Sedat Örsel, eski demircilik sanatının günümüzdeki yansıması olarak, yıllardır yaptığı metal heykelleri Yakaköy-Bodrum Dibeklihan'da, İsmail Hakkı Tonguç Sanat Galerisi'nde 30 Haziran -27 Temmuz 2018 tarihleri arasında sergileyecek. Örsel, 3 Temmuz 2018 Salı akşamı saat 21.30'da da gene Dibeklihan'da “Roterik Sanatı ve Beden Dili” konusunda bir konuşma yapacak.
Bilindiği gibi yıllar boyu TRT'de üst düzey görevlerde bulunan, eğitimcilik ve yaşam konusunda Türkiye'nin değişik yörelerinde yüzlerce okulda seminerler veren Sedat Örsel, bu söyleşisinde konuşma sanatı ve beden dili konusundaki yılların birikimini özetleyerek anlatacak.
Sedat Örsel, 25 yıl boyunca Yapımcı, Yönetmen ve Yönetici olarak çalıştığı TRT’den, TV Daire Başkanı ve Genel Müdür Yardımcısı vekili iken 1992 yılında emekli oldu. 1992’de Alo Bilgi Grubu Genel Koordinatörü oldu, daha sonra da Koç Holding’e bağlı EKO TV’nin (şimdi CNN TÜRK) kurucu Genel Müdürlüğünü yaptı. İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesinde verdiği Medya İşletmeciliği ve TV Kariyerleri derslerinin yanı sıra yerli ve yabancı kuruluşlara Telif Hakları, TV İşletmeciliği, Medya İlişkileri, Kriz Yönetimi ve Kriz İletişimi konularında dersler ve seminerler veriyor.
Ankara'da yaşayan ve bir dönem yazıları SANATTAN YANSIMALAR'da da yayımlanan Örsel, metal heykellerin kendi yaşamında nerelere dayandığını, bu konudaki anılarını paylaştığı şu yazısında anlatıyor:
SON DEMİRCİ... “VE KARASABAN NİŞANI”…
12 yaşındaydı ama boğa gibi güçlüydü, tecrübeli demirci çırağıydı.
Baba’sının koyduğu kurala göre erken“fırlardı” yataktan.
“Erkek adamın üstüne güneş doğmaz!”dı…
Bu yaz, onun yazıydı... Okul tatildi.
Büyük kalfa Sarı Mehmet askerdeydi, küçük kalfa Çıtak Sâmi herzamanki gibi ağır hastaydı, Diliçıkık Mehmet Kalecik’te köyüne cenâzeye gitmiş birtürlü dönmemişti...
İlk kez oluyordu böylesi.
Sağa-sola haber salınmıştı; acele kalfa ve çırak aranıyordu...
Yâni kısa bir süre de olsa koca demirci dükkânı ona kalmıştı;
Bir haftalığına da olsa çıraktı, kalfaydı hattâ ustaydı; kraldı.
Alacakaranlıkta kalktı, kimseyi uyandırmadan fırladı sokağa.
Demirci dükkânının ağır tahta kepenklerini“Ya Bismillâh” diyerek kaldırdı. Yandaki duvara dayadı; teker teker, muntazam.
Kapıyı açarken, mırıldanarak okudu ezberindeki bereket duasını:
"Yâ Allahû, yâ Rabbî, yâ Hayyü, yâ Kayyûmü, Yâ Zel Celâli ve’l ikram. Allahümme in kâne rızkunâ fissemâi enzilhu, ve in kâne fil ardh…”
“Bana helâl rızık ver. Allah'ım, eğer rızkımız semâda ise onu indir.
Eğer yerde ise onu çıkar. Uzakta ise onu yaklaştır. Yakın ise kolaylaştır. Az ise çoğalt. Çok ise onu bereketlendir." Amiiin…
Âhi Töresi, herşey bin yıllık kurallara bağlı…
Önce sağ ayak atılacak eşikten… Yoksa gider bet-bereket.
Buz gibi soğuktu dükkân…
Demirci ocağını hemen yakmak ve o “mübârek “ “sıcak” kokusunu bir an önce içine çekmek istedi.
Sıvadı kolları, kuşandı meşin önlüğünü.
Geçti küçük, sönmüş bir yanardağ kraterine benzeyen ocağın başına.
Yağlı çıranın üstüne yağlı mağden kömürünün küçük topaklarını koydu, kuru talaşla besledi.
Çaktığı kibritin alevini önce dudağının ucuna yerleştirdiği “cıgara”ya ardından çıraya sundu.
