Geçtiğimiz hafta eğitimci-ressam Fikri Cantürk'ü yitirdik. Cantürk'le bundan 20 yıl önce yaptığım söyleşinin, hala taptaze oluşu, Türkiye'nin sözde değil özde neden yeterli mesafeyi alamayışının da yanıtı gibi. Bu söyleşiyi fikri cantürk anısına siz okurlarımla paylaşıyorum.
* * *
Yaşamla Sonsuz Bilinmeyen Arasında Bir Gerçeküstücü: FİKRİ CANTÜRK
Tipik bir cumhuriyet dönemi eğitim emekçisidir, 1933 Ankara doğumlu Fikri Cantürk... Bu emekçiliği boyunca, savunduğu ilkelerden, dünya görünüşünden hiç ödün vermemiş, bu nedenle haksızlıklara uğramış ama hepsini de aşmayı bilmiştir. Ressam olarak da, hep piyasayı değil, kendi yaklaşımını gözeten çalışmalar içinde olmuş, çevresi ve geleceğe öngörüleri, düşleri, imgeleri arasında mekikler yaparak tuvalini canlı tutmuştur. Cantürk’le Ankara’daki atölyesinde söyleşirken, söze eski bir Anadolu kavminin kalıntılarından başlıyoruz.
- Bir köylü çocuğu olduğunuzu biliyoruz. Resme ilginiz köy yaşamı içinde mi başladı?
- Evet. Okuma-yazma öğrenmeden önce resim yapmaya başladım. Ben Ankara’nın Kazan’a bağlı Karalar köyündenim. Galat’ların ilk yerleşim yerlerinden biri benim köyüm. Bir dağ köyü. Hâttâ Galat’ların ilk krallarından birinin mezarı bizim köydeydi. Antik bir kent orası. Biz bağlarımızı, bahçelerimizi kazarken her zaman bir antik heykel, kalıntı parçası çıkardı. Lüle lüle saçlı, tomurcuk göğüslü kızların heykelleri. Dedem onları kırmaya çalışırdı, ben onları bir mağaraya saklardım sürekli. Sonra onların resmini çizmeye heveslendim.. 1944 - 45 gibi...
- Tam harp yılları...
- Evet, ikinci harp yılları... Gazete gelmez, kâğıt yok. Köylü sigaralarını sokaktan toplar, gece yastığın altına koyar düzeltirdik. Babam da bir ucu mavi, bir ucu kırmızı yazan bir kalem bulup almıştı. O iki renkle,o lüle saçlı, tomurcuk göğüslü kızları çizmeye çalışırdım. O yıllarda kitap da yoktu doğru dürüst, köye çerçiler bir şeyler getirirdi.
- Okula nereye gidiyordunuz?
- Okul da yoktu henüz. 1944 yılında tek eğitmenli bir okul açıldı, oraya başladım. Ama okulda resim yaptığımı hiç hatırlamıyorum, evde kendi başıma yapardım. Daha sonra 15 kilometre mesafede bizim Halkavun dediğimiz şimdi resmi adı Kazan olan yerde beş sınıflı bir ilkokul vardı. Dördüncü, beşinci sınıfı orada okudum. Orada Bulgaristan’dan göçüp gelmiş çok iyi bir öğretmen vardı, suyun öte tarafından. O güzel yazı yazma ve resimle ilgili epey şey öğretti. Ama ben 1946 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne girdim. Bu iş kurallarına uygun, çok iyi atölyelerde ve iyi hocaların elinde hem iş dersi, hem sanat eğitiminin tümü, resim, müzik, heykel, orada bilinçli olarak sürdürdüm, sonra da Gazi Eğitim Enstitüsü’ne geldim.
- O yıllarda ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, eşi Mevhibe hanımla birlikte Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nü sık sık ziyaret edermiş. Siz de anımsıyor musunuz?
