Türkiye’nin her zaman birbirine zıt iki yüzü vardır. Bir yanı çağın yüzyıllarca yıl gerisine düşen, toplumun dünyayla eşzamanlı gelişimine fren olan, zihnine ipotek konmuş, kendi sınıf çıkarlarının tam tersi yönde politikaları savunan siyasî partilere oy vermekte beis görmeyen geniş kitlelerin varlığı bir gerçek olmakla birlikte, diğer yanı çok daha ince bir katman hâlinde, solmakta olan umut fenerlerini kıvılcımlandıran üretken, çalışkan, çağdaş değerlerle düşünen insanlardan oluşur. Türkiye, geçmişte olduğu gibi bugün de bu ince humuslu toprak katmanı benzeri değerli yüz ağartan insanlarının yüzü suyu hürmetine, bütün engellemelere rağmen ilerliyor. Türkiye’nin bu nadir eserler galerisindeki dünya çapında ses getiren, kendi alanlarında sahici anlamda ‘asrın lideri’ olarak nitelenebilecek olağanüstü kültür aktörlerinin varlığıyla övünebilmek bile, yine küçük bir azınlığın ayrıcalığı olarak kalır. Bu küçümsenecek bir kazanım mıdır? Türkiye bir parça da olsa dünyayla eşzamanlı bir alış-veriş içine girebiliyor, niteliksiz ve liyakatsiz yöneticilerinin yol açtığı saygınlık yitimini kültür aracılığıyla telafi edebiliyorsa, bu istisnai insanları sayesindedir. Sanatçılar, bu yüz ağartan topluluğun en özel ve ayrıcalıklı kesimini oluşturur. Sanatın her alanında Türkiye’nin ileri bakan yüzünü temsil eden temsilcileri, artık yalnızca dünya standartlarında eser vermekle, icra yapmakla kalmıyor, benzerleri arasında özgün rehberlere dönüşüyorlar. Cumhuriyet’in yetiştirdiği öncü sanatçılar önemli mesafeler kat edilmesini sağladı. Bugün farklı kuşaklardan genç temsilciler, üst düzey sanat üretiminin çeşitli örneklerini dünyanın en saygın kurumlarında veriyor. Bu sanatçıların arasında istisnai bir icra ustalığına sahip özel bir isim olarak Emre Yavuz’u saymak gerekiyor.
Emre Yavuz, yalnızca mükemmel bir piyanist olarak belirginleşmekle kalmayan, bütün maddî ve manevî varlığını müziğin ruhuyla bütünleştirebilen bir sanatçı niteliğini taşıyor. Emre Yavuz, çilehaneye kapanan bir sûfî ya da sarp dağların doruklarında dünyanın ruhuyla buluşan bir Budist gibi düşünsel bir yolculuk yaptıktan sonra, dinleyicinin karşısına, onu yumuşak bir güçle büyüleyen yeni bir sürprizle çıkıyor. İyi bildiğimizi düşündüğümüz bir bestecinin, hiç bilmediğimiz bir üslûpla yapılmış portresini sakin bir şekilde baş ucumuza bırakıyor. Üstelik bu sıra dışı yorumu, titiz bir çalışmanın ürünü olarak damıtırken, ne pop star edasıyla müzik-dışı personasını öne çıkarıyor ne müzik endüstrisinin bir kuklasına dönüşüyor. Emre Yavuz, kişilikli duruşuyla temiz bir iş çıkarmanın dinginliğini taşıyan mütevazı bir sanatçı olarak görünmeyi tercih ediyor. Rahmaninof albümünden sonra bu kez Ravel’in dünyasına dalmayı tercih etmiş.
Emre Yavuz’un Alman TYXart firmasından yayınlanan Maurice Ravel: Très Franc başlıklı albümü, bestecinin her döneminden önemli piyano eserlerini bir araya getiriyor. Bazıları birkaç parçanın bir araya gelmesinden oluşan altı eser, Maurice Ravel’in (1875-1937) sanat hayatının farklı dönemlerini temsil etmesi bakımından önem arz ediyor. Jeux d’eau (Su Oyunları) başlığını taşıyan ilk eser, bestecinin Paris Konservatuarı’nda öğrenci olduğu yıllara aittir. Resim sanatında dönemin etkili akımı İzlenimcilik’in müzikte karşılık bulan önemli kilometre taşlarından biri olarak nitelenebilir. Ravel, izlenimci uslûbun öncüsü Claude Debussy’nin (1862-1918) izinden gitmiş ancak kendi özgün kompozisyon anlayışını, daha en genç yaşlarından itibaren onunkinden ayırmayı bilmiştir. Bununla birlikte, izlenimci nitelemesi, Ravel’in kabullenmeye pek gönüllü olmadığı bir adlandırmadır. Sonuçta besteci, doğanın şeylerinde ya da insanî durumlardan etkilenerek izlenimlerini stilize bir şekilde müzik diline dönüştürmeyi, diğer bir deyişle gözlemlediği ya da hayalini kurduğu imgelerin kendi öznelliğinde bıraktığı izlenimleri seslerle ifade etmeye dayalı temel besteleme anlayışını benimsemişti. Jeux-d’eau’da Ravel su çağrışımı yapan ses ilişkileri kullandığı gibi, yeni çağın deneysel tekniklerinin kapısını da aralar. Daha sonra eserlerinde sıklıkla görülecek olan minör ikili – majör yedili (ayna yansıması), pentatonik dizilerden (Avrupa romantik estetiğin majör üçlü – minör altılı simetrisinin bir nevi alter egosu) yararlanma, politonalite (farklılıkların bir arada yaşayacağı bir dünyaya doğru) ve glissando’lar (akışkanlığın yeni değer olacağı yeni çağa doğru), daha en başından bu eserde görünmeye başlamıştır.
