Yaylı çalgılar yapımcısı Nurgül Çomak,SANATTAN YANSIMALAR'ın sorularını cevaplandırdı.Kısaca kendinizden bahseder misiniz?
1979'un bir bahar sabahında, İstanbul'da müzikle iç içe bir ailede dünyaya geldim. İlk orta ve lise yıllarında da hayatımda hep müzik oldu. Aynı zamanda el becerimin de farkında olup ahşaptan kendi oyuncaklarımı kendim yapmaya, kendi kıyafet ve takılarımı tasarlayıp yapmaya başladım. 1996'da abimin ve müzik öğretmenimin yönlendirmesiyle Müjdat Gezen Sanat Merkezi Müzik Bölümünde okumaya başladım. Televizyon programlarında, albümlerde, radyo reklamlarında ve çeşitli yardım etkinliklerinde şarkı söylemeye başladım. Gitar, bağlama, mandolin gibi sazları çalabiliyordum ama büyük bir hevesle kemana yöneldim.
Peki yapmaya nasıl yöneldiniz?
İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarında okumayı planlarken, tesadüfen aynı okulda yaylı sazlar yapabileceğim bir bölümün olduğunu öğrendim. Bu benim için önemli bir şeydi çünkü sevdiğim bir sazı hem çalabilecek, hem de yapabilecektim. Türkiye'de her ne kadar erkek mesleği olarak görülse de bu iş bana çok çekici, sıra dışı ve keyifli gelmişti. Ağacın gücüne, büyüsüne ve her birinin ayrı bir öyküsü olduğuna inanırım. Ona dokunmak, onu işlemek ondan zarif bir enstrüman ortaya çıkarmak, ses elde etmek ve sonunda dünyanın birçok yerinde binlerce belki milyonlarca kulağa, gönüle ulaştığını ve hâtta benden sonra bile yüzlerce yıl yaşayacak olmasını bilmek beni çok heyecanlandırmıştı. Bu sebeple tereddütsüz bu bölümde okumaya karar verdim. Her iki okuldan da çok değerli Cafer Açın, Seha Okuş, Adnan Ataman, Müjdat Gezen gibi hocalardan dersler aldım ve başarıyla mezun oldum.
Diploma tamam, peki kendinizi nasıl geliştirdiniz?
Atölye kurup keman, viyola ve viyolonsel yapmaya devam ederken bir yandan da kendimi geliştirme çabasına içersine girdim. İngiltere, İtalya, Fransa, Almanya, Hollanda, İspanya, Belçika gibi birçok ülkelere gittim, fuarlara katılıp, atölyeler ziyaret ettim. Farklı yapım teknikleri öğrendim. Avrupalı birçok lutiyenin kişisel deneyimlerinden faydalandım. Bunları akıl süzgecimden geçirerek kendi mesleki hayatıma kattım. Bunların arasında Stefanno Conia, Edgar Russ ve Davide Sora gibi isimler de yer alıyor.
Atölyemde mini workshoplar düzenledim ve öğrenciler yetiştirdim. Çok özel ve güzel bir mesleğim olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden birçok belgesel, gazete ve dergiye konu oldum. Farklı meslek grublarından insanlara bu mesleğin inceliklerini gösterip anlattım. 1999 'dan beri İstanbul'da keman, viyola, viyolonsel yapımı, bakımı ve restorasyonu ile ilgileniyorum. Toplamda yaptığım yaylı sazlar sayısı 40-50 civarındadır. Enstrümanlarım başta değerli sanatçılarımız Ruşen Güneş, Serdar Erkmeniş, Erman Türkili, Gonca Çeliker Bilget, Mesut Ercan, Metin Batur tarafından çalınmakta ve bir çok orkestrada, konservatuarlarda, müzik eğitim kurumlarında bulunmaktadır. Bunun yanı sıra İngiltere, Japonya, Fransa, Almanya, Avusturya ve Hollanda gibi ülkelerde de sazlarım bulunuyor.
Yapımcığımın dışında antikaya olan merakımdan dolayı Avrupadan eski enstrüman satın alıp restorasyonunu yapıp arşivime ekliyorum, alıcısı çıkana kadar.Bu erkek egemen meslekte Türkiye'de herhalde ilkler arasında olmalısınız.