- 17 Nisan’da Köy Enstitüleri Bayramı olurdu, kuruluş yıldönümü... O bayramlar tıpkı olimpiyatlar gibiydi. Yarışmalar yapılırdı, bütün Köy Enstitüleri gelirdi Hasanoğlan’a... İsmet İnönü, Mevhibe Hanımla o bayramda mutlaka Hasanoğlan’a gelir, 5 bin kişilik modern açık hava tiyatrosunda, öğrencilerin hem yazıp hem oynadığı oyunları da seyrederdi. Ertesi gün de bizi, bütün öğrencileri Ankara’ya Çiftlik’e davet ederdi. Kumanyalarımızı hazırlattırırdı, tren biletlerimiz İnönü’dendi. Çiftlik’te eğlenir, gene trenle Hasanoğlan’a dönerdik.
- Hasanoğlan Köy Enstitüsü sizde derin izler bırakmıştır mutlaka...
- Tabii. Yaşam boyuca, Hasanoğlan’da çok iyi şeyler öğrendiğimi anladım. Bilimle sanatın çatışmadığını, tam tersine birbirini izlediğini, paralel yürüdüğünü orada öğrendim. Ben sonraki yıllarda Paris’e de gittim, orada da çok görgüm arttı ama ben bütün bildiklerimi Köy Enstitüsü’nde ve sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğrendim.
- Gazi’de hocalarınız kimlerdi?
- Gazi’deki program çok iyiydi. Daha sonraki yıllarda ben de resim bölümleri kurdum, öğrenciler yetiştirdim. Ama Gazi’deki program ve hocalar çok iyiydi. Ne yazık ki o programı yabana attılar, uygulamadan kaldırdılar. Hocalarımız, Refik Epikman, Nevide Gökaydın, rahmetli Muammer Bakır, Necdet Pençe... Bir de bizi çok etkileyen genç bir hoca, Mesut Erdem, Sevil Erdem’in eşi. Mesut Erdem İtalya’dan yeni dönmüştü. Kırsal kesim kökenli olması, sonra Avrupa görmesi nedeniyle çok iyi bir diyalogumuz olmuştu. Gazi’nin en önemli özelliklerinden biri çok gereç ve araçla öğrenciyi karşı karşıya getirmesiydi. Yaratıcılığın sırrı gereçlerin bağıntısında gizli. Gazi’den çok iyi sanatçılar yetişmesinin nedeni budur.
- Gazi sonrası sizin çok değişik yerlerde yoğun ve uzun bir eğiticilik yaşamınız olduğun görüyoruz. Bu dönemde istediğiniz gibi resim yapabildiniz mi?
- Resim yapmayı hep sürdürdüm. Gazi sonrası ben sürekli öğretmen okullarında çalıştım. O zamanlar, daha son sınıftayken kimlerin öğretmen okullarında çalışabileceğini öğretmenlerimiz belirlerdi ve o kuraya girebilirdiniz lise kurasına giremezdiniz. Ben hem öğrencilerimle, öğretirken resim çalıştım, hem de kendim ayrıca çalıştım. Okulu bitirdiğinizde her şeyi öğrenmiş olmuyorsunuz. İnsan sürekli gelişiyor. Öğretirken de öğrenmeye devam ediyorsunuz. Bir de okumanın, felsefe bilmenin gereğine çok inanıyorum. Çünkü analitik düşünmeyi, geniş görüşü okumakla sağlayabilirsiniz. Sadece nesneleri algılamakla sanatçı olunamaz. Nesneler arasındaki bağıntıyı sezmek, öğrenciye de hissettirmek gerek.
- Başlangıçta kırsal kesimden, bulunduğunuz çevrelerden etkilenerek, toplumsal gerçekçi çalışmalar yaptığınızı, bir ara soyuta eğildiğinizi, ama sonunda gerçeküstü bir yaklaşımı benimsediğinizi görüyoruz. Sanki o çocukluk günlerinizde köyünüzde tarladan çıkan lüle saçlı, tomurcuk göğüslü kızları, yıllar sonra şimdi gerçeküstü bir anlayışla resmediyorsunuz. Siz kendi sürecinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bu noktaya nasıl vardığımı uzun süre ben de anlamadım. Uzun süre kendimi analiz ettim ve sonunda buldum. Dediğiniz gibi, ben antik bir kent kalıntısı üzerine kurulu bir köyde doğup büyüdüm. İlk karşılaştığım sanatsal ürünler o tarladan, bahçeden çıkan heykellerdi. O yıllarda okuduğum, çerçiden alınan kitaplarda fantastik, gerçeküstü öykülerin yer aldığı kitaplardı. Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre gibi...
