Köşeyi, bilmem ki, kim kaptı bu kez? Okuyan karar versin en iyisi…
Karacaoğlan’ın başlığa aldığım sözlerini, ilginç kitabına ad olarak alan tarihçi Cemal Kafadar’a selam göndererek başlamalıyım söze… Buralarda biz yokken birileri vardı hep, kimdi onlar? Bildiklerimiz var, bilmediklerimiz var. Büyük Atatürk, “Doğanın sırlarla dolu göğsüne her gün daha çok girmekte olan insan zekâsı, gerçeğe kavuşmak için, insanlık tarihini aydınlatacak bilim dalları bulmuştur. Arkeoloji o bilim dallarının başında gelir. Tarih, bu bilimin bulduğu belgelere dayandıkça temelli olur. Bizim topraklarımızdaki tarih belgelerimizin her bir parçası, bizim kültürümüzün aynasıdır” diyordu.
1990’dan beri Belçikalı Profesör Dr. Marc Waelkens ile ekibinin kazılarını sürdürdüğü Sagalassos’un adını ilk kez, 2000 yılında TRT’de program yapımcısı arkadaşlarım Rifat Suna ile Suat Altınol bu konuda belgesel çekerlerken duymuştum. Torosların İncisi Sagalassos adlı belgeselde tanıttıkları bu antik kenti görebilme mutluluğuna ancak ondokuz yıl sonra kavuşabildim.
Sagalassos’un varlığını ilk kez fark edip ilgilenen kişi, bir Fransız doktor…1709 yılında kervanla Antalya’dan Isparta’ya geçerken, Ağlasun (bu ad Sagalassos’tan geliyor) köyünün kuzeyindeki dağları kaplayan geniş alana yayılmış kalıntılar ilgisini çekmiş. Aradan yüzyılı aşkın bir süre geçmiş; 1824’te bu kez F. J. Arundell adlı bir İngiliz gezgin şehirdeki yazıtlardan adının Sagalassos olduğunu okumuş.
Gezginlerin merakı ile Ağlasun Ayşafağı uzun şiirini yazan ozan Hasan Hüseyin Korkmazgil’in merakı benzeşmiş olmalı:
“…
sazlıklarda yusufçuklar ve susinekleriyle uzak bir evren
ilk kim görmüş şu yıldızı
ilk kim duymuş bu kokuyu
taşa ağır diyen ilk kim
kim korkmuş gecenin seslerinden
suya dönmek isteyen kim?
baktık
sagalasuslular sessizce iniyorlar pırıltılı yamaçlardan
torbaları yıldız ve lacivertle dolu
kucaklarında üzüm incir zeytin badem ve buğday
yeni doğmuş kuzularla
sessizce inip yamaçlardan
karışıp gidiyorlardı ayşafağına
nasıl da güzel ve uzaktılar
nasıl da sevişirken gibi gömülüp birden
gömülüp gitmiş gibiydiler
sanki akşam kızıltısı eriyip
sanki sönüp uzaklarda çığlıklar
sanki biten bir aşktı gidişleri
…….”
Akdeniz’i Anadolu’nun içlerine bağlayan kervan yollarından birinin üzerinde yer alıp adının Sagalassos olduğu ancak 1824’te kesinleşen antik kente bu tarihten sonra başka Batılı gezginler de uğramışlar. Kent, büyük kısmı ayakta olan tiyatrosuyla, dünyanın en iyi korunmuş antik kentlerinden biri olarak ünlenmiş. Bununla birlikte, arkeologlar Batı Toroslardaki –denizden 1450-1630 m yükseklikte bulunan- bu ören yerini kazmaktansa Batı Anadolu’daki daha kolay erişilebilir antik kentlerde çalışmayı yeğlemişler.
Sagalassos’un yeniden dikkati çekmesi için 1982’de İngiliz tarihçi Stephen Mitchell’ın Ankara’daki İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’yle birlikte Pisidya Projesi’ni başlatması gerekti. Proje, Pisidya bölgesinin (Göller Yöresinin) antik dağ kentlerinin haritalarının çıkarılması, fotoğraflanması ve ayakta kalan yazıtlarının kopyalanmasını içeriyordu. O tarihlerde Pisidya’nın güneyinde yer alan bölgenin “Türk Rivierası” olarak turizme açılması, bu nedenle yapılan ulaşım yatırımları, bu projenin yürütülmesini kolaylaştırdı. Sagalassos kazılarının başkanı Prof. Waelkens, 1984 yılında bir Ağustos sabahı vardığı şehre ilk görüşte aşık olduğunu ve bu aşkın yaşamının sonraki bölümünü belirlediğini söylüyor.
Yine ozanımız Hasan Hüseyin’e kulak verelim:
“…..
fısıl fısıl şu yıkıntı
söğüt söğüt emzirir yüreklerimizi
fısıl fısıl şu yıkıntı
anlatır şimdileri geleceklerde
bir susmayan sırma teldir
sızlar durur bir yerleri vaktimin
geçmiş midir hal midir gelecek midir
ağrır kolum kanadım
…………………….
