Tango, Arjantin’de, Buenos Aires’te doğmuştur. Oradan hızla dünyaya yayılan bu sanat türünde pek çok kültürden izler bulmak mümkündür. Bu yazıda bu konu ele alınacaktır.
ARJANTİN TARİHÇESİNE KISA BİR BAKIŞ
19. yüzyılın ilk yarısında İspanyol hegemonyasından kurtulan Arjantin, aynı yüzyılın ortalarında bağımsız bir cumhuriyet olma yolunda ilk adımlarını atmaya başladı. Muhtelif kültürlere ev sahipliği yapmış Güney Amerika’da bugünkü Arjantin bölgesinde, M.Ö. 12.000 – 13.000 senelerinden kalma bazı mağara duvarları çizimlerinden başlayarak daha fazla bilgiye sahip olduğumuz, 15. yüzyıl sonuna kadar uzanan Prekolumbiyen devrini içine alan zaman diliminin, bugünkü modern Arjantin üzerinde fazla etkisi yoktur. Hatta Avrupalıların buraya ilk adım attıkları 1500’lü senelerin başından itibaren gelişen İspanyol kolonisine ait kültür ve adetler dahi kayda değer izler oluşturmaz. Buna belki tek istisna ülkede konuşulan İspanyolca dilidir. O da zaten İtalyanca aksanla konuşulan, İspanya İspanyolcasından farklılıklar gösteren bir dildir. Bu durumda modern Arjantin, neresinden bakılırsa bakılsın, bugüne kadar örf, adet ve kültürünü korumuş 170 senelik bir tarihe sahiptir.
“Milonga” denilen danslı tango gecelerinin düzenlendiği tipik lokallerden “Confitería Ideal”. İki katlı ve iki salonu olan bu tarihi mekânda geceleri üst kattaki orta alan boşaltılıp dans pisti olarak kullanılır. Alt katta konserler verilir. Gündüzleri café ve lokanta olarak hizmet verir. (E. Sevsay)
“AZ LATİN ÇOK AVRUPALI” BİR ÜLKE
Arjantin’in batı dünyası ülkeleri diye tabir edilen ülkelerden uzak olması, olumlu ve olumsuz sonuçları beraberinde getirmiş bir durumdur. Kuruluş döneminde vatandaş bulmakta zorluk çeken Arjantin, büyümek için çeşitli yollar denemiştir. Bunlardan belki de en ilginci tüm dünya ülkelerine gönderdikleri, dünya halkını “vatandaşlığa davet” eden broşür ve yazılardır. Bugün Arjantin millî müzelerinde ve arşiv sergilerinde örnekleri görülebilen bu tür belgeler, o zamanların ilkel sayılabilecek koşullarında bile dünyaya dağıtılmıştır. Bu belgelerde Arjantin’in yeni kurulan bir devlet olduğu, iş imkânlarının çokluğu, toprağının bereketliliği, doğal kaynaklarının (özellikle başta gümüş ve altın olmak üzere değerli madenlerin) zenginliği ve benzeri konular doğrusu çok çekici bir dille anlatılmıştır. Bunun sonucunda, özellikle Avrupa ülkelerinden, Arjantin’e göçler başlamıştır. İşsiz kalmış; herhangi bir nedenle kendi vatanlarında siyasî ya da kanunî problemler yaşayan; macera peşinde koşan bir sürü insan bu ülkenin yolunu tutmuştur. Gelen İtalyan, İngiliz, Fransız, Alman vb. kişiler burada “mahalleler” kurmaya başlamışlar, sanattan mimarîye, yemek tarzından yaşam şekillerine, örf ve âdetlerine kadar, yoğunlaştıkları mahalleleri özgün renklerle farklılaştırmışlardır. Tarihten kalan ve pek de sevilmeyen İspanyol kültür ve âdetleri, yerlerini diğer Avrupa ülkelerinde görülenlere bırakmaya başlamıştır. Bugün bile cadde, sokak isimlerinden bina tarzlarına kadar bu ülkeleri çağrıştıran pek çok mahalle vardır. Bu nedenlerle özellikle Buenos Aires’liler kendilerini Latin olmaktan ziyade Avrupalı, hatta İtalyan asıllı kabul ederler.
