Bugün köşeyi sinema kaptı…
Kararlılık ve diretmek… Azim ve Israr… Hayal ve Sebat…
Bunları gösteren bir filmden, ODTÜ Mezunlar Derneği’nin yazlık sinemasında gördüğüm Pascal Plisson’un 2012 yapımı belgeseli “Sur le Chemin de l’Ecole”- “Okul Yolunda”dan söz edeceğim.
Kenya, Patagonya, Fas ve Hindistan’dan 11-12 yaşlarında dört çocuğun okula giderken başlarından geçenleri İstanbul’da yaşayan 11 yaşındaki torunumun da görmesini istedim. Bilgisayar başında oyun oynamak ya da izlemek dururken böyle bir filme gitmeyi çekici bulmadı: “Nasıl gidiyorlarmış? Limousine’le mi? Ben yürüyerek gidiyorum. Okulum yakın. Onların nasıl gittikleri beni ilgilendirmiyor” dedi. Epey dil döktüm, sonunda istemeye istemeye geldi. Asılmış suratını güldürmek umuduyla her türlü zararlı yiyecek ve içeceği aldım. Ve film başladı:
Kenya’nın savanlarında yaşayan Jackson avuçlarıyla kuru toprağı kazıyor; çıkan suda pantalonunu, gömleğini yıkıyor; sonra köyüne dönüyor, sandaletini onarıyor, anababasının işlerine yardımcı oluyor. Ertesi gün okula gidecek. O gün bayrağı göndere çekmek onun görevi; onun için acele etmesi gerek. Kendinden bir yaş küçük görünen kızkardeşi Salome ile birlikte ertesi sabah yola çıkıyorlar. Babaları sıkı sıkı öğütlüyor: “Fillerden uzak durun; sizi görür de kovalamaya başlarlarsa kaçın!” İki kardeş ellerinde birer sopa, dağları bayırları kah yürüyerek kah koşarak aşıp 15 km.’lik tehlikeli bir yolculuğun sonunda savanın ortasındaki okullarına bayrak töreni başlamak üzereyken yetişiyorlar.
Plisson, senaryosunu da yazdığı filmde dört ayrı öyküyü birbirine koşut olarak anlatıyor:
Atlas Dağları’nda yaşayan Faslı Zahira (Zehra) keçi yollarından inip yolun bir noktasında iki kız arkadaşıyla buluşuyor. Üç kız, bütün hafta kalacakları yatılı okula giderken yolun uzunca bölümünü yayan kat ediyorlar. Ayağı burkulan arkadaşlarını yola devam için yüreklendiriyorlar. Bir gayret, dağı aşıp yola iniyorlar. Güç bela, kendilerini okulun olduğu yerleşime götürmeye kabul eden bir kamyonet bulunca koyunların arasına binip ayakta gidiyorlar. Çocuklar okula gecikme telaşı içindeyken, sürücü yol ortasında durup namazını kılıyor. Günün sonuna doğru okulun olduğu yerleşim yerine varınca doğruca pazara giderek köyden getirdikleri tavuğu çerezlerle değiş tokuş ediyorlar…
Patagonya’dan Carlo, hava koşulları ne olursa olsun, her gün kendinden birkaç yaş küçük kız kardeşini terkisine alıp at sırtında dere tepe düz giderek 17 kilometre ötedeki okuluna ulaşıyor.
Bengal körfezi kıyısında yaşayan Hintli Samuel engelli bir çocuk: yürüyemiyor. Kendinden yaşça küçük kardeşleri derme çatma bir tekerlekli sandalye üzerinde, biri itip öteki çekerek onu her gün kah tozlu, kah çamurlu yollarda bata çıka okula götürüp getiriyorlar.
Belgeselin çocuk kahramanları, büyüklerinin de yüreklendirmesiyle, içinde bulundukları “yoksulluktan, cehaletten” kurtulmak istiyorlar. Kimi pilot olmayı koymuş kafasına, kimi doktor, kimi veteriner, vb… Çekimler bittikten sonra Jackson’ın burs aldığını, Carlos’un yatılı okul sınavını kazandığını, böylece atın önüne oturmaya pek meraklı küçük kız kardeşinin artık at üstünde tek başına okula gidip geleceğini öğreniyoruz film biterken.
“Daha iyi bir hayat” için her gün saatlerce süren okul yolunda sayısız engeli aşan azimli çocukları 75 dakika boyunca kah gerilerek, kah gülerek izledik.
Film bittikten sonra, torunum “Fena film değilmiş, di mi? Ben sevdim” dedi. Türkiye’de de kara kışta zorlu yollar kat edip okula giden çocuklar olduğunu söyledim. Pek çok çocuğun eğitimini sürdürmesini sağlamış olan yatılı bölge okullarının kapatılmasını, TEOG karmaşasını, eğitimde nerden nereye geldikten sonra nereye gitmekte olduğumuzu kaygıyla düşündüm; söylemedim…
Sonra düşündüm ki, yaşadıkça çare tükenmez! Aklıma, Çarlık Rusyası yerel dillerin okullarda okutulmasını yasaklayınca Ermeni halkının çocuklarına Ermeni abecesini, dilini, kültürünü evlerde oluşturdukları küçük okuma gruplarında öğrettikleri geldi. İnsan aklı çalıştıkça, çare tükenmez.