İkinci sırada, beş bölümlü Miroirs (Aynalar) başlıklı eser yer alıyor. Miroirs, Jeux d’eau’dan birkaç yıl sonra 1905’te tamamlanmıştır. Piyanoyu amatör düzeyde çalanların dostu denemeyecek bir eser olan Miroirs, dinleyiciyi bir resim galerisine davet eden çağrı gibidir; orada birbirinden ilginç beş tabloyla karşılaşırız. Birinci bölüm Noctuelles (Güveler) adını taşır; Ravel bu parçada uçuşan bir ses elde ederek güvelerin uçuşunu yansıtmayı hedeflemiştir. İkinci bölüm Oiseaux tristes (Hüzünlü Kuşlar), Ravel’in bir gün ormanda yürürken duyduğu kuş sesinden esinlenerek, epeyce deneysel bir anlayışla yaptığı bir bestedir. Üçüncü bölüm, Une barque sur l’océan (Okyanus Üstünde Bir Kayık), tek bir insanın sonsuzluk içindeki yalnızlığı ve tekilliğini simgeleyen bu parça, yumuşak dalgalardan sert olanlarına kadar çeşitli etkilerle kayığın sallanmasını anlatır. Dördüncü bölüm, İspanyolca bir başlığa sahiptir: Alborado del gracioso (Soytarının Sabah Şarkısı). Annesi Bask olan Ravel, her zaman İspanyol kültürüne yakınlık göstermiştir. Çalınması teknik olarak zor ve zorlayıcı olan bir eserdir. Bu eser, hükümdara kimsenin söyleyemediklerini söyleme hakkına sahip olan soytarının, yalnız kaldığı zaman kendine söylediği şarkının, onun ruh hâline bir ışık tutması olarak yorumlanabilir. Nihayet beşinci bölüm, La vallée des cloches (Çanlar Vadisi) başlığını taşır. Çeşitli tipte çanların (yalnızca kilise çanları değil), birlikte ortaya çıkardıkları uyum ve kakışımın, özgün bir çokseslilik yapısını nasıl oluşturduğunu göstermeyi amaçlar. Miroirs, kompozisyon dokusu olarak olmasa da izlenim resimlerini bir araya getirmesi açısından Cemal Reşit Rey’in (1904-1985) Enstantaneler’ini (1931) andırır. Nitekim, Rey’in bu ünlü orkestra eseri, beş İstanbul resminden (“Senfonik İzlenimler”) oluşur (1. Balıkçılar ağa çekiyor; 2. Kör dilenci kadın; 3. Eyüp’te güvecinler; 4. Boş cami içi; 5. Bayram). Ayrıca, gerek izlenimci üslûbu öncelemesi gerek biyografik özellikleri bakımından Maurice Ravel ve Cemal Reşit Rey’in çarpıcı benzerlikleri vardır.
Albümün üçüncü eseri, Sonatine başlığını taşıyor. Sonatine, Novocento dönümünde, yeni bir çağın tınısını ve ses kurgulama anlayışının ilk ipuçlarını veren, ancak aynı zamanda geçmişle bağını koruyan bir kavşak işaret levhası niteliğini taşıyor (“sağa dönmek yasaktır”!). Emre Yavuz, Sonatine’i bu nedenle bir mücevher parçası olarak niteliyor. Bu küçük sonat, 1. Modéré; 2. Mouvement de Menuet; 3. Animé başlıklarını taşıyan üç bölümden oluşuyor.
Albümün dördüncü eseri, en eski tarihli (1895) olup genç Ravel’in ilk bestelerindendir. Menuet antique’in, adının çağrıştırdığı şekilde “eski üslûpta Menuet” olmadığını, hatta Menuet olmadığını en başta belirtmek gerekiyor. Ravel, garip eser isimleriyle, örneğin bir Erik Satie kadar olmasa da, kimi zaman alışılmadık ya da ironik başlıklar koymuş olmasıyla bilinir. Menuet antique’in, ne Menuet ne antik olan, bununla birlikte Ravel’in henüz ona özgü üslûbunu tam oturtmamış olduğu erken dönemden bir anı niteliğini taşıdığı ifade edilebilir.
