Bu kez köşede sinema var.
Ankara’nın güzel yaz akşamlarını daha da güzelleştiren yazlık sinemalardan birinde ünlü İngiliz yönetmen Ken Loach’un 28. sinema filmi, 2014 yapımı Jimmy’s Hall’u izleyebildik. Özgün adı “Jimmy’nin Salonu” biz Türkiye’deki izleyiciler için yeterince çekici bulunmadığı için olsa gerek, “Özgürlük Dansı” adıyla gösteriliyor film.
Ken Loach, “solcu”luğuyla öne çıkan bir İngiliz yönetmen… “Solcu” tanımının içini dolduracak biçimde, güçlünün karşısında güçsüzün yanında yer alması, sesi duyulmayanların sesini duyurma çabasıyla tanınıyor: İsrail Devleti’nin Edinburg Uluslararası Film Festivali’ne küçük de olsa parasal destek sağlamasına karşı çıkması… Siyonizm karşıtı bildirilere imza atması… İsrail’e karşı Filistinlilerin, Rusya’ya karşı Çeçenlerin yanında yer alması… Wikileaks belgeleri nedeniyle Julian Assange Londra’da tutuklandığında, bırakılması için mahkemeye kefalet ödemeyi öneren sekiz kişiden biri olması… Yalnızca bireysel çıkışları değil, yaptığı filmler de siyasal duruşunu yansıtıyor elbette. Özellikle İrlanda bağımsızlık savaşını konu alan iki filmi Muhafazakâr Partili milletvekillerinin sert eleştirilerine yol açtı. 2006’da Cannes’da Altın Palmiye ödülü aldığı film (The Wind That Shakes the Barley/ Özgürlük Rüzgârı) kendi ülkesinde bazı olumsuz tepkiler çekti: Yönetmen İngiltere’den aldığı parayla IRA yanlısı film yapmakla suçlandı; “Ken Loach ülkesinden neden böylesine nefret ediyor?” başlıklı yazılar yazıldı.
Ken Loach, son filmini yine İrlanda’da çekmiş. Bu kez bağımsızlık savaşı ve iç çatışmalardan on yıl sonra, 1932’de, özgür İrlanda’nın durumunu bir kişinin yaşadıkları üzerinden gözler önüne seriyor. Unutulmuş -bu kez özgür İrlanda yönetimi tarafından unutturulmuş- bir İrlandalıyı gündeme getiriyor. Ülkesinden sınır dışı edilen tek İrlanda vatandaşını, sosyalist James Gralton’u anımsatıyor. Babası küçük çiftçi olan Gralton’un annesi gezici kütüphane çalıştırırmış. Okulu 14 yaşında bırakmış, Birleşik Krallık donanmasına girmiş; ülkenin İrlanda’ya yönelik politikasına öfkelenip donanmadan ayrılmış; liman işçiliği, maden işçiliği derken bir gemide iş bularak New York’a gitmiş. Orada çalışırken sosyalizmle, sendikacılıkla tanışmış. Bir süre sonra İrlanda’ya dönünce köyünde açtığı kültür merkezi Loach’un filmine de konu olan yer… İnsanların yalnızca yeni danslar, şarkılar öğrendikleri, dans edip şarkı söyledikleri bir yer değil; marangozluk gibi beceriler kazandıkları, resme başladıkları, boks yaptıkları, ozanları okuyup tartıştıkları bir buluşma yeri… Ne var ki, bu salon “özgürlük” öncesinde de sonrasında da siyasal yönetimi rahatsız edecektir.
