Kütahyalı ve gerçek bir naif olan ressam Hüseyin Yüce'yi , 87 yaşında nefes darlığı tedavisi gördüğü Dumlupınar Üniversitesi (DPÜ) Evliya Çelebi Eğitim Araştırma Hastanesi’nde 6 şubat 2015 günü yitirdik. Yüce'nin sıradan bir köylü çocuğundan ressama dönüşümünün hikayesi ilginçtir. Bu öyküyü, 1998 sonbaharında köyü Güveççi'de yaptığımız ve Resmigeçit kitabımda yer alan söyleşide dinleyelim:
***
Kuran kursunda merak sardığı hat sanatındaki yeteneğini, kendi olanaklarıyla resme yönelten Hüseyin Yüce, halen (1998) doğup büyüdüğü Kütahya’nın Güveççi Köyü’nde oturuyor ve çalışıyor. Güveççi, Kütahya’ya 7 kilometre mesafede sevimli bir köy. Kütahyalıların piknik yaptığı bir çamlıktan hemen sonra, asfaltın kenarında konuçlanmış, sakin bir yerleşim merkezi. Köyün toprak yoluna saptıktan sonra rastladıklarımıza “Hüseyin Yüce'nin evi ne tarafta?” diye sorunca hemen işaret ediveriyorlar. Zîra bu isim adeta köyle bütünleşmiş, bir simge haline gelmiş. Köye gelen her yabancının onu aradığı varsayılıyor.
Hüseyin Yüce, başından hiç çıkarmadığı gri kasketi, iki katlı kargir yapının kapısında güleç bir yüzle karşılıyor bizi. Evin içi serin... 1928 doğumlu ressam da, üzerinde biri triko, diğeri el örgüsü iki gri yelekle oturuyor serin taş yapının içinde. Yüksek tansiyon, kireçlenme, romatizma gibi sıkıntıları göğüsleyip, 70’li yaşlarını süren bir delikanlı olarak tuvalinin başında çalışıyor.
Doğduğu köyünden ayrılmayan, okuma yazmayı kendi olanaklarıyla öğrenip sonra kursta pekiştiren Hüseyin Yüce’nin, yaşamı, kişiliği, çalışma yöntemi ve yalınlığı ile bir”naif” olarak çağdaş Türk resmi içinde önemli bir konumu var. Kayıhan Keskinok ve Şeref Bigalı’nın Hüseyin Yüce ile ilgili tanımlaması “Dünya çapında, yaşamı ve sanatıyla bozulmamış bir naif ressamımız” biçiminde. Yüce ile Güveççi Köyü’ndeki evinde söyleşiyoruz:
- Bu resim serüveni nasıl başladı?
- Ben kuran kursuna gittim. Orada köy imamı hattattı.
- Bu köyde mi?
- Tabii, bu köyde. Güveççi benim doğup, büyüdüğüm, şimdi de yaşadığım köyüm. Bizim imam çift kalemle yazardı. Yetişkin talebeler de kamış kalemle içlerini doldururlardı. Bende de yazı merakı vardı küçüklüğümde. Çok merak ederdim. Ama küçüktüm. Hocam köyden ayrıldıktan sonra ben yazmaya başladım. Uzun süre devam ettim . Bazı motifler de yapmaya başlamıştım.
- Kuran kursunun yanısıra ilkokula da gidiyor muydunuz?
- İlkokula falan gitmedim ben! Üç ay Türkçe kursu açıldı. Oraya gittim. Yazıyı kendim öğrenmiştim zaten. Oradan da harfleri öğrendim, yeni harflerle yazmaya başladım.
- Sizin hat denemelerinizi imam da gördü mü sonra?
- İmam köyden ayrıldıktan sonra ben yazmaya başladım. İmam daha sonra geliyor bakıyor ki, camide yazılar yazılmış. Benim talebelerimden bunları yazacak yok, kim yazdı bunları diye soruşturuyor. Beni gösterip dediler ki, bu minik yazdı. Aferin falan çekti o zaman hoca.