Arjantin’e göç eden başka ulusların halkları da vardı elbette. Başta Polonya olmak üzere doğu Avrupalılar ve Uzak Doğu halkları bunlara örnektir. Göz ardı edilmemesi gereken büyük bir mülteci grubu da Orta Doğu’dan gitmiştir. Bu insanlarda Osmanlı pasaportu olduğu için kendilerine “los Turcos” denmiştir ki ailesi bugünkü Suriye bölgesinden giden Arjantin eski başkanlarından Carlos Menem için kullanılan “el Turco” takma adı da buradan gelir. Özellikle 20. yüzyılın ilk 10-15 senesinde, o zamanlar Osmanlı toprakları olan bu mıntıkadan vapurlar dolusu insan, yeni bir hayat kurmak amacıyla bu bilinmezler dünyasına göç etmiştir.
19. Yüzyıl sonu ya da 20. Yüzyıl başında Avrupa’dan gemiyle Güney Amerika’ya gelen turistler, ilk durak olan Buenos Aires’te, karşılarında palmiye ağaçları, papağanları olan tropikal bir yer yerine Paris, Roma gibi bir şehir görünce oldukça hayal kırıklığına uğramışlardı. (Café Tortoni duvar fotoğrafı. Hükûmet sarayı önünde çift katlı tramvay. 1908, Buenos Aires – E. Sevsay)
PALMİYE AĞAÇLARI, UÇUŞAN PAPAĞANLARI İLE TROPİK BİR ÜLKE BEKLERKEN…
19. yüzyıl sonları ve özellikle 20. yüzyıl başlarında Avrupa’dan Güney Amerika’ya vapur turları düzenlenmeye başlamıştır. Bilhassa Avrupalı zengin ve soylu ailelerin itibar ettikleri bu yolculuklarda genelde ilk durak Buenos Aires’ti. Sonra yavaş yavaş kuzeye çıkılıyordu. Tropik bir cennetle karşılaşma umuduyla Buenos Aires’e gelen turistler karşılarında Paris ya da Roma’nın bir kopyasını görünce son derece şaşırmışlar, hatta düş kırıklığına uğramışlardı. Düzenli ve birbirine paralel caddeler ve bulvarlar, metro, tuvaletli hanımlar, şık giyimli beyler, opera, sayısız konser ve tiyatro salonları, adım başı olan caféler, lokantalar, bol miktarda kitapçılar, parklar vb. turistleri son derece şaşırtmıştı.
MÜZİSYENLER DE BOŞ DURMADI
Avrupa’dan Arjantin’e göç eden insanların örf ve adetlerinin yanında sanatçılar da kendi sanatlarını bu ülkeye ithal etmekten geri kalmadılar. Konumuz gereği dikkatimizi müziğe çevirirsek çok ilginç bir tabloyla karşılaşırız. O zamanın İtalya’sının önde gelen opera bestecisi Giuseppe Verdi’nin bazı öğrencilerinin, İtalya ve diğer Akdeniz ülkelerinden gelen çok sayıda besteci ve icracının da Buenos Aires’e gittiği bilinmektedir. Klâsik batı müziği alanından gelen bu müzisyenlerin çoğu yüzyıllar boyu gelişmiş, incelmiş, rafine olmuş çok sesli müziğin ustalarıydı. İyi eğitim görmüşlerdi. Bir yandan bu sanatçılar özellikle İtalyan opera okulunun Buenos Aires’te gelişmesini sağlarken, öte yandan, yine İtalya ve Avrupa’dan gelip, aynı müzik eğitim, terbiye ve tradisyonunu benimsemiş ama kendilerine opera haricindeki müzik alanlarını seçmiş müzisyenler burada çok yönlü bir müzik dünyası kurmuşlardır. Başta İtalya olmak üzere Akdeniz ülkelerinin “şarkı” teknikleri bu şekilde, örneğin Napoliten tarzı melodiler, bir anda Buenos Aires’ten tüm ülkeye ve tangonun ikinci vatanı sayılabilecek Uruguay’a yayılmaya başlamıştır.
