Şefik Kahramankaptan'ın “Resmigeçit”
başlıklı kitabında yer alan, 1997 yılında yapılmış söyleşi
Ankara’daki atölyesinde, üzerinde kırmızı tulumu, günün yaklaşık 8 saatini tuval başında geçiren Kayıhan Keskinok, “nesnel değerleri ağırlıksız düşsel bir mekanla özdeşleştirerek” hem göze, hem beyine hitap başarısını yakalamış, bu çizgide yeniliklerini sürdüren bir ressam.
Düşler, O’nun için bitip tükenmez ilham kaynakları...Tasarladıklarını, kafasının meşgul olduğu konuları, düşlerinde olgunlaştırdığını söylüyor. Tablolarında elle tutulacak kadar nesnel figürlere karşın, insanın çağlar boyu değişmez temel kişiliğinin yansımalarıyla resminin bütününü oluşturan, düşünde ufka doğru bakıp müthiş bir renk, ışık-gölge düzeni görerek , uyandığında bunu hemen tuvale dökebilen bir usta Kayıhan Keskinok... O’nun tablolarında, ağırlıksız kozmik bir ortamda gizemli bir ışık, üstüste bindirmelerle sağlanan çağlar arasındaki gel-git hareketini algılamak mümkün.
İzmir 1923 doğumlu Kayıhan Keskinok’un resim ilgisi, çoğu profesyonelde görüldüğü gibi ilkokul çağında başlıyor. Ya sonrası? Kendisinden dinliyoruz:
- Adana Birinci Ortaokulu’nda kalabalık arasında resim öğretmeni ilgilenmedi böyle şeylerle. Adana Öğretmen Okulunda resim yapıyorduk ama daha ziyade sporla meşguldüm. Bir gün müdürümüz benim yaptığım bir çalışmayı gördü ve derhal resim atölyesine devam etmemi istedi. Müdür Mehmet Naci Ecer, Sorbonne’da eğitim görmüş, orada doktora yapmış, Niğdeli, çok takdir ettiğim bir adamdı. O sıralar pedagojiyle ilgili 5 - 6 kitabı vardı. Okulumuzun atölyesinde bol yağlıboya, gerekli malzeme vardı ama kimse bizimle meşgul olmazdı,kendi kendimize çalışırdık. Orada çalıştım. Niyetim beden terbiyesi hocası olmaktı ama beden terbiyesi hocam da “Hayır, resme gideceksin sen” dedi, “nasıl olsa sen Gazi Eğitim Enstitüsünde spor da yaparsın . Spor öğretmenleri 40 yaşlarına kadar ancak fiyakalarını sürdürürler, ama daha sonra çaptan düşerler”. Böyle bir duruma sürüklenmemek için sen yine yeteneğin olan resme git dedi. Öylece o sıralarda resim eğitimine başlamadan önce bazı ressamlar gördüm. Çok hayran olmuştum.
- Nerede?
- Konya’da. Konya garına küçük küçük resimler, manzaralar yapıyordu. Çok usta bir adamdı herhalde. Adama o kadar hayran oldum ki çekingenlik duydum, tanışıp, benim de hevesli olduğumu söyleyemedim. Hayran olduğum kimselere karşı böyle bir çekingenliğim vardı benim. Aynı çekingenliği Bedri Rahmi’ye karşı da gösterdim. Sergisini geziyordum İstanbul’da, kendisi gelmez mi? Çok meraklısınız galiba gibi bir şey söyledi. Orada ben Gazi Eğitim Enstitüsü’nden mezun olduğumu, resim yaptığımı söyleyemedim. Bazen böyle tuhaf şeylerim tutar. Gazi Eğitimi bitirdikten sonra Boğazlıyan’da öğretmenlik yaptım.
- Peyzajdan, natürmorttan daha çok figüre eğiliminiz nereden kaynaklanıyor?