- Hat, yazı merakı tamam. Peki, bu merak resme nasıl dönüştü?
-Köyün değirmen suyunun aktığı bir yer vardır, köyün yüksek bir yerinde. Şöyle a harfi şeklinde bir göletten su çıkıyor, dolanarak ufak bir yere dökülüyor 100 metre kadar yükseklikten. Biz hayvan güderken oraya otururduk, köye hakim bir yer, manzara güzel. Bir gün oraya ellerinde tuvalleriyle bir bey geldi. Tuval diyorsam tabii ömrümde ilk defa görüyorum orada, daha adını da bilmiyorum. Evvela söze ben karıştım
“-Beyefendi hoş geldiniz, bunlar nedir?” dedim.
“-Galiba siz daha önce böyle bir şey görmemişsiniz, ben bu değirmenin resmini yapacağım” dedi. İstersen gel, seyirci kal, diye teklif etti. Ben seyirci kaldım.
- Kaç yaşındaydınız?
- Belki on yaşında, belki biraz daha fazla. Tam olarak bilemiyorum. Tabii adamın yaptığı resim elleriyle gerçekleştikçe, ortaya çıktıkça hayran kalıyordum ben. Acaba bu resim bu ellerle nasıl gerçekleşir? Yeşil bir meydan oldu. Dedim bu yeşil meydan böyle kalacak mı? Ne yapmamı istiyorsun, dedi. Dedim, birkaç koyun, bir çoban da koysanız daha iyi olmaz mıydı? Yoksa sen resimden anlıyor musun, dedi. Hayır ben resimden anlamıyorum, ben hattat olmak istiyorum, dedim. O zaman gel dedi, Gökşadırvan’da benim atölyem var. Ben gösteririm bir şeyler sana, dedi.
- Neredeymiş atölyesi?
- Gökşadırvan. Kütahya Ulu camiinin kıyısında. Ben bir gün bu beyi (Ahmet Yakupoğlu) buldum. Resim çalışıyormuş. Yine Kütahya’nın yüksek bir yerinde Hıdırlık Tepe diye bir yer var. Orada böyle âbide gibi, kubbe gibi bir yer. Orayı seçiyor. Yanında da bir bey oturuyor. Ben resme bakarken yaklaşıyor, uzaklaşıyormuşum. O bey diyor ki, bak köylüye bak köylüye! Resme de ilgi gösteriyor! O da diyor ki, o bir iki sefer geldi buraya, ben onu biliyorum. Sonra bu resimde hatâ buluyor musun, diye sordu. Ben nasıl hatâ bulurum sizin resminizde, dedim. Adam ısrar etti. Madem ısrar ediyorsunuz, bu yüksek tepede bu abideyi yapmışsınız biraz daha sola kaydırsaydınız da bu ağaçlar da burada olsaydı daha güzel olmaz mıydı, deyince adam fırçasını aldı boyadı tabloyu, tekrar çizmeye başladı. Ben buraya üç dört defa daha geldim.
- Devam edemediniz mi gidip gelmeye?
- Evden müsaade etmediler. Fakat benim içimde bu aşk yanıyordu. Çok seviyordum. Kuru boyaya devam ettim ben. Sonra kendi yaptığım kıl fırçalarla uğraştım. Daha sonra Kütahya'da 30 Ağustos okulunda bir albayın sergisi açıldı. Tüp yağlı boyaları, fırçaları onda gördüm, ondan öğrendim. İlk boyaları almaya gittiğimde tüp yağlı boya diyemedim. Satıcı adam beni hırpaladı. Tüp yağlı boya demesini bilmezsiniz, resim yapmaya kalkarsınız diye kızdı. Ağabey ne olursun, çok seviyorum. Neden böyle moralimi bozuyorsun, dedim. Velhasıl o fırçalarla devam ettim. Daha kolay oldu, renkleri bulabildim. O günden beri devam ediyoruz.
- O zamanlar insan resmi de yapıyor muydunuz?