Tangonun “Altın Devri” sayılan dönemin en büyük orkestralarından Juan d’Arienzo Ork.nın son dönem birinci bandoneoncusu Ernesto Franco, Ertuğrul Sevsay ile. Bugün 92 yaşındaki sanatçı, ülkedeki en yaşlı bandoneoncu olup resimde görülen Señor Tango’da hâlâ her gece çalışmaktadır.
VE TANGO DOĞUYOR
19. yüzyıl sonuna doğru artan Avrupa-Buenos Aires deniz trafiği, müzik eğilimli, şarkı söyleyen ya da bir müzik aleti çalan denizcilerin de bu bölgeye gelmesini sağladı. (Bu arada, gemiciler arasında müziğin ve amatörce de olsa yapılan müzikli parodilerin uzun deniz seyahatlerinde yegâne eğlence kaynağı olduğunu tarihî bir bilgi olarak belirtelim.) Çoğu İtalyan ya da Alman olan bu denizciler genelde gitar, küçük akordeon tarzında körüklü bir saz, flüt, bazen de keman çalarlardı. Buenos Aires’in La Boca denen liman mıntıkasında sahile çıkan bu gemiciler, onlara hizmet veren bar, pavyon ve eğlence yerlerinde keyif sürerlerdi. Bu aletlerle çalınan Avrupa’dan gelme şarkılı ya da şarkısız dans müziği, Küba’nın Habanera’sını, ayrıca Arjantin ve Latin Amerika, hatta zaman zaman Afrika müziklerinin ritmik elemanlarını da içine alarak yeni bir stil oluşturmaya başladı. Ortaya çıkan bu yeni bileşim, ilkel formdaki tangodan başka bir şey değildi.
Tarihî bilgi olarak vermekte fayda var: Arap kültürünün Afrika üzerinden İspanya’ya ulaşması doğal olarak İslam sanatının orada da bir ölçüde yayılmasının sebeplerindendir. Müzik de bu sanat dallarından biriydi. Özellikle (birincisi uzunca, ikincisi kısa, son ikisi normal uzunlukta olan) 4 vuruştan kurulu ve Orta Doğu müziğinde kullanılan (halk tabiriyle) “göbek atma” ritmi burada ilgi toplamış, kabul görmüş ve İspanyollar tarafından Küba’ya taşınarak Habanera dansının ana ritmi oluvermişti. Zamanla Arjantin’e uzanan bu ritim Tango Habanera’nın en karakteristik birimi olmuştur. Buna ilaveten, yukarıda bahsettiğimiz gibi 20. yüzyıl başında Orta Doğu’dan Arjantin’e göç eden halk, sadece bu ritmin sık kullanıldığı folklorik müziklerini değil, bizde ramazan davulu tabir edilen tokmaklı davul gibi müzik aletlerini de beraberlerine götürmüşlerdir. Bugün bile futbol maçlarından protesto yürüyüşlerine kadar insanların çeşitli vesilelerle bir araya geldiği durumlarda sayısı bazen 20-25’i bulan bu davullar çalınır. Neredeyse sabah saatlerine kadar süren Milonga tabir edilen müzikli ve danslı tango toplantılarının sonunda bu davul eşliğinde 5-10 dakika çalınan arabesk tarzı bir müzikle şık giyimli insanlar kollarını iki yana açarak, parmaklarını şıkırdatarak “göbek atarlar” ve saatlerce dans edilen tango, milonga, vals müziklerine bu şekilde bir kapanış yaparlar.
Birkaç kelime de bandoneon hakkında verelim: aslında körüklü bir Alman aleti olan bandoneon 19. yüzyıl ortalarında yapılmıştır. Kiliselerinde org olmayan kasaba ve köylerde dinsel müzik icra etmek amacını güden bu alet Alman denizciler tarafından Buenos Aires’e getirilmiş ve kısa zamanda tangonun tipik tınısını veren alet olmuştur. Maalesef Avrupa ve Kuzey Amerika’da bu aleti çalan az bulunduğu için o zamandan beri dans ve tango orkestralarında bu alet yerine ses kalitesi karşılaştırılmayacak kadar kötü olan akordeon kullanılmaktadır.