Çıtırdadı çıra, tutuştu talaşlar; alevin neşeli dansı ufaktan başladı.
Üfledi dumanlı nefesini ateşe birkaç kez; can verdi.
Sonra; hızla geçti ocak duvarının ardındaki; meşin körüğün başına..
Ve sarıldı çift kanatlı kocaman, kara körüğün ağır kollarına.
Derin derin soluk alan bir dev’e benzeterdi bu körüğü oldumolası.
Manda gönünden yapılma, yekpâre gövdeli, her hafta içyağıyla yağlayıp yumuşatılan, iki yanda açılıp kapanan delikleri, kokusu…
O kokuda bir büyü vardı; insana güç katan.
Tütsüsü baş döndüren.
Çocukluğundanberi hevesle çektiği o koca çilekeş, ekmek teknesi kara körük “pofffladı” ağır ağır, ateşle birlikte gürledi sonra.
Ocak harlandı, şenlendi, kara kömürden yalım-yalım sarı alevler yükseldi, çatır çatır canlandı…
Bıraktı körüğü, döndü ocakbaşına ve keyifle seyretti kor kızıllığı…
İçi ısındı, sevindi. Ateş Yakmak’tı yaptığı.
İngilizce Hoca’sının ilkokuldayken okuttuğu Jack London’ın o güzel öyküsü geldi aklına;"To Build a Fire"...
Bir daha okumalıydı...
Ne güzeldi ateş yakmak; ocağa can vermek!
“Ocağın tütsün” dua; “Ocağın sönsün” beddûâdır bu memlekette…
Elindeki uzun “gelberi”yle şöyle bir yokladı ateşi, yeni ve taze mağden kömürü sürdü üstüne yavaşça…
Ocağın önündeki “çeliğe su verilen” “Yalak”ta küçük süpürgeyi ıslatıp hafifçe su serpti kömürün üstüne, ağır ağır yansın diye…
Kapıağzında bir atarabası durdu gıcırtıyla…
-Brüssssss… Heleeee, durrrr….
-Selâmünâleyküm demircinin sıpası, bazar ola, mekteb noldu la!
-Âleykümselâm dayı, sağol, mektep tâtilde…
-Eyi ohu ha, yoğsam atgötü kohklarsın benim gibi...
-Dırpan örsüynen çekiç vir bahalım, tavatır osssun ha!
Dudakları çatlak, elleri nasırlı Elmadağ’lı köylünün aldığı, çelikten döverek yaptıkları “tırpan örsü ve çekici”nin parasını eline aldı.
SİFTAH!
Parayı olmayan sakalına sürdü ve hemen ocağın önündeki toprağa atarken yüksekçe sesledi;
”Siftahı senden, bereketi Allahtan Ali Dayı”…
-Selâm söyle Sülemen Usta’ya…
-Aleykümselâm. Kahve içseydiniz...
Parayı yerden alıp tezgâhın üstündeki tahta kutuya koydu.
Usta’sı saat gibiydi; sabah namazını kılar kılmaz gelirdi…
Kutunun yanındaki kapaklı sepetten O’nun kahve fincanını, bakır cezveyi, teneke kahve kutusunu, çini nakışlı ince fincanı, kaşığı ve -bol konacak- tozşekeri aldı…
Bakır cezveyi sürdü harlı ocaktan çektiği küllerin üstüne…
Ve hızlı adımlarla geldi Usta!
Pantolonun ön cebindeki köstekli “Serkisoff”u çıkarıp baktı…
Alaz alaz yandığını gördüğü halde;
“Hazır mı ocak Karaoğlan?” Dedi.
Çırak hemen toparlandı, cıgaralı elini ardına sakladı…
Anında, “cıgara”yı avucunda bastırarak söndürdü.
Yandı canı, avucu; çok. 12 yaşında ne sigarası?
Atatürk Lisesi yolunda; Mamak-Yenişehir treninde, büyük âbiler sigara içmeyeni adam yerine koymadıkları için içiyordu; kötüydü.
Ama alışmıştı işte... Bafra!
Usta çatık kaşları, çelik gibi, yeşil benekli-avcı gözleri ile bir saniyede tüm yapılanları, yapılacakları, ocağı, kahveyi, dükkânın temizliğini, sağı-solu kolaçan etti;
Memnundu belli, ama iltifât ya da takdir yok!.
Şımartma yok!
Yüzgöz olma yok!
Minderli sandalyesine oturdu, şekerli kahveyi cıgarasıyla birlikte bitirdi. Hazırdı cenk’e...
Ceketini çıkardı, iş gömleğini geçirdi sırtına ve şapkasını taktı.