- Gazi’de okuduğum sıralarda da figüre merakım vardı. Hocamız Refik Epikman o yönde çalışmamızı istiyordu. Fakat asıl beni yönlendiren beraber öğretmenlik yaptığımız Rıfat Ilgaz oldu. Bizden yaşlıydı. Boğazlıyan’a Türkçe öğretmeni olarak geldi. Desenin , anatomin kuvvetli, niye insan resmi yapmıyorsun dedi. Peyzaj yapıyorum o sıralarda. Peki dedim ben daha ziyade buna eğileyim. O sıralarda da elime geçen Paris Match dergisinde Mikelanj’ın Sikstin kilisesine yapmış olduğu o tavan resimlerini görüp hayran oldum. Oradan bakarak Mikelenj’dan kopyalar yapmaya başladım. 2-3 sene sürdü bu kopyalar. Sonradan ben Mikelanj’ın anatomisinde hatalar bulmaya başladım. Tabii çok güzel resimlerdi, başka da, demek ki çalışma içerisinde insanın hataları da olabiliyormuş. Evvela onu kavradım, o düşünceyi algıladım. Bir taraftan da ben onun hatalarını görebildiğime göre kendimin de epey yetişmiş olduğumun farkına vardım. Bu tabii benim güvenimi arttırdı.
- Model kullanıyor musunuz?
- Bugün özellikle anatomi alanında, hayvan, insan anatomisi alanında bütün çalışmalarımı genellikle ezbere yaparım. İstediğim figüre istediğim pozu uğraşa uğraşa verdirtebilirim. Bazan kontrollarımı yaparım, başka ama insan bedeninde pek kontrol yapmam. Mesela boğalara falan baktığım yok. Sadece İspanya'da boğa güreşlerinin verildiği filmleri televizyondan son derece dikkatle izliyorum. Ondan sonra ezbere yapıyorum hepsini. Mesela şu siyah beyazı ezbere, bizim atölyede yaptım. Bu Gılgamış’la ilgili. Kutsal boğayı öldürür. Böylece aşk tanrıçası İştar’ın gazabına uğrar. Tanrılara şikayet eder İştar. Yani öyle bir anı göstermek istiyorum. Tabii gelecekteki kompozisyonumun ilk başlangıçları bunlar.
Sizin resimlerinizde geçmişle gelecek arasında büyük bir mekik algılıyoruz. Bir yanda destanlar, milattan önceye kadar uzanan objeler... Eski Yunan, Roma, bir taraftan da 2000'li yılları kucaklayacak gerçeküstü bazı konumlandırmalar. Bunları nasıl açıklıyorsunuz?
- Birkaç açıdan bunu cevaplandırabilirim. Evvela insanoğlunun bazı temel duygularının değişmediğini biliyorum. Diyelim ki , sevi, tutku, ölümsüz olma, öldükten sonra yaşama, yaşamını sürdürme, cinsellik gibi şeyler, bunlar değişmiyor. Bunlardan kaynaklanan korku, kıskançlık gibi duygular. Bunlar da değişmiyor. Kaynakları da hep aynı şekilde hayvansal birtakım güdülere dayanıyor. Hayvansal güdülere dayandığı için de pek değişmiyor. En uygar bir insanın bile bazan bir hayvan kıskançlığına dönüştüğünü görüyoruz. Bu duygular,yüzyıllar geçse de yine değişmeyecektir, işte bunu anlatmaya çalışıyorum. Ve mitolojilerde bunlar var. Aşk başta geliyor. Güzel görünme, başkalarına beğendirme duyguları. Destanlara baktığınız zaman bugün yaşadığımız bütün olaylar orada da var aynen. Ama destanlarda olaylar tanrısal bir kılıfa sokulmuş.
- Örnekleyebilir misiniz?
- Mesela Gılgamış destanında bütün bu duygular vardır. Aşk şimdi hristiyanlık ve müslümanlık dinlerince de fazlaca hor görülen şey. Oysa eski dinlerde, mitolojilerde çok olağan olay olarak düşünülür. Mesela mabetlerin fahişeleri de vardır. Fahişelik en olağan meselelerden birisi olarak düşünülmüştür. Ormanda yaşayan Engidu’yu alır, getirir, zayıflatır onu ve Gılgamış tarafından yenilmesine neden olur. Orada aşk tanrıçaları yarı tanrı olan kişiler de dahil birçok kimselere âşık olurlar. Diyelim Zeus şimdiye kadar görmediğimiz aşk maceraları ile doludur. Gılgamış destanında İştar’a yüz vermediği için İştar’ın gazabına uğramıştır. Bugün bunları mahallemizde, komşumuzda, bütün dünyada cereyan eden olaylarla özdeşleştiriyorum. Bir yerde de çağların birbirine yakınlaşmasını sağlamış oluyorum. Düşünce olarak böyle olurken resimsel olarak geniş olanaklar veriyor bana düzenleme açısından. Her gün yaşadığımız bir anlık sahneler pek heyecan verici değildir benim için. İçerisine katkılar getirdiğim zaman düzenlememde çok daha zengin izlenimler sağlayabiliyorum.
