Kamusal alan kavramı bize modernliğin hediyesidir. Orta Çağ’ın dar ve çapraşık sokaklı kent dokusu, bireyin, kendini aşan bir toplumsal gerçeklik olduğunu inanmasına izin vermezdi. İçinden türediği dünyanın zihniyet kalıplarına uygun olarak, modern-öncesi kent, bireyi bir bütünün içinde erimiş parça olarak gören anlayışın sonucu biçimlenmiştir. Buna göre, bir cemaatin içinde özerk olmayan bir parça olan birey, deneyimlediği kent yaşamında da ancak böyle bir bütünleşik toplum anlayışının ürünü olan, onu sarmalayan bir doku içinde var olabilirdi. Diğer bir deyişle, modern-öncesi kent, bireyin bireyliğini hissetmesine izin vermeyecek ölçüde kapalı bir yapıda ortaya çıkmıştı. Bunun bir diğer nedeni, yaşanan kentsel alandaki eylem biriminin birey değil cemaat olmasıdır. Böylece, cemaat, bütün baskılayıcılığını, bir anlamda eriyik ya da alaşım halini mekâna yansıtmaktaydı.
Dar sokaklar, birbirinin neredeyse içine girecek gibi duran evler, pencerelerin birbirine bakması, yalnızca kentin bayındırlığı için yeterli kaynaklar olmamasını, hijyen kurallarının pek bilinmemesini değil, aynı zamanda sıkı bir denetim mekanizmasının da varlığına işaret eder. Böyle bir dar mekân tasavvuru, zihniyet dünyalarındaki darlığın da bir yansımasıydı. Rönesans öncesi resim sanatında derinliğin olmaması, insan figürlerinin çocuksu, düz bir anlayışla çizilmesi, soyutlama veya duygulanım aktarma gereği olmadan, kağıttan tipler gibi, hatta karikatüre benzeyen şekilde çizilmeleri boşuna değildi; çünkü modern-öncesi çağların insanlarının dünya hayali tam bu şekildeydi. Hıristiyan (özellikle Katolik) dünyasında büyük taassup döneminin sonlarına doğru, ciddi bir iktidar kavgası yaşanmaktaydı: Son birkaç yüzyıldır sessiz sedasız palazlanmış olan ticaret erbabı, bin yıldır Allah’ın mülkünü onun adına epeyce biriktirip kullanan Kilise’nin ekonomik ve siyasi iktidarını ciddi anlamda sallamaktaydı. Kilise, ayaklarını sonsuza dek basacağına inandığı zeminin çatırdamaya başladığını hissedince, her yitirilmekte olan iktidarın durumunda olduğu gibi, onun simgelerini git gide daha abartılı ve görkemli bir şekilde yükseltmeye başladı: Bugün eski Batı Avrupa kentlerinde hayranlıkla izlediğimiz mimari şaheseri katedraller böyle bir korkunun eseriydi. Her iktidar yitirme korkusunun nasıl ceberut tavırlar geliştirmeye yol açtığını iyi biliriz; hele bu topraklarda! Engizisyon da aynı katedrallerle aynı ‘paket’ten çıkmadır.
Yeni yükselen ticaret sınıfı, yalnızca iktidara talip değildi; yeni bir ahlâk ve yeni bir estetiği de doğal olarak beraberinde getiriyordu. Fâni dünyada günahlarından arınmaya harcanan enerji, artık çalışmaya, ticarete ve biriktirmeye ayrılmalıydı. Yeni üretim ilişkileri, yeni bir insan tipini gerektirmekteydi: Girişimci, yenilikçi, mucit insan. Ancak mevcut toplumsal yapı ve ideolojiyle bunu yapmak olanaksızdı. Ömrünü ilk günahın ağırlığından kurtulmaya adayan bir cemaat insanından girişimci olması beklenemezdi. Böylece yeni ekonomiye gerekli olan yeni bir değer, düşünürlerin akıllarından kitaplara süzülmeye başladı: Özgürlük. Bu nev-zühur, hatta sapkınca kavram, özellikle 17. -18. yüzyıllar içinde hızla alevlendi. İnsan tek birey olarak bağımsız olabilmeliydi. Özgürlük, ancak insanın kendisinin inşa edebileceği bir değerdi; içine doğarak edineceği bir ayrıcalık değil. Böylece günümüzün modern dünya kurgusunun temelleri bu dönemden itibaren atılmaya başlanmıştır.