Lutiyelik mesleğini geçmişten günümüze inceleyecek olursak tarihte ki bütün isimlerin erkeklerden oluştuğunu görebiliriz. Ancak bunu salt bu meslek için söyleyemeyiz. Geçmişteki erkek egemen toplumunun ve baskısının bir yansıması olarak diğer birçok meslekte aynı durumdadır. Ancak şimdi günümüz Avrupasında hiç de öyle değil. Birçok alanda neredeyse erkeklerle eşit durumdalar, hâtta bazen daha ön plandalar. Türkiye'de ise lutiyelik hala erkek mesleği olarak görüldüğü için bu sayı bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Yaptığım yazılı araştırmalar doğru ise Türkiye 'deki ilk profesyonel kadın keman yapımcısı olabilirim ya da bu kadar uzun süre yapan ilk kadın…
Önceliğiniz keman galiba… Evet. Aslına bakarsanız içten içe kemanı kadınların daha iyi yapabileceği gibi bir düşünce içindeyim. Çünkü oldukça ince, hassas işçilik isteyen zarif ve naif bir saz. Çok zorlayıcı yönleri de var elbet. Çünkü mesleğim kendi içinde bir sürü farklı alanı barındırıyor. Ağaç kesimlerinde büyük makinalardan, proje çiziminde teknik resimden, hesaplamalarda matematik ve fizikten, cilada kimyadan, ton arayışı için de müzikten anlamak gerekiyor. El aletlerini tanımak, kullanımı ve işlevselliklerini sürdürebilmeleri için bileme işlemlerinden de anlamak gerekiyor.
Bu işin zorluklarını anlatır mısınız biraz?
Sanırım beni en çok zorlayan iş kaba oyma işlemleri. Bu yüzden bileğimde tendon kisti, omuzumda ise kemik eğriliği oluştu. Birçok lutiye çoğu işlerini makinalarla hallediyorlar, bu bana pek etik gelmiyor. Mitenvald'takiler kadar olmasa da ben biraz daha gelenekselciyim. Bu yüzden sazlarımın yapımı altı ayla bir yıl arasında sürüyor. Bu oldukça uzun bir zaman dilimi olduğu için onlarla ister istemez bir bağ kuruyorum. Bir kadın keman yapımcısı olarak bütün yaptığım sazlarda bir parça ruhum olduğuna inanırım.
Yirmi yıldır bu işi yapan biri olarak bir diğer zorluğundan bahsedecek olursam, bu mesleği layığı ile yapmayan, kendini yapımcı diye tanıtan, kaliteden sesten yoksun sazları, ticari zekâsıyla satan çok insan var. Üstelik bazı konservatuardaki hocaların ve orkestradaki bazı enstrümanistlerin bile kendi kimliklerini kullanarak değerinin çok çok üstünde keman, viyola, çello satmalarına şahit oluyorum. Bu da bizim işimizi oldukça zorlaştıran bir diğer etken.
Okurlarımız için kısaca kemanın evrimsel sürecini anlatır mısınız? Keman, kontrabas, çello ve viyola'nın da içinde bulunduğu yaylı çalgılar ailesinin en zarif ve en küçük üyesidir. Bazı kaynaklar orta çağda Fiddle, Lira da breci, Viol'un kemanın atası sayılabileceğini savunduğu gibi, başka bir diğer kaynaksa kemençenin ve rebabın olduğunu söyler. Bu kaynaklara göre aynı tarihlerde, farklı coğrafyalarda farklı isim ve şekillerde karşımıza çıkıyor. Ancak bilinen en güçlü gerçek ise kemanın zaman içersinde birçok değişime uğramış olması ve ilk kez 16. yüzyılda İtalya'da ortaya çıkmasıdır. Gaspara da Salo ve Andrea Amati nin ellerinde ideal biçimine kavuşmuş olmasıdır.
Müziğin gelişimi, keman virtüözlerinin ve büyük oditoryumlarının ortaya çıkışıyla beraber gelişimine devam etmiş, 17-18. yüzyıllarda Stradivarius ve Guarneri ile birlikte bugünkü mükemmel biçimini almıştır.
Kendinize örnek aldığınız lutiyeler var mı?