- Bunları önceden tasarlıyor musunuz?
- Tasarlıyorum, devamlı okuyorum. Okuduklarımdan resimsel neler çıkartabilirim? diye düşünüyorum. Bunlardan yüzlerce eskiz,desen yapıyorum. Bunlar bilinçaltına yerleşiyor yavaş yavaş. Ama bu birkaç günlük iş değil. Aylarca sürüyor. Öyle zannediyorum ki mesela Gılgamış destanını herhalde Ağustos’larda falan yapabilirim. Şimdiden onun sancıları başladı. Çeşitlemeye çalışıyorum şimdi. Neler yapabilirim? Benim resmim hangi pozlarla değerlenebilir, güzelleşebilir diye düşünüyorum. Tabii sonra çalışmaya başlıyorum. ama bilinçaltında düzenleme kuruluyor. Hatta düşümde görüyorum, karar veriyorum, bu konu tamamdır, istediğim oldu. İşte böyle çalışırsın diyorum. Tuvalin başına geçtiğim zaman sadece temel bir figür beni ilgilendiriyor. Onu yapıyorum, sonrakiler çıkıp geliyor. Bilinçaltı kararları tuvale dökülmeye başlıyor.
- Sizin tablolarınızda sıkça rastlanan hayvan figürleri özellikle boğalar, horozlar. Bunlar hep erkek cinsler. Kadınsız tablonuz da yok. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
- Evet. Tavuk , inek yok. Onun yerine bir dişi var. Dişi hep kadın oluyor. Yani benim kendi cinsimin dişisi... Onu hiçbir şeye değişemem. Hiçbir benzetme yapamam onunla ilgili olarak. Divan edebiyatında yaptıkları gibi benzetmeler de yapamam hiçbir zaman. Bir kaş ise kadın kaşıdır o, bir kalça tarif edilecekse kadın kalçasıdır. Onu ineğe de benzetmem, kemana da benzetmem. O sadece hiçbir şeye benzemeyen kadındır benim nazarımda. Ama erkek, kişiliğiyle işte bu hayvanlara zaman zaman benzer tabi. Mitolojide de geçtiği için örneğin boğa. Öküz değil, öküz biliyorsunuz iğdiş edilmiş boğadır. O horoz da bizim zaman zaman horozlanma dediğimiz şeye çok müsait bir figür. Efelenmek diyorlar şimdi, özellikle zayıf olduğumuz zamanlarda kişilik açısından böyle horozlanırız. Ben onu bir erkeklik simgesi olarak bulunduruyorum. Düğünlerde koç, horoz hediye olarak gönderilir evlenme öncesi. Böyle geleneksel bazı adetleri anımsatma bakımından da ele alıyorum. Bunlar zenginleştiriyor tabloyu.
- Takaların, Karadeniz düğünlerinin öyküsü nedir?
- Eşim Karadenizlidir. Giresun'un kazası Görele’den. Benim orada ortaokulda hocalık yaptığım, nişanlı bulunduğumuz sıralarda Karadeniz’de ulaşım denizle olurdu. Dolayısıyla kız alıp verme işleri de... Benimle ilgili bir tv programı yapmak için Karadeniz’e gitmiştik, bizim Yalçın Gökçebağ’la. Çekimleri o sıralarda TRT’de kameraman olan Yalçın yapıyordu. Benim kaldığım evden başladık, eşim de epey hatırlıdır orada , telefon etti daha önceden gerekli hazırlıkları yaptırttı. Şimdi böyle olaylar olmuyor Karadeniz’de ama balıkçı tekneleri olan tanıdıkların da yardımıyla o gün evlenen bir çiftle, bu olayı orada yaşattılar. Aynen benim Karadeniz düğünleri tablolarındaki olayları canlandırdılar... Uzaklardan teknelerle çıkageldiler, hava biraz soğuktu. Buna rağmen gençler suya atladı. Kadınlar, bayraklar.. Olayı filme alan Yalçın Gökçebağ “Aman hocam, bu tam sizin Karadeniz düğünleri” diye pek keyiflendi. Bugüne kadar çok miktarda Karadeniz düğünü yaptım yağlıboya tablo olarak. Son zamanlarda yeni bazı şeyler katmaya çalıştım oraya. Bazı çubuklar falan var . Artık bu işlerin yok olmak üzere olduğu belirtmek üzere bugünü temsil eden birkaç tane geometrik şekil koydum.
