Glasgow’da bir öğleden sonra eski kitap satan dükkânları dolaşıyordum. İlginç olmayan birkaç kitabın arasında “Bir Dâhinin Çıplak Yüzü” isimli eser dikkatimi çekti. Bu, Bartók’un Amerika’da geçirdiği, hayatının son yıllarının hikâyesiydi.* Yazarı Agatha Fassett, Macaristan’da müzik tahsili yapmıştı. Çok sade ve etkileyici bir stilde yazılmış olan bu kitap için J. B. Priestley, “Okuduğundan beri bir türlü aklından çıkaramadığını” söylemişti.
Bartók Amerika’da geçirdiği, yaşamının son 5 yılında kendini hep sürgünde hissetmişti. Amerika’ya kendi kararıyla gelmişti. Hitler’in ordularının Macaristan’a giderek yaklaşmaları, bestecinin Nazi doktrinine karşı duyduğu nefret, burada etkili olmuştu. Yakın dostu Zoltán Kodály de bu doktrine karşı aynı hisleri paylaşıyordu. Her ikisi de Nazi partisinin emrinde çalışmak istemiyordu. Bartók ülkesine derinden bağlıydı, memleketini terk etme fikri ona kâbus gibi geliyordu. 59 yaşından sonra, yeni ve güç şartlarda bir hayata alışmanın getireceği problemlerin dışında, yaşamını çalışmaya adamış olan besteci, Amerikan ortamında verimsiz olabileceğini düşünerek endişeye kapılmıştı. İç huzuruyla yaşamak için, mütevazı da olsa, belirli bir gelirin eline geçmesi lazımdı. Memleketinde verdiği konserler, eserlerinden aldığı telif hakları, Budapeşte Müzik Akademisi’ndeki hocalığından aldığı ufak maaş ve gelecekteki emekliliği rahat kafayla çalışmasını sağlıyordu. Amerika’ya elinde hiçbir güvence olmadan sığınmıştı. Ufukta tek bir proje görünmüyordu. Bu arada yazılarının, eserlerinin ve Romen folkloru üzerine yayınlanacak makalelerinin bulunduğu sandıklar da Avrupa’dan taşınırken, yolda kaybolmuştu. Geçmişle olan tüm bağları kopmuş gibiydi.
Agatha Fassett, Bartók ve eşi Ditta ile piyanist Ernö Balogh’un evinde tanışır. Besteciyi Budapeşte’deyken uzaktan görmüş; zayıf, dimdik yürüyen, çevresiyle ilgisiz olan bu insanı hep hatırlamıştır. Macaristan’da da - tıpkı sonra Amerika’da olacağı gibi – Bartók’un müziğinin coşkulu taraftarları olduğu kadar, şiddetli aleyhtarları da vardı. Bu durumda müzikseverler kendilerini taraf tutmaya adeta mecbur hissediyorlardı. O gece bestecinin etrafında dostları vardı. Ancak Bartók yine mesafeli duruyordu. Her ne kadar çaba gösterse de, onlardan biri değildi.
Yazar zamanla Ditta ile dost olur. Agatha Riverdale’de 3242 Cambridge Avenue’deki, Bartók’un kendini mutlu hissedeceği, duvarları saran güllerin süslediği güneş içindeki evi bulur. Budapeşte’deki evlerini biraz anımsattığı için Bartók’lar burayı çok severler. Ayrıca bestecinin Columbia Üniversitesi’ndeki işine, Riverdale’den direkt metro ile gitmesi olumlu bir ayrıcalıktır. İkinci el, ucuz eşya bulmakta da çok yardımı dokunur Agatha’nın. Kısıtlı imkânlara rağmen, iki hanım yeni daireyi kısa zamanda döşerler. Ancak Bartók bu durumdan pek memnun değildir. Bu kadar eşyaya çok az masraf ederek sahip olmak onu rahatsız etmektedir. Folklor araştırmaları yaparken birçok fakir köyde dolaşmış, köylülerin bir masayı, iki üç sandalyeyi, bir yatağı ne kadar güçlükle aldıklarını, bunu yapabilmek için bazen yıllarca uğraştıklarını görmüştü. Besteci için zorlukla elde edilen bu basit eşyalar, birkaç saat içinde ucuza toplanan yeni evin mobilyalarından kat kat kıymetliydi. Bartók bu alınan eşyaların makine işi olduğunu ümit ettiğini, eğer el emeğiyle yapılmışlarsa, vicdanının asla rahat etmeyeceğini ifade eder.