Özgürlük, cemaatin baskısından kurtulmayı gerektirdiği için, toplumsal yaşamın örgütlendiği mekân da buna göre yeniden şekillenmiştir. Kamusal alan ve özel alan ayrımı bu sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. Yeni burjuva kentinin en önemli özellikleri, cetvelle çizilmiş ana caddeler, bunların ulaştığı büyük meydanlar, kamu yaşamının şekillendiği kahveler, publar, kamuoyu gibi soyut bir kavramı mümkün kılan gazete yayıncılığı ve bu rasyonelleşmiş sanayi kentinin soluk alma vahaları olan parklardı.
Avrupa’nın büyük sanayi kentlerinde yeşil alan oluşturulması ve özenle korunması, özellikle on dokuzuncu yüzyıl boyunca modern yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Bu anlamda park, kentin taş-beton dokusunu ve onu gerektiren sanayi üretiminin olumsuz koşullarını dengelemek üzere oluşturulmuş doğa adası işlevini yüklenmiştir. Diğer yandan park, kentin ‘asıl doğası’nın yanına iliştirilmiş, ona lütfedilmiş, bir çeşit aksesuar konumunda bir alan da değildir; bir toplumsallaşma düzlemidir. O yüzden parklar, karşılaşma ve şenlik işlevlerini de yüklenirler. Paris gibi köklü bir sanayi kentinde de benzer bir olgu gözlemliyoruz: Paris, yalnız yoğun bir yapı deposu değil, aynı zamanda bir parklar kentidir. Dört bir tarafının ormanlarla çevrili olması bir yana, kent içi doksunun önemli miktarda yeşil alan barındırması da Paris’i Paris yapan özelliklerin başında gelir. Üstelik bu parklar, bütün kaynaklarda olduğu gibi, kentin döngüsel alanına aşağı yukarı eşit dağılmıştır. Romantik edebiyata, bütün 19. yüzyıl kent serüvenlerine sahne olmuş, kent belleği niteliğindeki Lüksemburg Bahçesi’nin (Jardin du Luxembourg) aynı zamanda Senato’nun bahçesi olduğunu belirtirsek, parkın kent içindeki anlamı daha da belirginleşir. Kentin, geleneksel olarak daha orta ve alt-orta sınıflarının yaşadığı doğusunda, en büyük parkı (Parc des Buttes Chaumont) bulmamız çok tesadüf değildir. Batıda yine bir başka önemli park (Parc Monceau) bulunur. Kentin güneyi ise, daha 20. Yüzyıl başında bir yeşil kuşak olarak tasarlanmış, buraya spor tesisleri, mezarlıklar, kendisi başlı başına büyük bir park olan ünlü yurtlar kampüsü Paris Uluslararası Üniversite Sitesi (Cité Internationale Universitaire de Paris) ve onun yanı başındaki Montsouris Parkı kente nefes aldıran önemli yeşil alanlardır. Bunlar dışında irili ufaklı birçok yeşil alan, semt parkları on yıllardır, hatta yüzyıllardır oldukları yerde dururlar da, hangi siyasi görüşten olursa olsun hiçbir aklı evvelin kurnaz girişimci bir şekilde ‘residence’lar dikme ‘vizyon’una dâhil olmazlar bir türlü. Halbuki Buttes Chaumont’dan ne güzel ‘Chaumont Mound Residences’ olurdu; ya da Montsouris’den ‘Mouse Hill Mall’! Bir zamanlar orada bulunan bu kent vahalarının tarihsel varlığıyla dalga geçip arsız neo-liberal kahkahalar eşliğinde ‘ayrıcalıklı bir yaşam’ sürmeyi daha öğrenememişler anlaşılan. Bu anlamda Fransa’nın ‘devrimci’, ‘durmadan çalışan’, ‘çılgın projeler’ üretemeyen, ‘hizmet aşkıyla’ yanıp tutuşmayan, epeyce sıkıcı bir yer olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırız.