SIRA KLASİK TANGODA
Arjantinli aristokratlar tarafından tango, başta ilgi ve takdir görmek bir yana oldukça aşağılandı. Tangonun doğduğu, pavyon ve randevu evleriyle dolu mahallelerden gelmesi, belirli(!) bir “sosyal düzeyi olmayan” icracıların eğlence müziği olması, çok kişi tarafından bu aşağılanmaya neden olarak gösterilir. İleri sürülen bu nedenler doğru olsa da hepsi bundan ibaret değildir. O zamanki Arjantin sosyetesi Avrupa’dan gelen, belirli bir müzik eğitimi almış, kültüre sahip bir tabakadır. Kulağı klasik batı müziğiyle dolmuş, Verdi opera aryalarını mırıldanan bir kesimdir. Alışık olduğu müzik, halk müziği, oda müziği ya da senfonik müzik olması fark etmeksizin çok sesli müziğin ileri düzeydeki bir tarzıdır.
Ancak belirtmeliyiz ki sanat kalitesi yükseklere çıkartılmış müziğin kaynağının ilk başlarda nasıl olduğu, kimler tarafından bulunduğu ya da kullanıldığı önemli değildir. Beethoven’in 2. senfonisinin 2. bölümündeki temalardan biri, Viyana’nın pek meşhur şarap içilen yerlerinden Grinzing bölgesinden gelen, sözleri “Grinzing’te şarap içip güzel kadınlarla gönül eğlendirmek isteği” üzerine kurulu bir meyhane şarkısıdır. Mozart ve Haydn’ın kullandığı halk ezgilerinin sayısı belli değildir. Önemli olan, basit de olsa bir fikri geliştirip ortaya bir sanat eseri çıkartmaktır. Yukarıda bahsettiğimiz Napoliten melodilerinin tango melodilerine temel teşkil eden ana unsurlardan biri olmasının Mozart ve Haydn’ın yaptığından pek bir farkı yoktur. Bu tarz halk melodileri, popüler ya da klasik müzik olması fark etmeksizin pek çok müzik tarzının ana unsurları olmuşlardır. Buna başka iyi bir örnek de İtalyan operalarıdır. Buralarda halk müziği olmasa bile halkın kolayca söyleyebileceği, akılda kolay kalacak melodik elemanlar temel alınmıştır. Verdi operalarının melodilerinin hemen hepsi, hatta 3 vuruşlu olanlar bile 4 vuruşlu ritme çevrilse, kolaylıkla tango melodisi olabilir. Örneğin La Traviata’daki Violetta ile Germont’un arasındaki düet pekâlâ bir tango olarak icra edilebilir.
Arjantin’de sanat ve sanatçıya çok önem verilir. Sanatçıların balmumu heykelleri çesitli yerlerde karşınıza çıkabilir. Buenos Aires’in en eski ve tanınmış cafési Café Tortoni’den bir köşe. Üç meşhur sanatçı: yazar Jorge L. Borge, gelmiş geçmis en büyük tango şarkıcısı, besteci ve aktör Carlos Gardel, şair Alfonsina Storni, bu lokale geldiklerinde devamlı oturdukları köşede. (E. Sevsay)
TANGO DOĞUŞUNDAN İTİBAREN TANIDIK BİR MÜZİKTİ
Tangonun kabul görmesi ve hızla dünyaya yayılması, çoğu kişinin öne sürdüğü gibi Amerikan filmlerinde kullanılması nedeniyle değildir. Tangonun filmlerde kullanılması tanınma ve sevilme konusunda muhakkak ki büyük bir rol oynamıştır (ki bu da Arjantin’de başlamıştır) ama asıl perde arkasında olan yukarıda da bahsettiğimiz Akdeniz melodi tarzının yanı sıra çok sesli batı müziği besteleme biçimleridir. Bunların ne olduğu sorusu akla gelecektir: teknik ifadeleriyle armoni ve kontrpuanı içine alan ama sadece onlardan ibaret olmayan çok seslilik, çeşitli kompozisyon yöntemleri, form, orkestrasyon, estetik yapı vb. bu birimlerin içinde sayılabilir.