Agatha Fassett’in Vermont’ta büyük bir evi vardır. Besteci ve eşini tatil için oraya davet eder. Bartók masraflara katılmak şartıyla, bu çağrıyı kabul eder. Besteci ve eşi bir sabah erkenden çıkagelirler. Bartók yine etrafından kopuk, her zamankinden daha solgun, adeta bir hayalet görünümündedir. Ditta yazara, bestecinin çok hasta olduğunu, giderek halinin kötüleştiğini eve gelince anlatır. Kolunda birkaç zamandır hissettiği ağrının konser vermesine engel olacağını düşünerek paniğe kapılmasından, bu kritik anları ürkütücü bir sükûnetin takip etmesinden bahseder.
Çiftlik evinde günler ağır ağır geçmektedir. Bartók etrafıyla uyum sağlamaz, onunla her gün yeniden tanışmak gerekir. Mermer gibi soğuk ve ifadesiz yüzü en beklenilmeyen anlarda canlanır. Ufacık bir ayrıntıyı bile fark ettiği o zaman anlaşılır. Bu, lezzetsiz bulduğu ekmekten, elektriği olmayan çiftliğin jeneratörünün çıkardığı sese kadar gider. Bestecinin kulağı son derece hassastır. Kokular, renkler ve tatlara da aynı derecede duyarlıdır. Bartók çiftlikteki patırtıdan rahatsızdır. Özellikle jeneratörün çıkardığı gürültünün yaz gecelerinin dengesini, ritmini bozduğundan şikâyet eder. Planladığı beste çalışmasını bu şartlar altında yapamayacaktır. Besteciyi rahat ettirmek için jeneratör durdurulur ve geceleri gaz lambaları kullanılmaya başlanır. Odasının büyük bir kısmını kaplayan masanın üstü, notalarla doluydu. Oyun kâğıdı gibi bunları birleştirip bir deste haline getiriyor, sonra fal açar gibi masanın üstüne teker teker diziyordu. Bunlar Romen halk şarkılarıydı, gelecekte yayınlanacaktı.
Bartók evin içinde çok dolaşıyordu. Beklenilmeyen yerlerden ev sahibesinin karşısına çıkıp, onu biraz ürkütüyordu. Kendini daha kuvvetli hissettiği bir gün açık havaya çıktı. Evin yanında olan ahıra girmesiyle çıkması bir oldu. “Bu korkunç karışıklığa nasıl tahammül ediyorsunuz? Bu nasıl bir ziyankârlıktır? Burası işe yarayacak, kıymetli şeylerin mezarlığı gibi…” Bartók bu sözlerinde haklıydı. Agatha çiftlikle meşgul olamıyordu, ancak evi kullanıyordu. Besteci için bu, kabul edilemeyecek bir durumdu. Çiftlikte, oraya layıkıyla bakacak bir ailenin oturması yakışık alırdı. Büyük şehirden gelen bir sömürücünün böyle bir yere yerleşmesi abesti.
Bartók hiçbir eşyayı ziyan etmezdi. Ufacık bir silgiyi, bir kalemi günün birinde tekrar kullanılır düşüncesiyle saklardı. Giysilere de aynı özeni gösterirdi. Hep annesinin evinde gördüğü disiplinli ortamı özledi. Babasını çok küçük yaşta kaybeden besteciyi annesi tek başına büyütmüştü. Mariz bir çocuktu, yıllarca vücudunda yaralar çıkmıştı. Bu itici görüntüye tahammül eden tek kişi annesi olmuştu. Yaşıtı olan çocuklar ise ona en azılı düşmanları gibi görünmüştü. İyileştikten sonra bile, çocuklarla hiç oynamamıştı.