- İskambiller de yeni. İlk defa bu yıl görüyoruz resminizde.
- İskambillerin iki üç anlamı var, doku olarak da bir yenilik getiriyor ve asıl resmi uzaklaştırıp geriye götürüyor. Bununla farklı bir doku elde etmiş oluyorum. O yapıştırma gibi bir izlenim bırakıyor resim üzerinde. Yapıştırma gibi bir izlenim bırakınca resim olayını hayattan, yaşamdan bir sahne olduğu izlenimini ortadan kaldırmak istiyorum. Bir sanatsal olaydır demeye getiriyorum o dokularla. Oraya Karadeniz düğünlerinde de olduğu gibi tamamen geometrik genel havaya uymayan bir doku getirdiğim zaman tıpkı epik tiyatroda olduğu gibi bir etki yaratıyorum.
- Yani yabancılaştırma efekti olarak kullanıyorsunuz.
- Bu bir yapay olaydır demek istiyorum. O malzemeyi o maksatla kullanıyorum, Bir de Carmen’de, fala bakar Carmen. Fala bakma çeşit çeşittir çingenelerde biliyorsunuz. Kurşun döküp bakarlar, kâğıda bakarlar. Carmen’de maça filan gibi şeyleri bir yerde ölüm simgesi olarak düşündüm siyah olduğu için. Kırmızı kupayı da aşk olarak . Carmen’de de aşk ve ölüm yanyana bulunur. İskambilleri bu amaçlarla kullanıyorum. Yeni bir öge.
- Köroğlu konusu da tablolarınıza girmeye başladı.
- Köroğlu ile ben eskiden beri meşgulüm. Kızımın evinde bir tablom vardır. Çok eski, l955 yılında geometrik figürlerle yapılmış bir resimdir bu. Orada daha ziyade savaş sahneleri ile gösterdim Köroğlu’nu. Atlar falan. Şimdi ise saz şairi, Köroğlu’nun yörelerinden manzaralar, o güzel dokunulmamış, bozulmamış Bolu manzaraları. Başlıca uğraşı at yetiştirmek olan Köroğlu’na özgürlüğün simgesi, doğada birlikte olma düşüncesiyle yaklaşıyorum. Bir de kız kaçırma. Tabii, kız kendi kendine kaçar. Bu, sevinin gözümde en fazla büyüttüğüm bir olgusudur. Çünkü kız bütün gelenekleri yıkar ve sevgilisine gider. Kızın kaçma olayı, aşkın, sevinin en görkemli ifadesidir benim için. Bir de Köroğlu tablolarına F-l6’lar gelecek. F-l6 doğanın bu bakirliğine, dokunulmazlığına ve ilkel görüntüsüne yepyeni bir unsur olarak giriyor. Bununla da Köroğlu’nun ünlü “tüfek icat oldu mertlik bozuldu” sözünü çağrıştırmış oluyor. Son derece farklı bir dokuyla tabii..
- İleriye dönük başka hangi projeler var?
- Gılgamış ve Köroğlu’nun yanısıra, maden işçilerini düşünüyorum. Bu üç konuyu çalışacağım önümüzdeki aylarda.
- Pekiyi, maden ocağında gene güzeller de yer alacak mı?
- Alacak tabii. Şu veya bu şekilde alır. Daha evvel yapılmış bir denemem vardı, bir gece sinirlendim yırttım. Orada madenci çalışırken çocuğunu hatırlar, karısını hatırlar. Böyle birtakım bindirmeler yapmayı düşünüyorum. Işıklar falan getirebilirim. Geçen senelerde bunu denedim ama başarı sağlayamadım. Siyahla çalışmak biraz zordur.