Bu saydıklarımızın başarılı sentezleri zaten yüzyıllardır Avrupa’da biliniyordu. O nedenle dinleyen herkese tango bir şekilde tanıdık geliyordu. Çok sesli batı müziğinde Rönesans, Barok, Klasik, Romantik gibi müzik devirleri kendi stilleri ve karakteristikleri içinde zirveler yapmış müziklerdi. Bu devirlerin, özellikle Romantik devir müziğinin karakteristik öğelerinin tangoya da uygulanması sonucu 20. yüzyıl başlarında tango müziğinde bir şahlanma görünmüştür. 1950’lere kadar bu gelişme devam etmiştir. 20. yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar inişli çıkışlı bir seyir sürdüren tango, günümüzde yeniden canlanmaktadır. Bunun sağlıklı bir değerlendirmesi daha ilerideki senelerde yapılacaktır.
Biz yine 1900’lerin başlarındaki gelişmelere dönelim. 30’lu 40’lı senelerde altın devrini yaşayan tangodan önce ve sonra pek çok şarkılı ya da şarkısız dans müziği türü göze çarpar. Bir yanda özellikle ritmik çeşitlilikleri ile karakterize Latin Amerika müziği, bir yandan ABD’de iki ayrı kanaldan ilerleyen jazz ve pop müzikleri, bir yandan da Avrupa’da tek düze ritimle icra edilen dans müzikleri eğlence dünyasını sarmaktaydı. Ancak bu türlerden tango ve jazz müzikleri hariç hemen hiçbiri, klasik müzikte olduğu gibi, muhtelif stiller içeren bir gelişim sürecinden geçmemiştir. Onun için Avrupa ve Türk tangosu beğenilirliğini yitirmiştir. Arjantin Tangosu ilerlemeye ve gelişmeye devam ederken diğer dans müziklerinde bu gelişmeler görülmediğinden onlar monoton olmanın kurbanı olmuşlardır. Saatlerce değişik stillerde tango dinlenebilirken aynı şeyi rumba, salsa ya da fox-trot için söylememize imkân yoktur.
Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki Türk tangosunun ülkemizde özellikle sevilen bir tarz olmasının en büyük nedeni, genç Türkiye Cumhuriyeti’ndeki halka mal olmuş ilk çok sesli müzik olmasıdır. Türk kültürü için tamamen yenidir ama Akdeniz kökenli olduğu için kulağa yabancı gelmez. Harikulade bestelerin yanında son derece beceriksizce yapılan, baştan sona aynı giden ritim ve tınılarla adeta iç bayıltan aranjmanların kullanılması (yani klasik müzik beste ve icra prensiplerinin dikkate alınmaması) müzikseverleri tangodan soğutmuştur. Aynı üzücü durum, Arjantin dışındaki bütün ülkelerin tangoları için geçerlidir.
Görüyoruz ki tango sadece melodik tarzı ile değil, aynı zamanda Avrupa’dan kökünü almış armonik yapısı; keman, kontrbas, piyano ve bandoneon tarafından tipik bir tınısı olması nedenleri ile de sağlam bir zemine oturmuştur. Latin Amerika, Afrika gibi bölgelerin melodik ve ritmik elemanları da tangonun temel taşlarından olmuştur. Tango bütün bu özelliklerinin yanında müzik, şarkı, dans kavramlarını aşıp dostluk, vefa ve kibarlık ile özdeşleşen bir hayat tarzı haline gelmiştir. Aşk ve sevgi temalarının yanında akla hayale gelebilecek her konuda tango yazılmıştır. Futbol maçından şiddetli fırtınalara; çocuklarını savaşta kaybeden annenin acılarından güneşin doğuşuna kadar pek çok konu tangoya girmiştir.
Bu kadar çok yönü olan, farklı müzik anlayışlarına ev sahipliği yapan, çeşitli ulusların kültürlerini içinde barındıran Tango, 2009’da UNESCO tarafından İnsanlık Kültür Mirası kategorisine seçilmiş ve korunma altına alınmıştır.
Univ.-Prof. Dr. Dr. ERTUĞRUL SEVSAY
Viyana Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitesi
Kaynak: Tunadergi.com