- Eski söylenceler...
- Evet, halk söylenceleri. Hem o heykeller, hem o kitaplar, eski halk söylencelerinin sentezi, beni bu gerçeküstü yaklaşıma sürükledi. Hâttâ benim eski resimlerimde bile bir fantezi vardı. Kütahya’da çalıştığım dönemde, sekiz metre kumaştan dökümlü giysiler giyen o Kütahyalı kadınlar örneğin. Sürekli okumam, sürekli Anadolu’yu incelememin de katkısıyla böyle bir senteze doğru yol aldım.
- Resimleriniz büyük çoğunluğunda vazgeçilmez ögelerden biri güvercin. Güvercinleri doğadaki renklerinin yanı sıra, hiç rastlanmamış renklerle de resmettiğinizi görüyoruz. Güvercine olan düşkünlüğünüz nereden kaynaklanıyor?
- Aslında kuşlar, fiziki olarak ulaşamadığım başka mekânlara, sonsuz derinliklere, başka zamanlara beni götüren birer simgedir. Ama şimdi kuşların formlarından gelen güzelliklere, insana sevgiyi, dostluğu, barışı çağrıştırması benim için kuşları vazgeçilmez kılıyor.
- Tablolarınızdaki kızlar da, gerçekten o eski heykelleri andırıyor.
- Her insan nesnelere bakar çizer, ama her insan farklı şeyler görür. Görmek aynı zamanda zihinsel bir olay. Hem görürüsünüz o nesneyi, hem de zihninizdekiyle arasında bir bağlantı kurar, onu öyle çizersiniz. İllâ nesneyi optik olarak algılamazsınız. O köydeki kız heykelleri de benim zihnimde hep var. Sonra çizdiğim portrelerde arkadaşlar, hep eşini çiziyorsun derler, Demek benim bilgisayarımda yer etmiş, mutlaka bir hava oluyor.
- Devlet Resim Heykel Müzesi’de de hep büyük ebatlı resimleriniz var.
- Büyük boyutlu çalışmayı seviyorum, geniş alan üzerinde insan duygularını düşüncelerini daha rahat anlatabiliyor. Keşke olanak bulunsa da, daha büyük, dev ebatlarda çalışabilsem.
- Yurtdışı çalışmaları size ne kattı?
- Teknik olarak bir şey kazandırdığını söyleyemem. Ama düşünce alanında, insanın özgürleşmesi, özgür tavır takınması alanında, sanatın bitmez, sonsuz çeşitliliği alanında çok şey kavradım, kazandım. Sanat üç kişinin, beş kişinin sonlandırabileceği bir olay değil. Sonsuz estetik güzelliğin olduğunu gördüm ve çok cesaretlendim. Fransa’ya gitmeden önce tanıdığımız, bildiğimiz belirli sayıda ressam her şeyi çözmüş, biz bir şey kalmamış gibi bir duygu içindeydim. Ama Batıya gidip görünce, sanatın sonsuz çeşitlilik içinde olduğunu kavradım ve bu bana cesaret verdi. Bu sayede sürekli arayış ve yenilenme içinde olabildim. Teknik sorunlar burada bize yeterince, hatta daha bile iyi öğretilmişti. Ama geniş boyutlu düşünmeyi, evrene farklı bakmayı, özgür olmayı öğrendim batıda. Özgür insan olduğumu Paris sokaklarında öğrendim. Çok şanslıydım, 1965-66 yıllarında çok gençken gitmiştim. Döndükten sonra hep öğretmen okullarındaydım, hep resim çalıştım, o Kütahyalı kadınları da Paris sonrası boyadım. Çok desen yaptım. Bir ara soyuta da eğildim ama gördüm ki, ben içimden geleni yapmalıyım.
- Paris’ten bir anınızı dinlesek...