- Tabii.. Bir keresinde o ressam, sen git orman resmi yap, insan resmi yap bana getir dedi. Ben alfabeden İsmet İnönü’nün resmini buldum. Kara kalemle onu çalıştım. Bir de orman resmi çalıştım. 1946’da olsa gerek bu. Partiye (CHP) gösterdi bunu. Parti bizi çağırttırdı. Bir köylü çocuğu böyle bir resim yapsın, bravo, bir görelim demişler. Ben de gitmem dedim. Oğlum gel gidelim diye israr etti, ben direndim.
- Sonra?
- Ben direnince bir hikâye anlattı. Bir İngiliz çocuğu böyle resim yapıyor. Mektebe giderken derslerini ihmal ediyor. Çocuk evden tepki görüyor, hocasından tepki görüyor. Neticede, çocuk evi terkediyor. Köy köy dolaşıp, bir parça ekmeğe karnı doyasıya resimler yapıyor. Fakat İngiliz kralı duyuyor bunu. Yanına çağırttırıyor. Yaptığı resimleri büyük paralarla alıyor. Bunu anlattı. Ben partiye gitmedim ama Ankara’ya gideyim istedim. Bir şeyler olduğunu öğretmen arkadaşlar da görüyorlardı. Okul kenarına gidiyordum ben kırda. Sergi sözcüğünü onlardan duydum. Galeri sözcüğünü onlardan duydum, öğrendim. Ve neticede gittim o ressama, “Benim sergi açmamı tavsiye ediyorlar. Resimlerimi bir gör. Halkın karşısında rezil olmayalım! Görmeni istiyorum” dedim. Adam resimleri görünce, “Aklın ve iradenin elinden bir şey kurtulur mu” dedi.
- O ressamın adını hatırlıyor musunuz?
- Necati Astarcıoğlu. Şimdi rahmetli oldu. Ben 26 sene kiremit fabrikasında çalıştım. Ben dedim sevdiğim tabloları göstermek isterim dedim. Çalışma yerinde, patronun odasında asılıydı. Yaklaştı, uzaklaştı, “Yavrum sen beni geçmişsin” deyince biz moral bulduk. “Sen bu resimlerle her yerde sergi açabilirsin” dedi. İlk sergim 1964’de Kütahya’da, ondan sonra Ankara’da oldu.
- Gerekli malzemeleri, tüpte yağlı boyaları Kütahya’da bulabiliyor muydunuz, yoksa dışarıdan mı getirtiyordunuz?
- Kütahya’da sadece bir yerde bulabiliyordum. Zaten duralit üzerine çalışıyordum. Diğer kaba kağıtlar üzerine çalıştığım da oluyordu.
- Sadece yağlıboya mı çalıştınız? Yoksa suluboya, pastel gibi çalışmalarınız da oldu mu?
- Hayır onları çalışmadım. Sadece yağlıboya çalıştım. Hâttâ bir anımı anlatayım. Burada meşhur Ahmet Bey var, Ahmet Yakupoğlu. Onun tablolarına vernik yapılıyormuş. Ben gittim o vernik yapan adama dedim ki, siz Ahmet Bey’in resimlerine vernik yaptırıyormuşsunuz. Kimsin sen, dedi. Ben Hüseyin Yüce dedim. “Ha şu Güveççi köyünden mi?” Evet, dedim, o köyden...
- Yani sizi küçümsedi. Sonra sizin tablolarınızı görüp mahçup oldu mu?