Sanırım birçok lutiye gibi, benim de en çok örnek aldığım isimler A. Stradivarius ve Guarneri'dir. Bunların dışında Maggini, Bergonzi, Guadagnini ve Ornati'dir. En sık yaptığım modeller Strad, Guarneri ve Ornati'dir. Ayrıca kendi modellerimi de üretiyorum, özellikle viyola ve viyolonselde.Anlattıklarınızdan hiç kontrbas yapmadığınızı anlıyorum, neden?
Birincisi kontrbas çok sık sorulan ve satın alınan bir saz değil. Orkestra içinde de keman viyola ve viyolonselle karşılaştıracak olursak oldukça az. Biraz arz talep meselesi. Üstelik hacim olarak da hayli iri olduğu için yapım sürecinde beni çok zorlayacağını düşündüm. Şehirlerarası ya da ülkelerarası konserlerde de sanatçılar genelde kiralamayı tercih ediyorlar. Bu yüzden hiç kontrbas yapmadım. Ancak restorasyonu ile ilgilendim.
Türkiye' de yeterli ve kaliteli ağaç bulabiliyor musunuz?
Sadece ağaç değil yaylı sazlar yapımı ile ilgili diğer malzemeleri de bulmakta zorlanıyorum.. Keman ve ailesi sazlar batı kökenli oldukları için, yapımda ve eğitimde yaklaşık 400 yıllık oturmuş bir geleneğe sahipler. Bizde ise bir yüzyılını doldurmadı henüz. Çalgı yapım mesleği çok yaygın olmadığı için malzeme temini de kişiler üzerinden büyük zorluklarla yürüyor. Özellikle ağaç çok önemli bir sorun. Profesyonel anlamda, yani doğru zamanda, doğru biçimde kesip, sağlıklı ve doğal ortamda kurutacak bir yer yok gibi...
Bir de coğrafi konum ve iklimle ilgili özellikle akçaağaçlarımızın özgül ağırlıkları çok daha yüksek. Yaptığım araştırmalara göre dünya üzerinde aynı enleme ve iklime sahip birçok şehirdeki ağaçlar kalite olarak neredeyse aynı. Harita üzerinden bakıldığında bizim ülkemizde Artvin'e denk düşmekte. Sadece Borçka ve tavşan ladinlerimiz için söylüyorum. Uygulamalı olarak bir keman üzerinde denediğimde de gerçekten çok iyi sonuç aldım. Ama biraz önce de söylediğim gibi o doğru ağaca ulaşmak ciddi emek istiyor. Bir de klavyede kullandığımız siyah renkli abanoz ağacı var ki o sadece tropikal bölgelerde yetişiyor. Bu sebeple hem ağaç hem de malzemeler konusunda tamamen yurtdışına bağlı kalıyorum.
Avrupa' dakilerle buradaki lutiyeler arasında ne gibi farklılıklar var sizce?
Bu soruyu bana 20 yıl önce sormuş olsaydınız yüzlerce şey söyleyebilirdim. Ancak artık 21. yüzyılda da her şeye ulaşmak o kadar kolay ki. Kendini geliştirmiş, araştırmacı yönü kuvvetli, farklı birçok ismin deneyimlerini edinmiş, bir dolu enstrüman ortaya çıkarmış bir lutiye isen, pek de bir fark kalmıyor açıkçası. Nasıl ki iyi bir enstrümanist temelde doğru bir eğitim almaya başlayıp, yeteneği doğrultusunda, zamanla alanında uzman kişilerle ayrı ayrı çalışmaya başlar. Eserlerle beraber farklı teknikler ve yorumlar kazanır. Sağlam bir disiplinle çalışarak, zaman içerisinde tüm bilgi ve pratikliğini gönül ve akıl süzgecinden geçirerek kendi yorumuna ulaşır. İşte o zaman mükemmel bir solist ortaya çıkar… Bizim meslekte de böyledir.
Dezavantajı, Avrupa da bu işleri iyi yapan insan sayısının ve para birimlerinin bizimkinden kat be kat daha fazla olması. Bu yüzden istediğimiz malzemeye ulaşmak için çok yüksek rakamlar ödemek zorunda kalıyoruz. En az iki dil bilmemiz şart, usta kişilerle iletişimde kalabilmemiz için. Sanata ve sanatçıya verilen değer ile bizde ki de kıyaslanamayacak durumda. Orada halk ve devlet desteği çok büyük. Örneğin lutiyeler saat ücretli çalışırken, burada onu uygulamak oldukça güç. Bir de bizim bağlı bulunduğumuz bir kurumuz yok, ben ağaç işleri ve oyuncakçılar sendikasına bağlıyım. Bu çok trajikomik bir durum bence.