***
Ditta ile bestecinin oğlu Peter, Macaristan’ı geçici bir Amerikan vizesiyle terk etmeyi başarmıştı. Ama nerede olduğuna dair henüz haber alınamamıştı. Nihayet şubat ayında, Lizzbon’da, Amerika’ya gelmek için vapur beklediğini yazdığı mektup ellerine ulaştı. Bartók, Vermont’tan döndüğünde yine karanlıklara gömülmüştü. Giderek sessizleşiyor, konuştuğu zaman da her şeyin gün geçtikçe daha da kötüleştiğini vurguluyordu. Sıhhati iyi değildi. Planlanmış bir – iki konseri vardı. Bunun dışından hiçbir yeni teklif almamıştı. Harp her tarafı sarmıştı. Ülkesini muhtemelen bir daha göremeyecekti. Columbia Üniversitesi’ndeki işi ise geçiciydi.
Bir gece Agatha’nın telefonu çaldı; Peter gelmişti. Bartók’lar çok mutlu oldular. Genç adamın gelişi onlara ümit ve neşe getirmişti. Bu arada Columbia Üniversitesi de bestecinin işini altı ay daha uzatmıştı. O sıralarda Ditta, WQXR’dan (New York Times’ın klasik müzik radyo istasyonu) Bartok’un eserlerinden oluşan bir program çalmak için teklif almıştı. Ditta günlerce kocasıyla programı çalışmış, en küçük ayrıntının bile üzerinde durarak, çok iyi hazırlanmıştı. Bu beklenmedik radyo programı Ditta için çok önemliydi. Oğulları Peter’ın tamir ettiği eski radyodan besteci onu dinleyecekti. Kaydı tamamladıktan sonra, WOXR’dan metroyla eve dönerken, sürekli aklından “Acaba Béla beğendi mi?” sorusu geçiyordu. Evin eşiğini geçer geçmez Bartók, “İyiydi, çok iyiydi!” diye müjdeledi. “Hakikaten mükemmel bir şekilde çaldın. Benim istediğime en yakın olan icraydı. Saf, sade ve anlaşılır bir yorumdu.” diye devam etti. Sonra ekledi; “Dünyanın en iyi piyanisti olduğunu söylemiyorum. Sadece eserlerimi doğru şekilde çalıyorsun. Bu stili hayatta tutacak ve devam ettirecek olan insansın.”
O kış Bartók, Columbia Üniversitesi’ne haftada iki kez gitmeye devam etti. Ama bu iş onu artık yormaya başlamıştı. Besteci giderek güçten düşüyordu. Ancak doktorlar bu duruma hiçbir sebep bulamıyorlardı. Sürekli “Dinlenin, kendinizi yormayın” demekle yetiniyorlardı. O sıralarda iyi bir haber aldılar: N.Y. Filarmoni Orkestrası, bestecinin 2 Piyano ve Orkestra için Konçertosu’nun ilk seslendirilişini yapmaya karar verdi. Solist Bartók ve Ditta olacak, Fritz Reiner de yönetecekti. Uzun süre ihmal edilip, sessizliğe terk edildikten sonra, bu konserler yeni bir başlangıç olacak, belki de yeniden kompozisyon yapmasını sağlayacaktı. Provalar Reiner’in usta idaresinde iyi gidiyordu. Bartók’un içe dönük kişiliği tamamen değişmiş, yepyeni bir insan olmuştu. Birkaç hafta önce eline kalem alamayacak kadar hasta olan kişinin, piyanodan o güçlü sesleri elde edenle aynı insan olduğuna inanmak zordu.