- Tabii. Ondan sonra bize uzaktan yakından selam vermeye başladı. Çok enteresan olaylar başımdan geçti böyle. Bir gün çarşıdan geliyorum. Bir kalabalık var vitrinde, karakalem yapılmış bir resme bakıyorlar. Kara kalemle yapılmış askerler, süngülerini takmışlar, savaş anı gibi böyle. İçeride bir kadın var yazı yazıyor. Hanımefendi dedim, bu içerideki resimlerin ressamını öğrenmek istiyorum, kimdir acaba? Ben çiziyorum dedi. Atatürk sergisi var, konular uygun, katılsanıza diye önerdim... Ben zevkim için çalışıyorum, sergi açmıyorum, yarışmalara katılmıyorum, dedi. O ara Vakko’nun Türkiye'nin dünyadaki bugünkü yeri konulu bir yarışması açılmıştı. Ama konuyu tam çözümleyemiyordum ben. Hâttâ öğretmenler de onu çözümleyemedi, bir şey söyleyemedi. Onu gösterdim kadına. Bunu dedim çözümler misiniz? Kadın, ben onu çözümleyemem, sen Hüseyin Yüce’yi bulacaksın. O gereken izahatı verir demez mi! Ben Hüseyin Yüce’yim deyince kocasını çağırdı, bak kim geldi buraya diye...
- Siz hep manzara mı çalıştınız?
- Portre yaptığım,natürmort çalıştığım oldu. Şimdi hep doğa manzaraları yapıyorum. Bunu istiyorlar bizden.
- Kullandığınız renkler doğada her zaman rastlanan renkler değil. Mesela eflatunlar ve morlar...
- Kırağı düştüğü zaman bu renkler oluşuyor. Ama doğadaki renkleri tamamen uygulamak mümkün değil.
- Mor renge özel ilginiz nereden geliyor acaba?
- Seviyorum işte. Kendim mor olduğum için!
- Her gün çalışıyor musunuz? Nasıl bir sistem içinde götürüyorsunuz?
- Çalışma saatim belli değil. Devam edersem çalışabiliyorum. Ara verirsem çok zor başlıyorum. Devamlı çalışırsam, bir şeyler olmaya başlarsa, o yorgunluk, sıkıntı gidiyor. Çalışabiliyorum. Ara vermemem gerekiyor. Bazen altı yedi saat çalışabiliyorum.
- Bu ağaç dallarındaki kıvrımların hepsi doğada var mı, yoksa bir kısmı sizin hayal gücünüzden mi etkileniyor?
- Bu kıvrımlar ağaçlarda var. Ben zaten bu kıvrımlı ağaçları seviyorum. Hâttâ Ankara’da ilk sergimde bir kadın ressam çok ilgilendi. Adını şimdi hatırlayamadım. Kadın sonra Kütahya’ya kadar geldi ve dediğim yerlere baktı. O kıvrım var mı yok mu diye.
- Bugüne kadar kaç serginiz oldu?
- Aşağı yukarı elli kadar olmuştur. Geçen sene beş defa sergi açıldı. İkisi Ankara, diğerleri İstanbul, Eskişehir, Kütahya.
- Kendi dışınızdaki çalışmaları da takip edebiliyor musunuz? Başka ressamlar neler yapıyor? Türkiye'de resim sanatı konusunda ne tür gelişmeler oluyor?
- Başka ressamların resimlerini izlemek bizim için yasak oldu. Başta rahmetli Eşref Üren olmak üzere tanınmış ressamlar , sakın başka ressamların resimlerine bakma, senin ayrı bir yolun var, bu yolda devam et dediler. Zaten ben modern resimlerden anlamıyorum.
- Hiç başka ressamın sergisine gitmez misiniz?
- Görmek isterim ama, fazla üzerinde durmuyorum.
- Kendi yolunuzda gidiyorsunuz. Peki sizden başka da naif resim yapan insanlar var.
- Var. Naifim diyenler de var. Fakat bazı kişilerin naifliğini kabul etmeyenler de var. Mesela Eşref Üren hoca, biz onlara naif değil zaif diyoruz derdi rahmetli.
- Eşref Üren, Cemal Bingöl gibi ustalar size nasihatte de bulunmuşlar.