Aynı zamanda müzik kurumlarının, orkestraların ya da konservatuarların durumu da her geçen gün daha kötüye gidiyor, yeteri kadar destek verilemediği için. Bu işler birbirini paralel olarak etkiliyor. Bizim lutiyeler ve müzisyenler olarak, kendi içimizde birbirimize daha fazla destek olmamız gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde yavaş yavaş daha güçlü ülkelere kaçmaya ya da yok olmaya mahkum bir hale geleceğiz.
Cila konusunda sizin geliştirdiğiniz formüller var mı?
Aslına bakarsanız cila öncesi zemin konusunu daha çok önemsiyorum çünkü ağacın ham haline değecek ilk malzemenin hem sese hem de ağaca faydalı olması gerekiyor. Sazlarım vücuda geldikten sonra üzerlerine hiçbir şey sürmeden uzun süre bekletiyorum, ağacın bu şekilde biraz daha nefes almasını ve parçaların birbirine alışmasını sağlıyorum. Ege'ye, güneye tatil için gittiğim zamanlarda ya da uzun orman yürüyüşlerinde cila ya da zemin için doğadan ağaç kabukları ve yapraklarını toplayıp bunları bir müddet kurumaları için bekletiyorum. Kullanacağım yere göre bazen kaynatıp bazen de alkolde uzun zaman bekletiyorum. Aynı zamanda pekmez, bal, çay, kahve, yumurta akı, kazein ve çeşitli yağlar da kullanıyorum. Bunların çok ciddi faydasını gördüm. Birçok lutiye cila ve zemin için daha hızlı sonuç verdiği için kimyasal şeyler kullanmayı tercih ediyorlar. Benim uyguladığım içgüdüsel ya da geleneksel yöntemler hem çok uzun sürüyor hem de çok zahmetli. Ben tutkalından cilasına kadar hiçbir şeyi kimyasal kullanmıyorum. Bu hem sese pozitif anlamda katkı sağlıyor hem de insan sağlığı için faydalı oluyor.
Viyolonsel, viyola ve keman yapıyorsunuz. Sazlarınız sizden ayrıldıktan sonra neler hissediyorsunuz?
Evet, mesleğimi çok seviyorum ve yaklaşık 20 yıldır bu işi yapıyorum ve hala ilk günkü heyecanla başlıyorum yeni bir enstrümana. Bir ağacın öyküsü olmak çok özel bir duygu çünkü. Enstrüman üzerinde harcadığım zaman o kadar uzun ki ister istemez bir bağ kuruyorum. Adım adım aşamalarını yazıp fotoğraflarını çekiyorum. Her birinin farklı bir ismi, farklı bir öyküsü oluyor.
Bu işe ilk başladığım yıllarda enstrümanlarımla öyle bir bağ kuruyordum ki onlardan ayrılmamak için elimden geleni yapıyordum. Hatta ilk sazım bir yabancıya (sanırım adı Babtista idi) , çok uzağa Fransa'ya gittiğinde, eve dönüş yolunda ağladığımı hatırlıyorum, bir daha kemanımı göremeyeceğim diye. İki üç sefer geldi onun için ve tüm çabalarıma rağmen sonunda almıştı.
Sonraları insan seçmeye başladım, çocuğum olarak gördüğüm bir şeyi teslim edeceğim kişi önemliydi benim için. Kişiliklerinin ve tabi ki fizyolojik yapılarının birbirine uyması gerekiyor. Daha sonra ise enstrümanlarıma sahip olup, icra eden değerli kişilerden o kadar güzel geri dönüşümler almaya başladım ki bu hislerin benim başka duygusal yönlerimi doyurduğunu fark ettim, daha fazla motive oldum. Bir de onları konser salonlarında izlemeye gittiğim zaman çok özel bir heyecan ve mutluluk hissediyorum. İnsanın sevdiği bir mesleği yapması bu dünyadaki en büyük lüks sanırım.
