar. Kabul ediyor. Hazırlık yapıyor ve konferans başlıyor. Konu Türk süslemeciliği! Ve ben öğrencilerime diyorum ki o anda nasılsa bir zelzele olmuş, yer yarılmış bizim ressamlar onun içine girmiş! Picasso’ya bizim hattatların ürünlerini gösteriyorlar. Diyor ki benim varmak istediğim yere Anadolu 500 sene evvel varmış. Ama biz sanat tarihinde Türk sanatçılarını kitabın en sonuna koyarız. O zaman da notlar verilmiş olur, geçen geçmiş, kalan kalmıştır. Ne Çallı’ yı anlatabilirsiniz, ne de edebiyatta Orhan Veli’yi, Sait Faik’i... O bakımdan ben sanat tarihi hocalığı yaptığım zaman kitabın sonundan başlardım. Önce bizimkiler. Çünkü bir Çallı gibi dünyada yok. Bir Vecih Bereketoğlu gibisi yok, Kurbağalıdere’den yaptığı resimlerle... Nazmi Ziya gibi bir empresyonist yok. Bir Mahmut Cudâ gibi doğayı doğru gören yok dünyada.
- Pekiyi, bugünkü kuşağın çalışmalarını, şu anki Türk resim sanatını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bugünkü durum o kadar mükemmel değil. Devlet galerileri veya özel galeriler birtakım hatır sergileri açıyorlar. Herkes ressam oldum diyor. Eşref Üren’e bir hanım bir kucak resim getirmiş. O sözünü esirgemeyen iyi bir eleştirmendi. Demiş ki siz resim yapmayın, keman çalın! Ama hocam keman çok zor demiş. “Eee, resim kolay mı? Kolay zannedersen işte böyle olur!” demiş.. Sergi çok ama kalite çok az. O kaliteli ressamların da kalitesini, ticâri kaygılarla galeriler biraz düşürüyor. Ben Eskişehirliyim, İnönü muharebesini yapmak isterim ama girmem. Niye gireyim. Bakın Avrupa’da yapılan bütün büyük kompozisyonlar hepsi sipariştir. Hiç kimse empresyonistlere gelinceye kadar keyfi bir resim yapmamıştır. Falan müzeyi görüyorsunuz, rüya gibi resim . Bir baksınlar bakalım, kim nasıl sipariş etmiş veya o kentin belediye başkanı o tablonun yapımı için hangi olanakları seferber etmiş. Bizim taş oymacılığımız, türbelerimiz, camilerimiz de böyle yapılmış zamanında. Öyle bir minber yap ki eşi olmaya denilmiş. Şimdi bana birisi dese ey Sabri hoca bana öyle bir minber yap ki eşi olmaya desin, keseyle de altını versin, 60 yaşındayım, bütün bu minberlerden daha iyisini yaparım. Düşünmüyorlar ki bu sanatçı nasıl yaşıyor?Bugün bileziğini, altınını satıp, onlarla geçinen yüzlerce arkadaş var. Biz onların içinde çok nadir sanatıyla kazananlarız. Ben daha yeni yeni çerçeve parasını düşünmemeye başladım.
Şefik Kahramankaptan, Ankara, Kasım 1997