- Paris’te şovlar, revüler vardı. Gittiğim bir revüde her ulusu simgeleyen danslar yapılıyordu, Hindistan dahil. Bizden de bir örnek verecekler mi diye merakla bekledim ama çıkmadı. Sonra revüye koysalardı acaba neyle simgelerlerdi diye çok düşündüm ve bulamadım. Ama bugün çok şey bulabilirim. Türk resmi de bugün dünyada farklı bir konumda çünkü felsefi fikirsel temeli oluşmuş ve bu temel üzerine çalışan usta ressamlar var. Artık sorun teknik ve konu değil, düşüncenin aktarımı.
- Sizin bulunduğunuz dönemde başka Türk ressam var mıydı Paris’te?
- Paris'te Zeki Faik İzer ile asistanları Özdemir Altan ve Dinçer Erimez de vardı. Onlarla da ara sıra görüşürdük. Zeki Faik, benim sanatla kendi asistanlarından çok daha fazla ilgilendiği gördü ve pek çok müzeyi, önemli mekanı eşiyle birlikte bana Zeki Faik Bey gezdirdi. O arada ben özel atölyelerde desen çalışmalarına gidiyordum. Özel atölyeler arasında bir desen yarışması yapılacaktı, bizim atölyeyi temsil etmek üzere de beni seçtiler. İki tane 15-16 yaşındaki nü mankenle çalışmıştık, en çok benimkiler beğenilmişti. Bu harika bir şeydi, çok sevinmiştim. Beni yarışma için özel olarak hazırladılar. Paris’teki 10 kişi içine girdim ve Zeki Faik Bey çok sevindi bu sonuca. Berlin’e Avrupa yarışmasına gidecektim. Ama o arada kültür ateşeliğinden Dijon öğretmen okulunu incelemekle görevlendirildiğime dair bir yazı geldi. Gittim ateşe Osman Bener beye, Berlin yarışmasından sonra gideyim Dijon’a dedim. Olmaz, dedi. Zeki Faik Bey de gitti yalvardı ve ağlayarak çıktığını hatırlıyorum. Berlin'e yarışmanın son ayağına gidip katılamadım, Türkiye'yi temsil edemedim. Bu da Paris’ten unutamadığım acı bir anımdır.
- Bu arada resminiz de giderek değişti.
- Evet. Sürekli çalışan insanın resminin değişmesi kaçınılmazdır. Ben bunu isteyerek de yapmadım. Fantastiğe dönüşüm kendiliğinden olageldi. Bir de baktım ki, resmim değişmiş. Sanatçı çok duyarlı insandır, toplumsal olaylar, gelişmeler karşısında değişir. Kendi değişince, resmi de değişir.
- Ressamın kendi resmi hakkında ne düşündüğü ve resmini nasıl anlattığı bence çok önemli. Siz Fikri Cantürk resmini nasıl betimlersiniz?
- Bu soruya yanıt vermek sanatçı için zordur. Benim resmim fantastik ögeler yüklü ama yaşadığımız günlerden, insan ilişkilerinden kopmayan, hem geçmişten alan, hem de geleceğe dönük araştırmalar yapan bir tür. Önüm sürekli açık ve değişebilir. Evrenin sonsuzluğuna, insan-evren ilişkisine, evrenin sırlarına varmaya, onlar arasında bir bağıntı kurmaya çalışıyorum.
- Bazı resimlerinizin fonlarında uzay boşluğu ya da okyanus derinliklerini çağrıştıran renk-leke anlayışının uzayıp gittiğini görüyoruz.
- Evren de sonsuz, bilinmeyenler dolu. Benim resmimin gerisi, fonları, o sonsuz bilinmeyenin varlığına referanstır. Hep gerisinde bir şeyler bulmaya, yakalamaya çalışıyorum. Benim resmim tek bakış açısına göre kurgulanmamıştır. Azıcık yer değiştirseniz farklı algılarsınız. Farklı algılayabilir, farklı yorumlayabilir, hatta ögeleri yeniden bir arada düşünüp yeniden yorumlayabilirsiniz.