27 Ocak 1943’te 2 Piyano Konçertosu Carnegie Hall’de çalındı. Salonu bestecinin hayranları ile ona karşı olanlar doldurmuştu. Yazar icrayı dinlerken çok tuhaf bir hisse kapıldığından söz etmiştir. Provalarda dinlediğinden çok farklı bir müzik kulağına geliyordu. Bartók bambaşka şeyler çalıyordu. Ditta ile iki ayrı dünyada gibiydiler. Besteci doğaçlamanın verdiği hürriyet içinde hareket ederken, Ditta ile orkestra sanki dar bir mekânda sıkışıp kalmışlardı. Konserden sonra sahne arkasında Bartók, gözleri kapalı şekilde bir koltukta uzanmıştı. Çok yorgun duruyordu. Biraz sonra Fritz Reiner geldi, suratı asıktı ve hiç konuşmuyordu. Sonunda bestecinin yanına yaklaştı ve: “Neden böyle yaptın Béla? Kafandan o anda geçen bir fanteziyi tatmin edebilmek için hepimizi nasıl tehlikeye atabildin? Doğaçlamalarını takip etmeye çalışmanın ne kadar güç olduğunun farkına vardın mı?” diye sordu. Bartók Reiner’e cevap vermeden yüzüne baktı. Yine uzaklardaydı, hayattan kopmuştu. Daha sonra taksiyle eve dönerken birdenbire ağzından şu kelimeler döküldü: “Davulcu, kabahat davulcuda! Her şeyi o başlattı. Yanlış bir nota çalınca, kafamda gerçekleştirmem gereken bir fikir doğdu, ben de onu takip ettim. “Bu o kadar mantıklı bir izahtı ki, olanları mani olunamazdı diye kabul etmekten başka çare kalmıyordu”, diye yazıyor Agatha…
Birkaç gün sonra, konçertoyu ikinci kez çaldığında, Bartók kendi partisini notada yazdığı gibi, hiç değişiklik yapmadan çaldı.
Bartók Washington Üniversitesi’nde Prof. Carl Paige Wood ile birkaç zamandır yazışıyordu. Bu üniversitede öğretim üyesi olmayı kabul etmişti ancak Seattle’a taşınmak gözünde büyüyor ve hâlâ tereddüt ediyordu. Riverdale’deki evlerinde rahattı. Ne yazık ki New York’ta aldığı bütün teklifler geçici işler içindi. Çaresizlikten ara sıra Macaristan’a dönmeyi düşündüğü bile oluyordu. Bestecinin durumunun ciddiyetini gören bazı dostları nihayet Ascap’la ilişkiye geçerler. ASCAP’a¨(American Society of Composers, Authors and Publishers) üye olmadığı halde, bu kuruluş Bartók’u hemen kabul eder. Böylelikle bütün sosyal ve tıbbi masrafları da üstlenir. O sırada Harvard Üniversitesi’nden 6 ay sürecek olan bir konferans serisi için davet geliyor. Maalesef 3. Konferansı verdikten sonra, çok beğendiği bu üniversiteye sıhhi sebeplerden dolayı gitmekten vazgeçmek zorunda kalıyor. Artık Seattle’a yerleşme fikrini iyice benimsemiştir. Riverdale’deki evi terkedip New York'da bir otel odasına geçici olarak ailece yerleşiyorlar. Maalesef besteci yine çok hastalanıyor ve hastaneye kaldırılıyor. Harvard Üniversitesinin maddi yardımıyla yapılan testler yine hiçbir sonuç vermiyor. Bu karanlık dönemde, mutlu birkaç olay oluyor. Bir sabah Serge Koussevitzky Bartók’u hastane odasında ziyaret ediyor ve kaybettiği eşinin anısına bir orkestra eseri ısmarlıyor. Besteci böyle bir yapıtı yaratabilme gücünü kendine bulacağından hiç emin değildir. Koussevitzky’yi bu sözler etkilemiyor. Ayrılırken de 500 $’lık bir çeki masanın üstüne bırakıyor (Alacağı miktarın yarısı). Bartok’un yaz aylarını geçirmesi için, Aspac Saranac Gölünün kenarında bulunan bir özel sanatoryuma gitmesini sağlıyor. Burada çok iyi bakılan besteci, sonbaharın sonuna doğru New York’a dönüyor. Senelerden beri ilk kez enerjisinin geri geldiğini hissediyor. Sıhhati düzelmiştir. Artık eskiden çok önemli görünen ayrıntıların (sokağın, komşuların gürültü, patırtısı) hiç üstünde durmadan çalışıyor. Bir gün Bartók Agatha Fassett’e yeni yazdığı orkestra için konçertonun notasını gösteriyor. Bu Amerika’ya geldiğinden beri ilk bestelediği eserdir. Uzun, acı dolu yılların ilk ürünüdür.