şu dağın yamacındaydılar
ortaca boylu belki, kalınca yapılıydılar
böcek kabukları gibi parlardı güneşte eflatun sakalları
dik sesli
buğday benizliydiler
elleri tıpkı böyle beş parmaklıydı
ayakları da öyle
dişlerinin otuzsekiz olduğunu hiç sanmıyorum
tıpkı böyle öperlerdi kadınlarını
öpüp gebe bırakırlardı
karıncayı kurdu yakından tanırlardı
karınca kanatlandı mı
sonsuzluğa değerdi alınları
insan sesli sabahlara saygılıydılar
ormanlar uğuldadıkça şafak şafak
kuzular meleştikçe mor mor
yağmurlar okşadıkça sümbüllü yamaçları
ölüme düşmandılar
taşları nerden söküp nasıl yontup ne güzel işlemişlerdi
üzüm salkımları bir yanındaydı mermer sütunların
tanrılar öbür yanında
ve bir yanında mutlaka
bir kadınla bir erkek vardı
kaç bin yıl
kaç bin yıl ötelerden bakıyorlardı böyle dipdiri
böyle hazin
böyle susamış
ellerinin sıcaklığı hâlâ taşlarda
taşlar dağın yamacında
çıplak güneş altında
ve yüzükoyun
…”
M.Ö. 333’te Büyük İskender’in ele geçirdiği Sagalassos, M.Ö. 25’te Roma İmparatorluğu’na bağlandıktan sonra çok gelişmiş. Bugün ortaya çıkarılmış ve ayağa kaldırılmış anıtların çoğu, İmparator Hadrianus’un Sagalassos’u Pisidya’nın başkenti olarak belirlemesinden sonra yapılmış. Kentin dev boyuttaki hamamı açığa çıkarılırken gün yüzü gören Hadrianus ve Marcus Aurelius gibi Roma imparatorlarının dev boyutlu heykelleri, arkeoloji dünyasında çok önemli bir keşif olarak coşkuyla karşılanmıştı. Bu heykeller, şimdi boyutu küçük ama değeri büyük bir mücevher niteliğindeki Burdur Arkeoloji Müzesi’nde...
Şehirde dev boyutlardaki hamamdan başka 9000 kişilik tiyatro, mozaiklerle süslü bir kütüphane, kent meclisi, tapınaklar, zengin konutları, mezarlar, çeşmeler, vb anıtlar görülebiliyor. Sularıyla ünlü Sagalassos’un en özgün anıtlarından biri, Yukarı Agora’daki, yeniden ayağa kaldırılmış olan Antoninler Çeşmesi… Çeşme süslemesinde hem su teması, hem de Diyonisos kültünün simgeleri kullanılmış. Yüksek sütunlarının arasında bulunan, Afrodisias yapımı heykellerin asılları Burdur Arkeoloji Müzesi’nde; asıllarının yerinde replikaları duruyor. Çeşmenin suyu bugün de metrelerce yüksekten çağlayarak dökülüyor.
Sagalassos’u Akdeniz’in öteki antik kentlerinden ayıran bir yönü de yalnızca sınırlı sayıdaki seçkinin kullandığı yapıların değil, çalışan sınıfların kullandıkları alanların da görülebilmesi… Kızıl çömlekleri ile ünlü Sagalassos’un çömlekçiler mahallesi de işlikleriyle birlikte açığa çıkıyor.
M.S. 600’lerde yaşanan veba ve depremlerle birkaç kez sarsılan kent gösterişini yitiriyor. Bölgeye XIII. Yüzyılda gelen Selçuklular, dağlara değil ovaya -bugünkü Ağlasun’a- yerleşiyorlar. Kervan yolları üzerindeki bu sulak ve bereketli topraklara bir kervansarayla hamam yapıyorlar.
Hasan Hüseyin, sevdiği kadının -Azime Korkmazgil’in- memleketi olan bu yemyeşil kent için “Ağlasun dedikleri bir yaşlı çınar” diyor. Bugün kendi adına bir anıt dikilmiş olan parktaki çınarı şöyle anlatıyor:
“Oralarda bir çınar
yıldızlar gibi kalabalık
oralarda bir çınar
yaprakları göz göz bakar
yüceden
dalları balık balık
oynar deryada
oralarda bir çınar
kimseler bilmiyor yaşını artık
geçip gitmiş yaşlanmayı, bir çınar
belki bin belki de beşbin yıllık
unutmuş kimlerden olduğunu
kimlerle geldiğini, bir çınar
nice kıtlık nice kıyım
nice kan nice yıkım, bir çınar
sızlatmıyor yaprağını ayrılık
oralarda bir çınar
sanki söz
sanki nakış
dağlarla sularla yıldızlarla selamlaşıyor
insanlar çoluk çocuk artık
ordular gelip geçmiş altından
kimin neyin orduları?..
kentler obalar göçmüş
kimin neyin obaları?
kim kimi sallandırmış şu dallarında
kim kimi niçin sallandırmış?”
Sagalassos antik kenti, UNESCO Dünya Kültür Mirası geçici listesinde yer alıyor. Yurdumuzun bu eşsiz varlığının asıl listeye girmesi için elimizden geleni yapmalıyız. Konuyla ilgili daha fazla bilgi için http://www.sagalassosvakfi.org/ web sitesini öneririm.
MİNA TANSEL
18 Kasım 2019, Ankara