1979'un bir bahar sabahında, İstanbul'da müzikle iç içe bir ailede dünyaya geldim. İlk orta ve lise yıllarında da hayatımda hep müzik oldu. Aynı zamanda el becerimin de farkında olup ahşaptan kendi oyuncaklarımı kendim yapmaya, kendi kıyafet ve takılarımı tasarlayıp yapmaya başladım. 1996'da abimin ve müzik öğretmenimin yönlendirmesiyle Müjdat Gezen Sanat Merkezi Müzik Bölümünde okumaya başladım. Televizyon programlarında, albümlerde, radyo reklamlarında ve çeşitli yardım etkinliklerinde şarkı söylemeye başladım. Gitar, bağlama, mandolin gibi sazları çalabiliyordum ama büyük bir hevesle kemana yöneldim.
Peki yapmaya nasıl yöneldiniz?
İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarında okumayı planlarken, tesadüfen aynı okulda yaylı sazlar yapabileceğim bir bölümün olduğunu öğrendim. Bu benim için önemli bir şeydi çünkü sevdiğim bir sazı hem çalabilecek, hem de yapabilecektim. Türkiye'de her ne kadar erkek mesleği olarak görülse de bu iş bana çok çekici, sıra dışı ve keyifli gelmişti. Ağacın gücüne, büyüsüne ve her birinin ayrı bir öyküsü olduğuna inanırım. Ona dokunmak, onu işlemek ondan zarif bir enstrüman ortaya çıkarmak, ses elde etmek ve sonunda dünyanın birçok yerinde binlerce belki milyonlarca kulağa, gönüle ulaştığını ve hâtta benden sonra bile yüzlerce yıl yaşayacak olmasını bilmek beni çok heyecanlandırmıştı. Bu sebeple tereddütsüz bu bölümde okumaya karar verdim. Her iki okuldan da çok değerli Cafer Açın, Seha Okuş, Adnan Ataman, Müjdat Gezen gibi hocalardan dersler aldım ve başarıyla mezun oldum.
Diploma tamam, peki kendinizi nasıl geliştirdiniz?
Atölye kurup keman, viyola ve viyolonsel yapmaya devam ederken bir yandan da kendimi geliştirme çabasına içersine girdim. İngiltere, İtalya, Fransa, Almanya, Hollanda, İspanya, Belçika gibi birçok ülkelere gittim, fuarlara katılıp, atölyeler ziyaret ettim. Farklı yapım teknikleri öğrendim. Avrupalı birçok lutiyenin kişisel deneyimlerinden faydalandım. Bunları akıl süzgecimden geçirerek kendi mesleki hayatıma kattım. Bunların arasında Stefanno Conia, Edgar Russ ve Davide Sora gibi isimler de yer alıyor.
Atölyemde mini workshoplar düzenledim ve öğrenciler yetiştirdim. Çok özel ve güzel bir mesleğim olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden birçok belgesel, gazete ve dergiye konu oldum. Farklı meslek grublarından insanlara bu mesleğin inceliklerini gösterip anlattım. 1999 'dan beri İstanbul'da keman, viyola, viyolonsel yapımı, bakımı ve restorasyonu ile ilgileniyorum. Toplamda yaptığım yaylı sazlar sayısı 40-50 civarındadır. Enstrümanlarım başta değerli sanatçılarımız Ruşen Güneş, Serdar Erkmeniş, Erman Türkili, Gonca Çeliker Bilget, Mesut Ercan, Metin Batur tarafından çalınmakta ve bir çok orkestrada, konservatuarlarda, müzik eğitim kurumlarında bulunmaktadır. Bunun yanı sıra İngiltere, Japonya, Fransa, Almanya, Avusturya ve Hollanda gibi ülkelerde de sazlarım bulunuyor.
Yapımcığımın dışında antikaya olan merakımdan dolayı Avrupadan eski enstrüman satın alıp restorasyonunu yapıp arşivime ekliyorum, alıcısı çıkana kadar.Bu erkek egemen meslekte Türkiye'de herhalde ilkler arasında olmalısınız.