Emektar, kara yanıklarla bezeli koca meşin önlüğünü kuşandı hemen.
“Ya Bismillâh, yâ Bereketullâh!”…
Ocağın yanında yapılacak demir işleri sıra sıra duruyordu.
Önce akşamdan kalan kulaklı “Karasaban demirleri”i çeliklenecek…
Körelen, kısalan, artık toprağa batmayan uçlarına yeni çelik uçlar kaynakla ilâve edilecek; “acar” gibi, “tavatır” olacaklar.
Karasaban demiri çok ağırdır.
Gubattır; 4-5 kilo gelir; Usta iki kısaçla alır onu ocaktan.
Körelmiş karasaban demirini örsün üstüne koydu...
Aşınan uca eklecek yeni çelik parça ile demirin arasına ince, gri, telli, pahalı “Alaman Kaynağı”ndan bir dilimi dikkatle koydu.
Yeni parça üstüne konunca daha da ağırlaşır koca demir.
Parça kaymasın diye “işkence” ve “kısaç”la kıstırıp, sabitledi.
Sonra sıra tümünü birarada kor haline gelinceye, kıvılcımlar saçıncaya kadar harlı ocakta devamlı alt-üst etmeye geldi…
Karasaban demirini çelikleme ağır iştir ve de Usta işidir ha!
İlle de tavında dövülmelidir demir!
Çırak büyük bir hevesle geçti mandagönü körüğün başına, asıldı;
“Poffff, pofff bir sağa bir sola, haydaaa!”…
Koca körük, Çağlayan Bahçesinde her hafta programını seyrettikleri Celâl Şâhin’in akordiyonu sanki; sevdâlı çırak hızlı tempoda “türküler”, “foxtrotlar” “tango”ların ritmini tutturdu içinden…
İngilizce hocası “Nûriye Hanımın” öğrettiği
“I see you, you see me!”rond’unun hızlı ritmiyle…
Ve de radyodan öğrendiği türkülerle;
“Demirciler demir döğer tunç olur,
Sevip, sevip ayrılması güç olur”…
Ocağın ateşi tepedeki kapkara “davlumbazı” aşıp tavana sündü.
Sarı siyah kükürtlü duman bastı dükkânın içini, yolağzındaki havayı…
Usta, ateşin içine girer gibi, iki eliyle kavradığı kısaçla habire çevirdi ağır demiri, karabasan gibi “karasabanı”…
Dayanılır gibi değildi yükselen ateşin sıcaklığı…
Gelberiyle yeni kömür çekildi hârın üstüne, demir iyice örtüldü…
“Ha gayret, daha hızlı Karaoğlan, uyumaaaa!...”
“Poffff, poffff, pofff, poff, pof, pf,pf”…..
Alınlardan, göğüslerden bardak bardak mübârek ter boşandı.
Bu tuzlu, kokmayan emek-terini hep sevdi Karaoğlan...
Emek terini...
“Üstüne alınterin damlamayan parayı sakın cebine koyma oğul!”
“Emek, en mübârek kıymettir, unutma!”
“Emeğe hakkını tam ver!”
“Emek, kutsal emek, alınteri…”
“İşçinin parasını teri soğumadan ver!
Bekletirsen azına razı olur; hakkını yersin...”
Ak mendiller simsiyah, sırılsıklam oldu alınteri silmekten.
Tav!
“Hazııırrr!”
“Davran, haydi, koşşşş!!!!”
“Haydi!!!!!”
Körüğü bıraktı ve hızla koştu örsün önüne-balyozun’un başına…
Artık kıvılcımlar saçan kızgın canavarın önünde
sadece bir ÖRS ve dört nasırlı EL kalmıştı iki Örsel;
Baba-oğul, usta-çırak...
İki kiloluk, kısa saplı çırak “balyoz”una yapıştı ve Usta’nın büyük bir hızla örs’ün üzerine getirdiği kor halindeki karasabanın maytap gibi kıvılcımlar saçan kaynak yerini hızlı darbelerle dövmeye başladı…
“Hıh, hıh, hıh,hıhhh…”
Her vuruş onu hızla büyütüyor, zevkten uçuruyordu sanki...
Ustanın küçük çekiciyle gösterdiği yere; bütün gücüyle.
Balyoz-demir-çekiç-demir-balyoz-çekiç-balyoz-kıvılcım…
Bir çelik-çınlama senfonisinin hoş tınısı sardı ortalığı, çarşıyı…
Usta’nın çekici nereyi gösterirse oraya vurularak…
Ustanın elindeki çekiç çırak için orkestra şefinin “değneği” gibidir…
O, elindeki küçük çekiçle çırağına hem nereye vurulması gerektiğini gösterir hem de vuruş temposununun hızını ayarlar…
Daha hızlı… Şuraya, bir daha…
Tam şuraya!