- Fakat ne olursa olsun, kadının çarpıcılığı sizde hep ön planda.
- Evet ama erkek de oluyor. Çok ideal bir erkek düşünülüyor tabii. Adaleli , spor yapmış. Çirkin bir şeyleri getirmek istemem.
- Sörf, buz pateni gibi sporlarla da ilgileniyorsunuz.
- Sörf beni yazın ilgilendiriyor. Ben birçok resimlerimi yaptığım Bodrum’da her gün gördüğüm olaylardan sörf. Kadın vücudu her gün gördüğüm olaylardan. Sörf insan vücudunun hareketlerine çok müsait olduğu için, değişik hareketleri orada algılayabiliyorum.
- Siz kendinizi nasıl bir ressam olarak nitelendiriyorsunuz?
- Tavır olarak Fantastik gerçekçi, düşsel gerçekçi denilebilir. Figürlerimin hepsinde anatomik yetkinlik aradığım için o açıdan gerçekçi demek lazım. Getirdiğim gerçeküstü birtakım düzenlemeler nedeniyle, daha doğrusu bindirmeler yaptığım için buna düşsel gerçekçilik diyebiliriz. Ama başka düşsel gerçekçilere pek benzemiyorum zannediyorum. Renkçilik açısından da benim kendi bulduğum bir şey var. Rengi çok canlı kullanmama rağmen boya hamuru ile çalışmadığım için bana bireşimci renkçi denilebilir. Çünkü izlenimcilerin veyahut Cezanne’ın uyguladığı renkçilikte boya gerçekçiliği söz konusudur. Oysa bu modleye uygun değildir. Oysa ben objektiviteye, nesnelliğe önem verdiğim için ister istemez modleyi kullanıyorum. Modleyi ve boyayı bir arada kullanan kişilere de ben kendi uydurduğum bir sözcüğü kullanıyor, “bireşimci renkçi” diyorum. Diğerlerine de özdeksel renkçi demek lazım. Boya hamuruyla çalışan, boya gerçekçiliğini ön planda tutanlar tam bir nesnelliğe ulaşamaz. Boya hamuru ile çalışıldığı takdirde doğa soyutlanmış olur. Boya hamurunu kullandığı için somut, ama görüntü olarak soyut. Bende görüntü somut, ama boya hamurunu ezdiğim için, modle yaptığım için de soyut oluyor. Yine diyalektik tutarlılığı uygulamış oluyorum.
- Sanat Yapım’da kurslarınıza devam ediyor musunuz?
- Ediyorum. Elli civarında, her meslekten var,çoğu kadın. Erkek çok az, 2 - 3 tane. İçlerinde 6 - 7 seneden beri gelen var. Üniversite profesörlerinden de gelen olmuştu. Avukat, doktor. Şimdiye kadar bunların içersinde profesyonel olanlar var. Sergi açıp para kazanıyorlar. Gelmeyin artık diyorum ama geliyorlar. Biz burada yeni şeyler öğreniyoruz diyorlar.
- Beşyüzü buldu mu toplamı?
- Belki. l5 senedir sürüyor. Bu kadar eski hiçbir yerde yok. Önce birlikte çalıştığımız Nihat Kahraman’dan sanat eğitimini alıyorlar. Sonra bana geliyorlar. Bu iyi oluyor çünkü birtakım kavramları açıklama gereğini duymuyoruz.
- Türkiye’de resim sanatının geldiği yeri nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Ben detaylara önem veren bir çok sanatçılar gibi çok üretmiyorum. Senede hiç değilse 50 resim yapıyorum gene de. Yaşım 74, bizden önceki kuşak, senede l0 - l5 resimden fazla yapmıyordu. l5 resimle bir yere varılamaz, birtakım hamleler yapılamaz. Benim kuşağımın sanat yaşamında epey hamle yapılmış ve çok iyi yerlere gelinmiş, kendi işinde ustalaşılmıştır. Hangisine bakarsanız bakın, figüratif veya nonfigüratif olsun, soyut veya somut olsun, bugünün sanatçıları bir önceki kuşaktan daha çok çalışmıştır. Biz onlardan daha fazla çalıştık, çalışıyoruz. Şimdi düşünelim, ben en az çalışanlardan birisiyim ama l0 yılda 500 resim yapıyorum demektir. Peki 30 yılda ne kadar resim yapılabileceğini düşünün. Bizden önceki kuşağın bu kadar resmi yok. En fazla l50 resimde falan kalıyorlar. O da Çallı falan galiba. Çalışıldıkça yeni yeni bir yerlere geliniyor. Belki onlar çalışsalardı kimbilir nerelere gelecek, neler getireceklerdi? Bize belki başka türlü bir dünya aktaracaklardı. Ve biz onun üstünde başka yerlere varacaktık.