Lutiyelik mesleğini geçmişten günümüze inceleyecek olursak tarihte ki bütün isimlerin erkeklerden oluştuğunu görebiliriz. Ancak bunu salt bu meslek için söyleyemeyiz. Geçmişteki erkek egemen toplumunun ve baskısının bir yansıması olarak diğer birçok meslekte aynı durumdadır. Ancak şimdi günümüz Avrupasında hiç de öyle değil. Birçok alanda neredeyse erkeklerle eşit durumdalar, hâtta bazen daha ön plandalar. Türkiye'de ise lutiyelik hala erkek mesleği olarak görüldüğü için bu sayı bir elin parmaklarını bile geçmiyor. Yaptığım yazılı araştırmalar doğru ise Türkiye 'deki ilk profesyonel kadın keman yapımcısı olabilirim ya da bu kadar uzun süre yapan ilk kadın…
Önceliğiniz keman galiba… Evet. Aslına bakarsanız içten içe kemanı kadınların daha iyi yapabileceği gibi bir düşünce içindeyim. Çünkü oldukça ince, hassas işçilik isteyen zarif ve naif bir saz. Çok zorlayıcı yönleri de var elbet. Çünkü mesleğim kendi içinde bir sürü farklı alanı barındırıyor. Ağaç kesimlerinde büyük makinalardan, proje çiziminde teknik resimden, hesaplamalarda matematik ve fizikten, cilada kimyadan, ton arayışı için de müzikten anlamak gerekiyor. El aletlerini tanımak, kullanımı ve işlevselliklerini sürdürebilmeleri için bileme işlemlerinden de anlamak gerekiyor.
Bu işin zorluklarını anlatır mısınız biraz?
Sanırım beni en çok zorlayan iş kaba oyma işlemleri. Bu yüzden bileğimde tendon kisti, omuzumda ise kemik eğriliği oluştu. Birçok lutiye çoğu işlerini makinalarla hallediyorlar, bu bana pek etik gelmiyor. Mitenvald'takiler kadar olmasa da ben biraz daha gelenekselciyim. Bu yüzden sazlarımın yapımı altı ayla bir yıl arasında sürüyor. Bu oldukça uzun bir zaman dilimi olduğu için onlarla ister istemez bir bağ kuruyorum. Bir kadın keman yapımcısı olarak bütün yaptığım sazlarda bir parça ruhum olduğuna inanırım.
Yirmi yıldır bu işi yapan biri olarak bir diğer zorluğundan bahsedecek olursam, bu mesleği layığı ile yapmayan, kendini yapımcı diye tanıtan, kaliteden sesten yoksun sazları, ticari zekâsıyla satan çok insan var. Üstelik bazı konservatuardaki hocaların ve orkestradaki bazı enstrümanistlerin bile kendi kimliklerini kullanarak değerinin çok çok üstünde keman, viyola, çello satmalarına şahit oluyorum. Bu da bizim işimizi oldukça zorlaştıran bir diğer etken.
Okurlarımız için kısaca kemanın evrimsel sürecini anlatır mısınız? Keman, kontrabas, çello ve viyola'nın da içinde bulunduğu yaylı çalgılar ailesinin en zarif ve en küçük üyesidir. Bazı kaynaklar orta çağda Fiddle, Lira da breci, Viol'un kemanın atası sayılabileceğini savunduğu gibi, başka bir diğer kaynaksa kemençenin ve rebabın olduğunu söyler. Bu kaynaklara göre aynı tarihlerde, farklı coğrafyalarda farklı isim ve şekillerde karşımıza çıkıyor. Ancak bilinen en güçlü gerçek ise kemanın zaman içersinde birçok değişime uğramış olması ve ilk kez 16. yüzyılda İtalya'da ortaya çıkmasıdır. Gaspara da Salo ve Andrea Amati nin ellerinde ideal biçimine kavuşmuş olmasıdır.
Müziğin gelişimi, keman virtüözlerinin ve büyük oditoryumlarının ortaya çıkışıyla beraber gelişimine devam etmiş, 17-18. yüzyıllarda Stradivarius ve Guarneri ile birlikte bugünkü mükemmel biçimini almıştır.
Kendinize örnek aldığınız lutiyeler var mı?