Ama!
Dikkatsiz çırak bir ara fenâ ıskaladı, Usta-Şefin çekicinin nereyi gösterdiğini kaçırdı gözden ve;
gösterilen yerin tam ters tarafına indirdi koca balyozu…
“PAAAATTTTT!” ladı kor halindeki karasabanın ucundaki kor…
Kızıl kıvılcımlar saçıldı dörtbir yana…
Kuyrukluyıldız gibi bir avuç kızgın demir hüzmesi hızla çırağın yüzüne-göğsüne doğru ağdı.
Anında kızıl-kıvılcımlar yaktı saçlarını, gömleğini, yüzünü…
Herbiri kızgın minik mermi gibi sivri kızıl-demir parçacıkları…
Göğsüne, kollarına, ellerine ve tam alnının ortasına saplandılar; “Cıssssss, cısssss”diye; yakarak, kavurarak…
Yanık et kokusu ve ağır bir acı, katıldı kaldı acıdan bağıramadı bile…
Eli gözlerine gitti...
Usta, telâşla hemen bıraktı karasabanı ocağın yanına.
Toprak testiden aldığı buz gibi suyla tas tas yıkattı yanık yerleri.
Sandalyeyi çekti altına, “çök şuraya, elleme!” dedi…
Kaktüs gibi diken-diken demir iğnelerle doluydu göğsü-yüzü...
Alındakilerden “başverenleri” temiz mendille acıtarak ayıkladı usta…
Ses çıkaramazdı acıdan ölse bile; erkek adam gibi dişini sıkmalıydı.
Usta gömleğinin mendil cebine attı elini.
Cıgara paketinden acele üç-dört cıgara çıkarıp avucunda parçaladı.
Gömülü kalan demir iğnelerin ve kanayanların üstüne avucundaki sarı “tütün”ü bastı.
Kanayan yerlerin üstüne de cıgara kâğıdını yapıştırdı…
Tütün hemen kanlandı ama işe yaradı; durdu kan…
Acı da hemen azaldı sanki.
Anacığının her sabah yenilediği kar gibi beyaz temiz mendille bağlandı yaranın üstü. Enseden düğümlendi.
Biraz soluklanıldı.
Bir cıgara yaktı Usta; çırağın canı nasıl da çekti o bir nefesi!
-Dikkat et eşşeksıpası, ya gözüne geleydi!
Biliyordu; onun gözbebeğiydi, ilk yavrusuydu; gelecek hayalleriydi...
Ama asla belli etmezdi; oldumolası yaşıtı gibi davranırdı...
Avda, işte, arabada, yolda-yordamda çocukluğa yer yoktu...
Acı büyüktü ama sevindi Usta’nın candan ilgilenmesine, yeşil benekli gözlerinden taşan, yürekten, sınırsız, derin sevgisine ve pek gizleyemediği takdir dolu bakışlarına…
“Eşşeksıpası” iltifâtına herzaman nâil olamazdı…
Öyle pek kolay değildi Usta’dan böyle büyük iltifât işitmek!
“Karneler hep 10 gelecek, hendese ve lisan-ille de ingilizce anadil gibi iyi öğrenilecek, her hafta gidilen avda attığını vuracaksın, attığın oltadan balık kaçmayacak, tavuk, koyun, kuzuyu tek başına keseceksin, bir kasap gibi parçalayacaksın, yılandan-çiyandan zerre korkmayacaksın, av köpeklerinden sen sorumlusun, çok ama çoook kitap okuyacaksın, tavla-kâğıt-zar bilmeyeceksin, kahvenin önünden başını eğip geçeceksin, çok temiz giyineceksin, güzel sözler edeceksin, top peşinde salak gibi koşmayacaksın, çok az uyuyacak, çok erken kalkacaksın, “kişi refîkinden azar” kötü arkadaş yasak, senden fazla bilenlerle arkadaş olacaksın…. Daha yüzlerce ağır koşulu vardı Usta’dan “Eşşek Sıpası” “iltifât”ını almanın.
En önemlisi de;
“Güvenilir, emin adam olacaksın; yani adam olacaksın; adam!”
Çırak iç geçirdi, derin derin soluklandı, bir tavı geçen ocağa,
bir de Usta’ya baktı…
“Eve git annen...”
“Yok ben iyiyim; önemli değil ki...”