- Üretimin artmasında piyasanın oluşmasının da payı yok mu?
- Var tabii... Özellikle 70’li yıllardan sonra resim sanatı Türkiye’de para etmeye başladı. Üretimin artmasını da buna bağlıyorum. Çünkü bizi bir yerde mecbur ediyorlar. Bütün galeriler, serzenişte bulunuyorlar bizde niye açmıyorsun diye. Hiç değilse bir karma sergiye katıl diyorlar. Bu sene benim katıldığım karma sergiler beşi buldu. Beş serginin bazılarında iki resim sattım. Resimlerimin tamamı satılmasına rağmen bir senede iki tane kişisel sergi açabiliyorsam bunun sebebi yine resmin para etmesidir. Artık bundan da vazgeçilmez. Durmaz bu. Çünkü satın alan gidip onu tekrar para olarak her yerde değerlendiriyor. Kızını evlendirirken değerlendiriyor. Oğlunu evlendirirken değerlendiriyor. Ev alırken değerlendiriyor. Ne zaman isterse o daha yüksek para edebiliyor. Bu yüzden iyi bir yatırım aracı. Bir de bu kadar galeri var. Biz bir zamanlar Paris'te bakkal dükkanı kadar galeri var diye hayrandık, bizde de ona dönüşmek üzere.
- Sizden sonraki kuşağa nasıl bakıyorsunuz?
- Çalışmak koşuluyla çok daha iyi bir yere geleceklerdir. Gelecek çağın gerektirdiği birtakım yenilikleri getirecekler onlar. Yalnız çalıştıkları takdirde diyorum çünkü birçoğunun çalışmayacağını biliyorum. Çalışmayacak ve meslek değiştirecektir. Çünkü iyi yetişmediklerini tahmin ediyorum. Türkiye’nin her yerine güzel sanatlar okulu açıldı. Burdur’ da bile var. Küçük vilayetlerde bile var. Malatya’da, Erzurum’da var. Ama hoca lazım. Bu atölyelerde çıplak modelle çalışılıyor mu acaba? Sanmıyorum. Çıplak modelle çalışılamaz. Çünkü bu kadar gericiliğin egemen olduğu bir ortamda taşradaki herhangi bir yerde çıplak modelle çalışılacağını sanmıyorum. Burada Gazi’de bile kilotla oturtuyorlarmış. O olmaz. Bir şeyin gereği yapılır, bu bölgeyi nerede çalışacak kişi, kendisine bakarak mı çalışması lazım? Onun için bu mesleğin gereği başta çıplak modelden çalışmaktır.15- l6. yüzyıldan beri bu böyle yapılmıştır, rönesanstan beri. Kadavralar üzerinde çalışmışlardır adaleyi öğrenmek için. Türkiye'de bugün ne kadar kötü bir durum bu. Biz uygar bir ülke olduğumuz iddia edemeyiz, bu tutuculuklardan, taassuptan dolayı.
- Bu ortam devam ederse resim sanatının ilerlemesi...
- ...Mümkün değil. Birçok kimsenin morali bozulacak ve başka meslekler yapacaklardır. Çünkü bu şekilde yetişmeyen bir kimse ressam olamaz. Elli yılı çoktan geçti, biz kendi modelimizi gider kendimiz bulurduk. Bize haftada iki değişik model gelirdi o yıllarda, erkek ve kadın olarak... Üstelik gelenler değişik olurdu. Uzun boylusu, zayıfı, böyle yetişmek koşuluyla ancak ressam olunabilir. Başka türlü olmaz.
Ankara, Haziran 1997