1919-1921 arasındaki İrlanda’daki bağımsızlık savaşının sonuna doğru İngiliz Ordusu Gralton’un salonunu yıkınca o da yeniden New York’a gitmiş. 1922’de başlayan iç savaşa katılmamış. Ancak 10 yıl sonra, ağabeyinin ölümü üzerine, annesinin yanına, köyüne geri gelmiş. Loach’un filmi burada belgesel görüntülerle başlıyor. İç savaş bitmiş, İrlanda ikiye bölünmüştür: Özgür İrlanda Devleti ile Birleşik Krallık’ın bir parçası olan Kuzey İrlanda… Gralton, Özgür İrlanda Devleti’nin ilerici düşüncelere daha açık olacağını umsa da siyaset yapmaya istekli değildir. Köyün gençlerinin dinmeyen ısrarıyla salonunu yeniden açar. Ancak, Katolik Kilisesi ile egemen sınıflar bu salonu ücretsiz olarak halka sunan kişiyi tehlikeli ve yıkıcı bulmaktadır. Salonda öğretilen “tap dance” İrlanda geleneklerine aykırı, ahlâk bozucu bir dans olarak nitelenir. Filmde, yaşlı rahip burada çalınan caz müziğiyle edilen dansın “en karanlık Afrika”dan İrlandalıların ahlâkını bozmak için getirildiğini öne sürer. Salondaki danslı eğlenceye katılanların adlarını tek tek saptayıp Pazar günü kilisede okur: “Bu salonda kötülüklerin temeli atılıyor. Gralton komünist ve ateist! Toplumumuz bir seçim yapmak durumundadır: ya İsa, ya da Jimmy Gralton’un salonu!” der. Salona gelip gidenlerin kimi dinsizlikle suçlandıkları, hakarete uğradıkları için üzülür, kimi öfkelenir. Gralton, rahibe “Eski bir baraka neden tehlikeli olsun? Biz orada düşünüyoruz, konuşuyoruz, öğreniyoruz, dinliyoruz ve dans ediyoruz. Gelin, izleyin” çağrısını yapar. Katı duruşundan caymayan rahip aslında gramofonu merak ettiğini söyleyecektir genç meslektaşına. Daha sonra odasında gramofon dinlerken bu kez şunları diyecektir: “Gralton bana ‘Yüreğinizde sevgiden çok nefret var’ dedi.” (Kalın çizgilerin inceliklerle işlendiği filmin ayrıntılarına girmeden konunun kısaca anlatımını sürdüreyim:)
Gralton’un arkadaşları onu yeniden sınıf savaşımına çekerler: köylülerin topraklarına el koyan ağalara karşı onun tanınmışlığından, çekici kişiliğinden yararlanmak için Gralton’u ortaya sürerler. O da “Yaşamımızın kontrolünü elimize almamız gerek! Özgür insanlar olarak yaşamak, kutlamalar yapmak, dans etmek hakkımız!” diye seslenir. Sonunda özgür İrlanda’nın genç yönetimi hiçbir yargılama yapmaksızın James Gralton’u “istenmeyen yabancı” olarak duyurup sınırdışı eder.
Film, yaşlı rahip, asker ve toprak sahiplerinden oluşan yerel ileri gelenlerin Gralton’un sunduğu farklı dünya seçeneğini yok etmek için ne denli öfkeyle, korkuyla ve elbirliğiyle savaştıklarını anlatıyor. Tarihsel gerçekleri bireylerin yaşamına ilişkin düş ürünü ayrıntılarla zenginleştiren bir Ken Loach filmi daha görmüş oluyoruz. Belleğimizden silinmeyecek sahneler, kulağımızdan gitmeyecek sözlerle…
Filmin senaryosunu yazan Paul Laverty, tarihsel belgelere ulaşmak istediğinde İrlanda Cumhuriyeti’nde tek bir yazılı belge bulamamış konuyla ilgili. Diyor ki: “Aklıma Milan Kundera’nın romanı Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’ndaki açılış tümcesi geldi: ‘İnsanın güce karşı savaşımı, belleğin unutmaya karşı savaşımıdır.’” Gralton’la ilgili hiçbir resmi belge bulunmuyor, adını duymuş olanlar da onu -eski düşmanlarının tanıttığı gibi- “Katoliklere sabah, öğle, akşam okuyageldikleri duayı okumamalarını söyleyen adam” olarak biliyor! İşte bu ortamda Ken Loach’un yaptığı iş yine belki bazı fincancı katırlarını ürkütebilir ama köprünün altından çok sular aktı, İrlanda da 80 yılda değişti, diye düşünüyoruz- bizim de bir gün iyi yönde değişeceğimizi umarak…