Bu olumlu devrede, bestecinin içten arzu ettiği tüm şeyler gerçekleşiyor gibi. Ekim 1943’te Keman Konçertosu Carnegie Hall’da Tossy Spivakovksy tarafında parlak bir şekilde icra ediliyor. Columbia Üniversitesi kontratı 6 ay daha uzatıyor. Tam oradaki işine tekrar başlayacağı sırada sıhhatinin yeniden bozulmasıyla, doktorlar 1944 Sonbaharına kadar dinlenmesini tavsiye ediyorlar. Ascap kış aylarını Asheville’de geçirmesini sağlarken, Yehudi Menuhin besteciye bir keman eseri ısmarlıyor (1943 Kasımında, Menuhin Carnegie Hall’da verdiği resitalde Bartok’un Birinci Keman-Piyano sonatını çalmıştır.). Kış aylarını Bartók Asheville’de geçirirken, eşine yazdığı mektuplarda yeni keman sonatından olumlu haberler veriyordu. Ditta 57. sokakta ufak bir apartmana taşınmıştı. Bartók Asheville’den New York’a dönünce, minicik apartmana zorlukla yerleşmişti. Kâğıt ve notalardan adım atacak yer kalmamıştı. Kısa zamanda Bartók’un sıhhatli hali tarihe karışmıştı. Bir tek sesi ve gözleri eskisi gibi canlıydı. Kendisi için “İnsan hastalıklarının yürüyen bir sözlüğü gibiyim” diyordu. Evde olan piyano’ya bakmak bile onu üzüyordu. Parlak bir piyanist olduğu günler çok geride kalmıştı. Tek bağlandığı şey besteleriydi. Son zamanlarda birkaç eserinin Carnegie Hall’da çalınması, sanatını dinleyicilere taşımıştı. Adeta yeniden keşfediliyordu. Amerika’da kendini artık daha köklü hissediyordu. Meşhur orkestra şefleri onunla ilgileniyor, önemli yorumcular eserler ısmarlıyorlardı.
Yazı yine Saranac Gölündeki sanatoryumda geçirecekti. Bu da rahat çalışma imkânlarıyla, iyi bir bakım demekti. Ancak Saranac Gölü bu kez ona pek faydalı olmamıştı. Bartók çok çalışıyordu. Tezgâhta bitirmesi gereken eserler vardı. Bu yüzden Bartlett ve Robertson piyano ikilisinin ısmarlamak istediği eseri zamansızlıktan ertelemek zorunda kalır. Aslında kafasını Ditta için yazmak istediği üçüncü piyano konçertosu meşgul etmektedir. Ekim 1944’te Menuhin Bartók’un onun için bestelediği yeni yapıtı Carnegie Hall’da çalar. Bartók büyük kemancının sanatı ve insanlığına hayrandır. Konser akşamı besteci hiç hasta gibi durmuyor, adetâ trans halinde kemanı dinliyordu. İcranın ancak sonunda coşkulu alkışlar O’na nerede olduğunu hatırlatmıştı. Aralık 1944’te, Bartók’un Amerika’da yazdığı ilk eser olan orkestra için konçerto Boston’da Boston Symphony Orchestra tarafından Serge Koussevitzky idaresinde çalınıyor. Doktorların yasağını dinlemeden, besteci bu konserlerde bulunuyor. Bartók Boston Symphony’nin olağanüstü güzellikte olan tınısını; şefleri Koussevitzky’nin yaratıcılığını ve mükemmel idaresini New York’a dönüşünde methetmişti. Koussevitzky’e göre orkestra konçertosu son 50 yılın en iyi eseridir. Bartók muzip bir şekilde aynı sözleri Shostakovich’in bir yapıtı için söylemiş olduğunu hatırlatınca, Maestro bu kelimeleri orkestra konçertosu yazılmadan söylediğini vurgular. Bartók’a göre Koussevitzky’nin bu düşüncesi o an için geçerlidir ama birkaç ay sonra değişebilirdi. Ancak değişmeyecek olan şey şu idi: Hiçbir besteci eserinin daha mükemmel bir icrasına şahit olamaz, rastlayamazdı.