- Türk resminin geldiği nokta hakkında hangi değerlendirmeyi yaparsınız?
- Önce, Avrupa resmini Türkiye’ye getiren, temel birikimin başlamasına yol açanlara Osman Hamdi Bey’den, Şeker Ahmet Paşa’lardan başlayarak teşekkür etmek gerek. Onlar teknik sorunların çözümünü getirdiler. Ama Türk resmi şimdi kendi felsefi çizgisi içinde fikir boyutlarını buldu ve onun üzerinde yükselmekte. Çok ressamımız Batı resminin çok ötesinde. Rahatlıkla dünyanın her yerinde “İşte bizim resmimiz” diyebileceğimiz konuma geldi.
- Nedir bu Türk resminin felsefi çizgisi, fikri boyutu?
- Bu Anadolu kültürünün, ta Hititlerden başlayarak, bir özümsemesi ve günümüzle sentezinin yapılmasıdır.
- Örneğin bir Nuri Abaç, bir Önder Aydın...
- İsim saymak istemiyorum ama ben genç kuşaklardan daha da umutluyum. Bu değişimi yakalamış, bu düşünceyi benimsemiş, İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Eskişehir’de, Anadolu’nun değişik kentlerinde çok sayıda sanatçı var. Bunlar analitik düşünceyi okullarımızda öğrenmiş, özellikle Köy Enstitüleri’nde, öğretmen okullarında, 20 seneden önceki liselerimizde, mantık, felsefe, psikoloji ve edebiyat birikimini iyi kazanmış insanlarımızdır.
- Eğitmenlik döneminizde yaşadığınız bir 1402 serüveni var. Bunu anlatabilir misiniz?
- Yaşamımın hiç bir döneminde Atatürk ilkelerinden, Cumhuriyetin temel ilkelerinden ödün vermedim. Okullarda da hep bunu savundum dostça bir biçimde... Öğrencilerime de hep bunu telkin ettim. Biliyorsunuz bir dönem Türkiye'deki siyasal gelişmelerin yarattığı ortam, Atatürk ilkelerinden, bilimden, sanattan, devrimlerden yana insanları değirmen gibi öğüttü. 12 Eylül döneminde fırtına bizi de savurdu. Ben yaşamım boyunca hep dürüst kaldığım için, mücadeleden yılmadım. 19 Mayıs Üniversitesi'ndeki görevimden sıkıyönetim tarafından 1402 ile alınıp bir ilköğretim okuluna atandığım halde, mücadele edip hakkımdaki kurşun kalemle yazılmış ihbarın asılsızlığını kanıtlayarak gene 1402 ile görevime döndüm. Bir yıl çalıştıktan sonra emekliye ayrılıp Ankara’da atölyemde çalışmaya başladım. Daha sonra Yılmaz Büyükerşen’in daveti üzerine Eskişehir’e Anadolu Üniversitesi’ne gittim. Yaşamımın en özgür, en mutlu, en verimli çalışmalarını orada yaptım. Yeni bir üniversite olmasına karşın, demokratik, özgür, bilimden, sanattan yana bir ortam vardı orada.
- Bir eğitmen olarak özellikle söylemek istediğiniz ne var?
-Orta dereceli okullardaki programların yeniden ele alınması, öğrencilerin analitik, bilimsel ve nesnel düşünmeyi öğrenmesini sağlayacak, felsefe, sosyoloji, psikoloji, edebiyat, tarih gibi derslerin gerektiği şekilde öğretilmesi lazım. Genç kuşakların biçimlendiği bu dönemde, sentezci, analizci düşünceyi öğrenmeleri, sanat derslerinden gerektiği gibi yararlanmaları lazım. Programlar yeniden gözden geçirilirken, öğretmen yetiştirme üzerinde de biraz daha geniş düşünülmesi gerekiyor.
ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN
Ankara, Mayıs 1999
Not: Bu Söyleşi, Kültür Bakanlığı tarafından 2001 yılında yayımlanmış,
RESMİGEÇİT adlı Ressam Söyleşileri kitabımda yer alan 52 söyleşiden biridir.