- Bana nasihatleri şu: Yalnızca sen bulunduğun yolda devam dedi Eşref hoca. Avrupa’da Sanat sergisine katılacağım. Üç resim gidecek. On tane resim götürdüm. Bu resimlerin hepsi gitsin Türkiye’yi temsil etsin dedi Eşref hoca. Hepsi çok güzel olmuş, dedi. Ben tabii ne yapacağımı bilemiyordum. Benim elimi tuttu ve öptü. Yoksa ben ona elimi öptürmezdim. Hocam dedim, neden böyle yaptınız? Yavrum, dedi, Allah bana senin elini öpmeyi nasip etti! Herhalde bana moral olsun diye yaptı. Daha önce de “Onun bizim elimizi değil, bizim onun elimizi öpmemiz lazım” dediğini duymuştum.
- Bedri Rahmi Eyüboğlu ile de tanışmışsınız.
- Otuz sene evveldi herhalde. Kaçıncı sergimden sonra oldu hatırlamıyorum. Bedri Rahmi Bey resimlerimi görüp heyecanlanmış. Üç gün sonra Bedri Rahmi Bey buraya geldi. Sen beni tanıyor musun, dedi. Hayır, tanımıyorum, dedim. Bedri Rahmi’yi tanıyor musunuz, dedi. İsmen tanıyorum dedim. Ben de seni ismen tanıyorum ama bak seni görmeye geldik, dedi. Resimlerini görebilir miyiz, dedi. O günlerde de benim elimde resim yoktu. İki üç tane resim var. Onları görün dedim. Onun elinde resim olsaydı bize bir resim verecekti. Bizden de bir resim alacaktı. Fakat ihmal ettik. Sonra adamcağız vefat etti.
- Akademili ressamlarla tanışınca, ben de okumuş, akademiye veya Gazi'ye gitmiş olsaydım da öyle resim yapsaydım gibi bir duygu yaşadınız mı hiç?
- Hayır. Olmadı. Ben akademide okusaydım ne olurdum? Bu resimler olmazdı. Şimdi herkes birbirinin etkisinde. Ben kimsenin etkisinde değilim. Ben bu yolu buldum. Nasıl oldu bilemiyorum. Kimsenin etkisinde değilim ben.
- Kendinizdeki gelişmeyi nasıl izlediniz? Renkleriniz epey canlandı, hayal gücünün de katkısı olmaya başladı galiba.
- Şimdi bilemiyorum. Etkileşimleri ve gelişmeleri bir kıyaslamak lazım. İleri mi gittik, geri mi kaldık. Onu bilemem. Cemal Bingöl demişti ki mesela, resim demek renk demek. O günkü resimlerde bu renkler yoktu.
- Kendi köyünde oturan, köy hayatını muhafaza ederek resim yapan bilinen tek üne kavuşmuş insansınız. Peki size kentten ilgi nasıl?
- Bizim misafirimiz hiç eksik olmuyor. Bu programlar yapıldı ya. Gazeteler yazıyor, televizyon programları oldu. Onları görenlerden, burada herhalde bir şey var diye gelenler eksik olmuyor.
- Peki köyden çıkmayı hiç düşünmüyor musunuz?
- Bizim adresimiz burası. Bizim şehirde de yerimiz var mesela. Ama ben buradan başka bir yerde yapamam. Kıra alışığım. Burada sükûnet var.
- Bahçeyle uğraşıyor musunuz?
- Tabii, tarım işlerimiz var. Bir alışkanlığımız var. Ben kendim yapamıyorum şimdi ama yaptırıyoruz.
- Hiç ziyaretinize gelen politikacı oldu mu?
- Evren Paşa geldi. İmren Aykut geldi. Sonra şimdi adını hatırlayamadığım bir sağlık bakanı geldi. Mustafa Kalemli de Evren Paşa’yla birlikte gelmişti.. Evren Paşa “Ben de resme başlayacağım, bakarsın seni geçerim” dedi, gülüştük!
- Peki, ya kültür bakanlarından hiç gelen oldu mu?
- İstemihan Talay bey gelecekti, gelemedi, zamanım yok dedi. Benim iki resmim varmış kendisinde.
Kütahya, Güveççi Köyü, Ekim 1998
Şefik Kahramankaptan