Uzun kış günlerini Bartók hep çalışmakla geçiriyordu, dar apartmana kendini alıştırıyor ve bundan neredeyse hoşlanıyordu. Bir gün, Ditta Agatha’ya zaatürre olan bestecinin hastanede kalmaya karar verdiğini söylüyor. Eskiden hastaneye gitme fikrini hep reddeden Bartók, ne kadar değişmişti…
Menuhin yaz tatilini birlikte geçirmek üzere, Bartók’ları California’ya davet etmişti. Besteci bu daveti memnuniyetle kabul etmişti. Yatakta dinlenerek enerji toplamaya çalışıyordu. Bu seyahat, ne yazık ki gerçekleşmeyecekti. Doktorlar bu uzun yolculuğa son dakikada karşı çıkmışlardı. Yine Saranac Gölünde yazı geçireceklerdi. Bartók o sırada Primrose için bestelediği Viyola konçertosuna son şeklini veriyordu. 3. Piyano konçertosu, son birkaç ölçünün dışında bitmişti.
Seneler sonra, Peter Bartók Agatha Fassett’e o son yazla ilgili aşağıdaki mektubu gönderir:
“Deniz kuvvetlerinden terhis edildikten biraz sonra, 15 Ağustos sıraları olmalı, Saranac Gölüne çok erken saatlerde vardım. Ve annemle babamın kiraladığı kulübeye doğru yürüdüm. 2 odalı, bir de mutfağı olan minicik bir evdi. Tavan başımızın biraz üstünden başlıyordu. Evin dışı tahtadan, içi kartondan yapılmıştı. Babam çok iyi görünüyordu. En azından böyle duruyordu. Birlikte uzun yürüyüşler yaptık. (Alp Dağlarında olduğumuz zamanlardaki gibi) Hatta bir kere yakınımızdaki dik bir tepeye, yanımıza kumanyamızı alarak tırmandık. Babam bunları gayet rahatlıkla yapabiliyordu. Birkaç ay içinde eski haline dönecek gibi görünüyordu. Belirli şekilde iyileşmesine rağmen, annem, hiç sebepsiz yere, hep üzüntülü duruyordu. O günleri düşündükçe, bir ay sonra olacakları bildiğini sanıyorum. Babam Saranac Gölündeyken birkaç eser üzerinde çalışıyordu. Bunların biri Primrose için yazdığı Viyola konçertosu, öbürü ise annem için hazırladığı bir sürprizdi. Bu da üçüncü piyano konçertosuydu.
Ağustos sonu, eylül başında, babamın geceleri ateşi ara sıra yükseliyordu. Biz de bu yüzden New York’a daha erken dönmeye karar verdik. Dönüşümüz bir kâbus gibiydi. Sanki herkes seyahat etmek için aynı günü seçmişti. Hamal bulunamadığından, babam çok ağır bir sandığı uzunca bir mesafe (ben yetişip mani olana kadar), sürüklemek zorunda kalmıştı. New York ona pek iyi gelmedi. Ben penisilin iğnesi yapmayı öğrenmiştim. Babam bu iş için bir hastabakıcının çağrılmasına karşıydı (Penisilin 4 saatte bir veriliyordu.). Ayrıca hemşireler: “Bu sabah nasılız?” gibi lüzumsuz sorular soruyorlar, boş laflar ediyorlardı. Bu da babamı rahatsız ediyordu. En fena olan şey, apartmanın kontratının bitmesine bir ay kalmasıydı. Ev sahibimiz daha uzun kalmamızı istemiyordu. Zamanlama çok kötüydü.