Albümde beşinci olarak, Valses nobles et sentimentales (Asil ve Duygusal Valsler) adlı eser geliyor. Ravel’in Viyana müzik ortamına ve özellikle Franz Schubert’in (1797 – 1828) müziğine özel hayranlığı vardı. Bu eser, vals biçimini izlenimci anlayışla yorumlayan bir yaklaşımın ürünü olarak not edilebilir. Sekiz kısa bölümden oluşan Valses nobles et sentimentales, eski biçimle yeni ifadelerin nasıl kurulabildiğinin de güzel bir örneği olarak kabul edilebilir. Sekiz bölümün birincisi, albüme adını veren “Modéré – Très franc” (Mûtedil – Çok açık ve dürüstçe), yorumcuyu hem puslu dolaylı bir üslûp benimsemeden icra etmeye yönlendirir hem bir soru işaretiyle baş başa bırakır; zira ‘açık ve dürüst’ kavramsal anlamda çok belirgindir de müzikal yorum olarak aynı oranda bulanıktır. Diğer bir deyişle, kavram olarak tereddüde yer vermeyecek şekilde belli olan ifade, müzik diline taşındığı zaman paradoksal olarak belirsiz hâle gelmektedir. Klasik anlayışta bölüm başlıkları genellikle tempoyu, ama aynı zamanda kabaca verilmesi istenen duyguyu da (daha ziyade romantik anlayıştan itibaren) yorumcuya işaret eder. Barok üslûpta bu tür bir başlık pek kullanılmaz; zira biçim ve çalma anlayışı geleneksel olarak yapılanmıştır. Sanatçının belli bir özgürlük iddiasını ortaya koyabildiği dönem, bireyin taçlandırıldığı sanayi çağı olmuştur. O nedenle, romantiklerden itibaren eser bölümlerine daha nüanslı ve duyguları da vurgulayan başlıklar verilmeye başlanmıştır. Ravel, “Très franc” ifadesiyle kendinden beklenen bir müstehzi tutuma uygun olarak, yorumcuya hem kolay hem zor bir ödev vermiş olur. Emre Yavuz, bu tuzağa düşmeden elbette harika bir yorum getiriyor; dosdoğru ve dürüstçe. Eserin diğer bölüm başlıkları (valsler) şöyle sıralanıyor: 2. Assez lent; 3. Modéré; 4. Assez animé; 5. Presque lent; 6. Vif; 7. Moins vif; 8. ÉPILOGUE – Lent. Birinci bölüm kadar diğerleri de piyanist için hem çok açık hem belirsiz bir özellik arz ediyor; zira örneğin “Moins vif” (daha az canlı) çalabilmek, ancak “Vif” (canlı) yorumunu iyi belirleyerek olur. Burada bir nevi metinlerarası bir bağlantı kurulduğu belirtilebilir. Aynı şekilde “animé” (hareketli, canlı) ile “vif” (canlı) arasındaki icra farkını bulabilmek için piyanistin teknisyen değil entelektüel olması gerekir; zira aradaki fark hem görelidir hem felsefî bir düşünüm gerektiren niteliktedir.
Albümün son eseri olarak, diğerlerine oranla genel dinleyicide daha fazla bilinirliği olan, 1899 tarihli Pavane pour une infante défunte (Müteveffa bir kız çocuğu için Pavane) adlı parçayı keşfediyoruz. Yine Ravel’in konservatuar yıllarından bir eser olarak, bir geçiş dönemi özelliği arz ediyor. Emre Yavuz’un yorumunda, bütün gürlük incelikleri sergilenen eser, puslu bir bütün olabilecekken her bir notası berrak, duru bir akarsuya dönüşüyor.
Emre Yavuz’un icrasının en belirgin özelliklerinden birinin, gürlük düzeylerini çok mikro basamaklara ayırabilecek kadar incelikli olabilmesi olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Handiyse mevcut gürlük belirteçlerinin (pianissimo, piano, mezzo-forte, forte, fortissimo, vb.) yetersiz kaldığı bir icrayla karşılaşarak şaşırıyoruz. Diğer önemli becerisi ise pedal kullanımında son derece titiz ve incelikli davranabilmesidir. Hiçbir eser bir ses karmaşasına boğulmadan, gerektiği kadar uzayarak icra ediliyor. Tını duruluğunun anahtarı iyi pedal kullanımı, Emre Yavuz’da üst düzeyde gelişmiş bir nitelik olarak gözlemleniyor.
Yıllar önce Emre Yavuz’un icrasını tanımlarken “kadife eldiven içinde demir yumruk” nitelemesini kullanmıştım. Bugün daha olgun bir düzeye varmış olan Emre Yavuz’un eldiveninin kadifesi daha yumuşak, içindeki yumruğu daha kararlı. Maurice Ravel: Très Franc tam bir derin emek ürünü; yalnızca teknik becerisiyle değil zihniyle, düşünsel birikimiyle çalan istisnai bir piyanistin günışığından damıtılmış imzası.
Emre Yavuz: Vigoureusement Franc!
ALİ ERGUR
1 Haziran 2025, Denizli