Kalktı ayağa hızla. Sendelememek için zorlandı; belli etmedi.
Canını yakan demir ona bakıyordu, çoktan soğuyup kararmıştı.
Bir su içti testinin üstüne kapaklanan kalaylı tastan; buz gibi.
Yüreği soğudu, derin bir iç geçirdi ve hemen davrandı…
Sallanacak zaman değildi; iş onları bekliyordu.
“Şuncacık” yaradan bir şey olmazdı…
Kazık kadar erkek adama “ne yazardı?”
“Kedi bilmemneresini görmüş; ben bu yara’dan ölürüm” demişti...
Geçti mandagönü körüğün başına; “Pofff, pofff…”
Karasabanı çeliklemeye kaldığı yerden devam edildi…
Körük çekildi, balyoz sallandı…
Alından fışkıran terler mendilin altındaki tütüne karışıp göze aktı…
Ama çelik uç iyice döğüldü, demire kaynadı, sivriltildi…
Ve çeliğe su verildi taş yalakta, ağır ağır. “Cıssssssss…”
Kızgın demir soluk soluğa soğumaya başladı o nasırlı Usta elde..
Kızılken; mavi, sarı, mor, meneviş’e döndü...
Ve muâre; hayatının en güzel renkleriydi…
“Kırk çeşit su verilir çeliğe, bununki sert olmamalı, kırılır yoksa.”
Çırağa gelince;
O yıldız yağmuru gibi yüzüne püsküren karasaban parçalarının çoğunu yüzünde-bedeninde taşıdı uzun bir süre…
Kimileri yıllar içinde kendiliğinden düştü, başvereni cımbızla alındı…
Ama bir tanesi, alnındaki çelik-mercimek orada gömülü kaldı…
Sağ kaşın hemen üstünde.
Girdiği yer hâlâ ters “T” gibi, alınçizgisi gibi, kerteriz verir.
Ele gelir sertçe. Bastırınca batar; acıtır hâlâ.
Sinüzit röntgeninde orası bembeyaz-delik olarak çıkar hep.
Artık “İhtiyar” olan çırak zaman zaman yoklar, âdeta sever onu…
O, mercimek büyüklüğündeki çelik parçasını 56 yıldır taşır ak alnında o çırak…
Övünç madalyasıdır onun. Alınteri madalyasıdır.
Ata’sının, Usta’sının, Can’ının, Koca Çınarının “Eşşeksıpasına”taktığı en büyük “Övünç Madalyası”dır.
Onunla dönecektir karatoprağa, Ata’sının, Usta’sının bir yıl önce bugün döndüğü yere…
Onunla birlikte karatoprak olmaya. Hiç’liğe, hiç olmaya varmaya…
ÖRS ve EL ayrı düştü; seni çok özlüyorum Ustam.
65 yıllık örsün ve mübarek ellerinin kokusu sinmiş çekicin çalışma masamda; güzel hayatımın onurlu anıtı.
Yavrularıma kalacak; nereden geldiğimizi bilecekler...
Demirci yapmadın beni; kuşak kuşandırmadın; okuyacaksın dedin.
Okuyorum gece-gündüz. Senin bildiğin sırra vâkıf olmak için.
Ve ben hâlâ demirle uğraşıyorum; heykel yapıyorum.
Kıvılcımlardan maskelerle korunuyorum...
Çünkü yarama tütün basacak babam-ustam yok artık.
Çok okuyorum, çok öğreniyorum, ama senin öğrettiklerinin hiçbiri yazmıyor koca-koca âlimlerin kitaplarında.
Merak etme hiç doğmadı üstüme güneş; doğsa da ısıtmıyor senin yeşil benekli, çatık kaşlı “takdir”dolu sıcak bakışın kadar.
Çekiç sesleriyle çınlattığımız o yerler şimdi adını taşıyan koca bir park. Mamak’ımızın çocukları koşup oynuyor;
Dünya güzeli yeni “eşşek sıpaları...”
“Erkek adamın üstüne güneş doğmaz!” derdin; doğmuyor hâlâ...
Orada, yattığın o karatoprakta da güneş yok Baba ama sen varsın Ata’m,“Güneşim”…
Yetmiş yıllık aşkın; hasretine dayanamayıp hemen ardından gelen, usulca, sevdâlıca yanında toprağa uzanan, arkandan koşup beline sarılan, sırtına tırmanan büyük aşkının, sevdiğinin, 17’sinde sana varanın “Sarı Saçlı” “Şâziye”nin “Demirci Süleyman”ı…
Son Demirci!