Babam bir akşam beni çağırdı. El yazısı partisyonların, önemli bazı kâğıtların ve vasiyetnamenin nerede olduğunu söyledi, dehşete kapılmıştım. Giderek iyileştiğine göre, bunlara ihtiyaç olmadığını söyledim. Ateşi birden düştü. Bu her şeyden kötüydü. Dr Rappoport babamın derhal hastaneye kaldırılmasına karar verdi, biraz münakaşa ettiler. Babam hastanelerden hoşlanmıyordu. Evde bitirmesi gereken önemli işleri vardı. Ona bir gün daha zaman bıraksalardı, 3. Konçertonun son 17 ölçüsünün orkestrasyonunu tamamlayabilirdi. Bu tek güne müsaade edilmediğinden, kalan ölçülerin numaralarını yazmakla yetindi.
Dr. Rappaport kesin kararını vermişti. Bir ambulans geldi ve babamı götürdü. Çok zayıf ve hastaydı. Biz günlerimizi hastanede geçiriyorduk. Eve ancak yatmaya dönüyorduk. Bir sabah çok erkenden (saat 2 veya 3 tü) hastaneden aradılar. Hemen gittik: Babama kan veriliyordu. O ise bu işlemin durdurulmasını istiyordu. “En son anlarımda bile beni rahat bırakmıyorlar” diyordu. O saatte hastanede olan Dr. Lax babamı ziyaret etmişti. Biz o sırada odada değildik. Sonradan bize söylediklerine göre, babam “Dolu olan sandıkları açamadan buradan ayrılıyorum” demişti. Sandıkta son yıllarda yazdığı eserler: Orkestra için konçerto, keman konçertosu, viyola konçertosu ve 3. Piyano konçertoları vardı. Bu eserler yazı tarzının son döneminin başlangıcıydı (Ben kristalleşmiş dönem diyordum.) .
Öldüğü zaman odasındaydık. Gözleri şuurlu bakışlarını kaybedip, buz gibi donuklaştığında ne olduğunu tam anlayamadım. Halâ da kabul edemiyorum. “
Bu kitabı okumayı bitirdiğimde, Amerika’da geçirdiği ilk senelerde rastladığı ilgisizliğin ne kadar utanç verici olduğunu düşündüm. Bartók’un karakteri çetin olsa da, O’nu tamamıyla dışlayıp, yaşam mücadelesine terk etmenin insanlık dışı bir davranış olduğu şüphesizdir. Chopin gibi, Bartók da kendi ülkesinin dışında solup, yok olan nadir bir insandır. O’nu sürgünde hayata bağlayan tek şey müziktir. Amerika’da tekrar kompozisyon yapmaya başladığı andan itibaren, yeniden yaşama döndüğünü görüyoruz. Ne yazık ki hastalığı ilerledikten sonra, bütün bunlar oluyor. Doktorlar Bartók’un hastalığına bir türlü isim koyamamışlardır. Hep “Dinlenin” gibi üstünkörü tavsiyelerde bulunuyorlar. Buna akıl erdiremiyorum. Acaba ümitsiz bir vaka olduğu için mi böyle davranıyorlar? Belki de ilk başlarda maddi imkânsızlıklardan ötürü, etkili olacak analizler yapılmıyor, pahalı ilaçlar kullanılmıyor?
Türkiye’de kalabilseydi, Amerika’daki yalnızlığı çekmez, belki mutlu olabilirdi. Bartók, kendine soğuk ve etrafından kopuk bir kabuk yaratmışsa da, Menuhin gibi özel kişiler olunca açılıyor, göstermekten çekindiği bir yönünü ortaya koyabiliyordu. Acaba çok sevdiği güneşin bol olduğu memleketimizde buzlar erir miydi? Kim bilir…
Idil Biret
Nisan 2015
* The Naked Face of Genius (Bela Bartok’s last years)
Agatha Fassett / Victor Gollancz Ltd., London 1970
First published 1958 / ISBN 0 575 00595 5
(Hacettepe Üniversitesi ADK'nın 29 Nisan günü yapılan Bartok Sempozyumu'na
sunulmuş metindir.)