Bütün bu münasebetsiz fikirler, yazarın aklına Montsouris Parkı’nda, düzenli olarak yer bulan müzik etkinliklerinden birini izlerken üşüşüyorlar. Üstelik amatör bir İngiliz gençlik müzik grubu, üşenmeyip memleketinden gelmiş. Genelde orta sınıf ailelerin yaşadığı ama farklı renk, köken ve dillere de epeyce açık olan bu semtte, müzik etkinlikleri için sabit bir şekilde inşa edilmiş ‘kiosk’, böyle en amatöründen en ciddi jazz-band’lere kadar türlü çeşit topluluğu aynı kamusal hizmet anlayışıyla kucaklıyor. Müzik yaşama dışsal ve ayrıcalıklı bir rafta duran özel yemek takımı ya da ‘misafir odası’ muamelesi görmüyor. Tersine, erişilebilir bir müzik kavramı, her tip müziğin icrasını mümkün kılan bir çoğulcu kültür anlayışına dayanıyor. Ama bu erişilebilirlik için kamusal alanın bizatihi kendisinin erişilebilir olması gerekiyor. Toplu ulaşım ağlarının gelişkinliği, kent mekânındaki tasarımın kendisinin kentlilerin dolaşımını kolaylaştırması, işlevsel unsurların yine erişilebilirlik esası etrafında örgütlenmiş olmaları (örneğin her gün işten eve kıtalararası köprü ve otoyol seyahati yapmak zorunda olmamak) gibi maddi boyut kuşkusuz önemlidir. Ancak asıl erişilebilirlik, kent mekânının onu deneyimleyen (‘kılcal damarlarında sürekli dolaşan’ da diyebiliriz) insanların tahayyülünde, demokratik bir katılımın doğal gereği olarak kökleşmiş ve meşruiyet kazanmış olmasında aranmalıdır.
Bütün yapısal ve kavramsal sorunlarına rağmen, modern yaşam örgütlenmesinin önemli sonucu, kamusal alanın ortaya çıkışıdır. Günümüzde bu kamusal alanın, sanayi toplumunda akla kara gibi ayrıldığı özel alanla iç içe geçmeye başladığına tanık olmaktayız. Bununla birlikte kamunun olageldiği yer anlamındaki kentsel anonimlik ortamında, müzik aktörleri ve eylemleri kilit önemde bir yer işgal etmekteler. Kentin en işlek merkezi bileşik metro istasyonu Châtelet-Les Halles’in sonu gelmez bir labirenti andıran yaya tünellerinde yol alırken karşımıza tam teşkilâtlı bir Rus orkestrası çıkıveriyor. Üstelik ne boyunlarında ‘bec’leri var ne belediyenin tahsis ettiği ‘müzik noktası’nın sınırlarına mahkûm kalmışlar. Bütün çoksesli, akordeonlu, trombonlu, klarinetli, kontrbaslı görkemleriyle, akustiğiyle ünlü Paris metrosunu çınlatıyorlar. Bir anda, daima çok acelesi olan, asık suratlarla işlerine giden ‘yalnız kalabalık’ donup kalıyor. Modernliğin kamusal alanının içinde bir zaman ve kavram yarılmasının içinde buluyoruz kendimizi. Müziğin evrensel büyülü gücü; tersine bir yabancılaştırmayla bireyi ‘titretip kendine getiriyor’. Belki bir metro istasyonunda bir çeşit ‘dışsallık’ gibi düşünülecek yapılanmamış veya az yapılanmış müzik eylemi, bir parka taşındığı zaman, aklımıza ister istemez ‘bir park ne işe yarar?’ sorusu geliyor. AVM’ye dönüşmedikten, yüzyıllık ağaçları kesilmedikten, sahte-tarih, pazara uyarlanmış nostalji olamadıktan sonra bir park ne işe yarar? Önünde sonunda park dediğin bir kentsel arazi deposu değil midir? Üç-beş ağaç… Ama tarihin diyalektiği acımasız bir değirmendir. Zira dünyanın en devrimci müzik topluluğunun Gezi Senfoni Orkestrası olduğunu çoktan duyurmuştur da davul-zurnayla uyanamayanların kıt düşünce alanına daha bu gerçeklik düşememiştir. Pek düşeceği de yoktur.
Sahi, Bastille Meydanı’nında o kadar boş alan heba olup gideceğine oraya eski hapishaneyi dikseler ya; hani devrimi başlatan!