Sanırım birçok lutiye gibi, benim de en çok örnek aldığım isimler A. Stradivarius ve Guarneri'dir. Bunların dışında Maggini, Bergonzi, Guadagnini ve Ornati'dir. En sık yaptığım modeller Strad, Guarneri ve Ornati'dir. Ayrıca kendi modellerimi de üretiyorum, özellikle viyola ve viyolonselde.Anlattıklarınızdan hiç kontrbas yapmadığınızı anlıyorum, neden?
Birincisi kontrbas çok sık sorulan ve satın alınan bir saz değil. Orkestra içinde de keman viyola ve viyolonselle karşılaştıracak olursak oldukça az. Biraz arz talep meselesi. Üstelik hacim olarak da hayli iri olduğu için yapım sürecinde beni çok zorlayacağını düşündüm. Şehirlerarası ya da ülkelerarası konserlerde de sanatçılar genelde kiralamayı tercih ediyorlar. Bu yüzden hiç kontrbas yapmadım. Ancak restorasyonu ile ilgilendim.
Türkiye' de yeterli ve kaliteli ağaç bulabiliyor musunuz?
Sadece ağaç değil yaylı sazlar yapımı ile ilgili diğer malzemeleri de bulmakta zorlanıyorum.. Keman ve ailesi sazlar batı kökenli oldukları için, yapımda ve eğitimde yaklaşık 400 yıllık oturmuş bir geleneğe sahipler. Bizde ise bir yüzyılını doldurmadı henüz. Çalgı yapım mesleği çok yaygın olmadığı için malzeme temini de kişiler üzerinden büyük zorluklarla yürüyor. Özellikle ağaç çok önemli bir sorun. Profesyonel anlamda, yani doğru zamanda, doğru biçimde kesip, sağlıklı ve doğal ortamda kurutacak bir yer yok gibi...
Bir de coğrafi konum ve iklimle ilgili özellikle akçaağaçlarımızın özgül ağırlıkları çok daha yüksek. Yaptığım araştırmalara göre dünya üzerinde aynı enleme ve iklime sahip birçok şehirdeki ağaçlar kalite olarak neredeyse aynı. Harita üzerinden bakıldığında bizim ülkemizde Artvin'e denk düşmekte. Sadece Borçka ve tavşan ladinlerimiz için söylüyorum. Uygulamalı olarak bir keman üzerinde denediğimde de gerçekten çok iyi sonuç aldım. Ama biraz önce de söylediğim gibi o doğru ağaca ulaşmak ciddi emek istiyor. Bir de klavyede kullandığımız siyah renkli abanoz ağacı var ki o sadece tropikal bölgelerde yetişiyor. Bu sebeple hem ağaç hem de malzemeler konusunda tamamen yurtdışına bağlı kalıyorum.
Avrupa' dakilerle buradaki lutiyeler arasında ne gibi farklılıklar var sizce?
Bu soruyu bana 20 yıl önce sormuş olsaydınız yüzlerce şey söyleyebilirdim. Ancak artık 21. yüzyılda da her şeye ulaşmak o kadar kolay ki. Kendini geliştirmiş, araştırmacı yönü kuvvetli, farklı birçok ismin deneyimlerini edinmiş, bir dolu enstrüman ortaya çıkarmış bir lutiye isen, pek de bir fark kalmıyor açıkçası. Nasıl ki iyi bir enstrümanist temelde doğru bir eğitim almaya başlayıp, yeteneği doğrultusunda, zamanla alanında uzman kişilerle ayrı ayrı çalışmaya başlar. Eserlerle beraber farklı teknikler ve yorumlar kazanır. Sağlam bir disiplinle çalışarak, zaman içerisinde tüm bilgi ve pratikliğini gönül ve akıl süzgecinden geçirerek kendi yorumuna ulaşır. İşte o zaman mükemmel bir solist ortaya çıkar… Bizim meslekte de böyledir.
Dezavantajı, Avrupa da bu işleri iyi yapan insan sayısının ve para birimlerinin bizimkinden kat be kat daha fazla olması. Bu yüzden istediğimiz malzemeye ulaşmak için çok yüksek rakamlar ödemek zorunda kalıyoruz. En az iki dil bilmemiz şart, usta kişilerle iletişimde kalabilmemiz için. Sanata ve sanatçıya verilen değer ile bizde ki de kıyaslanamayacak durumda. Orada halk ve devlet desteği çok büyük. Örneğin lutiyeler saat ücretli çalışırken, burada onu uygulamak oldukça güç. Bir de bizim bağlı bulunduğumuz bir kurumuz yok, ben ağaç işleri ve oyuncakçılar sendikasına bağlıyım. Bu çok trajikomik bir durum bence.
Aynı zamanda müzik kurumlarının, orkestraların ya da konservatuarların durumu da her geçen gün daha kötüye gidiyor, yeteri kadar destek verilemediği için. Bu işler birbirini paralel olarak etkiliyor. Bizim lutiyeler ve müzisyenler olarak, kendi içimizde birbirimize daha fazla destek olmamız gerektiğini düşünüyorum. Aksi halde yavaş yavaş daha güçlü ülkelere kaçmaya ya da yok olmaya mahkum bir hale geleceğiz.
Cila konusunda sizin geliştirdiğiniz formüller var mı?
Aslına bakarsanız cila öncesi zemin konusunu daha çok önemsiyorum çünkü ağacın ham haline değecek ilk malzemenin hem sese hem de ağaca faydalı olması gerekiyor. Sazlarım vücuda geldikten sonra üzerlerine hiçbir şey sürmeden uzun süre bekletiyorum, ağacın bu şekilde biraz daha nefes almasını ve parçaların birbirine alışmasını sağlıyorum. Ege'ye, güneye tatil için gittiğim zamanlarda ya da uzun orman yürüyüşlerinde cila ya da zemin için doğadan ağaç kabukları ve yapraklarını toplayıp bunları bir müddet kurumaları için bekletiyorum. Kullanacağım yere göre bazen kaynatıp bazen de alkolde uzun zaman bekletiyorum. Aynı zamanda pekmez, bal, çay, kahve, yumurta akı, kazein ve çeşitli yağlar da kullanıyorum. Bunların çok ciddi faydasını gördüm. Birçok lutiye cila ve zemin için daha hızlı sonuç verdiği için kimyasal şeyler kullanmayı tercih ediyorlar. Benim uyguladığım içgüdüsel ya da geleneksel yöntemler hem çok uzun sürüyor hem de çok zahmetli. Ben tutkalından cilasına kadar hiçbir şeyi kimyasal kullanmıyorum. Bu hem sese pozitif anlamda katkı sağlıyor hem de insan sağlığı için faydalı oluyor.
Viyolonsel, viyola ve keman yapıyorsunuz. Sazlarınız sizden ayrıldıktan sonra neler hissediyorsunuz?
Evet, mesleğimi çok seviyorum ve yaklaşık 20 yıldır bu işi yapıyorum ve hala ilk günkü heyecanla başlıyorum yeni bir enstrümana. Bir ağacın öyküsü olmak çok özel bir duygu çünkü. Enstrüman üzerinde harcadığım zaman o kadar uzun ki ister istemez bir bağ kuruyorum. Adım adım aşamalarını yazıp fotoğraflarını çekiyorum. Her birinin farklı bir ismi, farklı bir öyküsü oluyor.
Bu işe ilk başladığım yıllarda enstrümanlarımla öyle bir bağ kuruyordum ki onlardan ayrılmamak için elimden geleni yapıyordum. Hatta ilk sazım bir yabancıya (sanırım adı Babtista idi) , çok uzağa Fransa'ya gittiğinde, eve dönüş yolunda ağladığımı hatırlıyorum, bir daha kemanımı göremeyeceğim diye. İki üç sefer geldi onun için ve tüm çabalarıma rağmen sonunda almıştı.
Sonraları insan seçmeye başladım, çocuğum olarak gördüğüm bir şeyi teslim edeceğim kişi önemliydi benim için. Kişiliklerinin ve tabi ki fizyolojik yapılarının birbirine uyması gerekiyor. Daha sonra ise enstrümanlarıma sahip olup, icra eden değerli kişilerden o kadar güzel geri dönüşümler almaya başladım ki bu hislerin benim başka duygusal yönlerimi doyurduğunu fark ettim, daha fazla motive oldum. Bir de onları konser salonlarında izlemeye gittiğim zaman çok özel bir heyecan ve mutluluk hissediyorum. İnsanın sevdiği bir mesleği yapması bu dünyadaki en büyük lüks sanırım.