Stefan Pohlit'i iki yıl önce, 2006 yılında, Almanya'da doktora ve beste çalışmalarını sürdüren bestecimiz Yiğit Aydın'la birlikte Ankara'ya geldiğinde tanımıştım. Çalışkan, alçakgönüllü, Türk müziği konusunda fevkalade bilgili- ilgili bir gençti. Sonra İstanbul'a MİAM'da doktora yapmaya geldi ve haberleşmeye başladık. Türk makamlarının işitildiği ama kendine özgü çağdaş bir yaklaşımın sergilendiği, anlaşılması için üzerinde biraz düşünülmesi gereken müziklerini dinledim. Geçtiğimiz aylarda kendisini , BESOM üyesi Bilkentli genç besteciler Turgut Pöğün, Orhun Orhon, Mehmet Can Özer, ADK'lı Metin Munzur'la buluşturdum. 1976 Heidelberg doğumlu Pohlit, bu öğretim yılında (2008) HÜ. Ankara Devlet Konservatuvarı'nda “sözleşmeli yabancı uzman” olarak kompozisyon dersleri verecek. Sonradan Müslüman olmuş, Arapça ve Türkçe öğrenmiş bu gayretli genç müzisyenin öyküsü ve fikirlerinin okurlarımız için de ilginç olacağını düşündüm. Pohlit'in Türkçesinde pek az düzeltme yaptığımı da belirtmeliyim.
Nasıl bir aileden geliyorsunuz?
Çocukluğumu çoğunlukla köyde geçirdim ve doğa ile içiçe yaşadım. Annem bir kilisede koro şefiydi ve klasik müzik ile ilgili ilk deneyimlerim, Protestan kiliselerinde dinlediğim müziklerden ileri geldi. Babam hem güzel sanatlar hem de bir biyoloji öğretmeniydi. 5 yaşında ben ve ağabeyim piyano derslerine başladık ama o dönemde müzik arka plandaydı. Ben resim yapmayı çok seviyordum. Bu dönemlerde astronomi, biyoloji ile de çok ilgileniyordum. Bunda, doğa ile içiçe yaşamamın büyük etkisi olmuştur. Doğada birçok araştırma ve deneyler yaptım. 8 yaşında trompet çalmaya başladım ve bundan sonra müziğe olan ilgim daha da büyüdü. Beste denemelerine giriştim.
Peki, besteci olmaya nasıl karar verdiniz?
Lisedeyken, annem müzik eleştirmeni olarak gazetede calışırken, onun arkadaşı olan tanınmış Macar besteci Robert Wittinger’e ilk eserlerimi gösterme firsatını yakaladım. Bundan sonra Wittinger bana özel ders vermeye başladı. Annem aynı zamanda bir Alman edebiyat evinde de genel sekreterlik yaptı. Orada hem Sarah Kirsch, Walter Kempowski ve Raoul Schrott gibi Almanya’nın en ünlü şairleriyle hem de Fransa, Danimarka, Romanya ve Bulgaristan gibi diğer ülkelerden gelen şairlerle tanıştım. 1993 yılında Paris’ten ünlü bir Arjantinli piyanist geldi ve benim bir orkestra partisyonumu görüp beni Paris’teki Société Franz Schreker’de çalışmaya davet etti. Sonra her yıl bir defa Paris’e gidip Schreker’in yayınlanmamış eserlerinin orkestrasyonunu yaptım. Burada, hem Arjantinli piyanistin Jean Tingély, Niki de St. Phalle ve Astor Piazzola gibi ünlü sanatçılar ile beraber yaptığı çalışmalara, hem de Schreker’in, Gurrelieder’in (Schoenberg) dünya prömiyeri sırasında yönetirken kullandığı partisyonuna bakma firsatı yakaladım. 1995’te, yine Paris’te Mauricio Kagel ile tanıştım ve aynı yıl Pierre Boulez ile kısa bir sohbet imkânı yakaladım. O dönemde hep Fransız kültürüyle içiçeydim, ama lisede ilk öğrendiğim yabancı dil Latince olduğu için bir süre İspanyolca okudum.
Sonra?
19 yaşında, daha lisedeyken, Saarbücken Devlet Müzik Yüksek Okulu’nda Theo Brandmüller’in öğrencisi oldum. 1997’de İsvicre Basel’de Detlev Müller-Siemens ve Roland Moser’in bestecilik sınıfına girdim fakat bir yıl sonra, Fransa’daki Lyon Devlet Konservatuarı’nda Gilbert Amy’nin öğrencisi oldum. Fransa’da geçirdiğim o yıl benim için önemlidir çünkü oradayken müslümanlıkla ilgilenmeye başladım ve bir yıl sonra Singapur’da resmen müslüman oldum. O dönemde Arapça öğrenmeye başladım ve sonra hem Tunus Üniversitesi’nde okuyup hem Kahire’de çalışarak Arapçamı geliştirdim. O yıllardan itibaren Balkan ülkelerine ve Orta Doğu’ya kendi kendime birçok kez giderek doğu kültürünü öğrenmeye çalıştım.
Peki, Türkiye ve Türkçeye yönelmeniz nasıl oldu?
1999’da Karlsruhe Devlet Müzik Yüksek Okulu’nda Wolfgang Rihm’in kompozisyon sınıfına girdim. Orada, aynı zamanda Sandeep Bhagwati’den kompozisyon ve etnomüzikoloji, Peter-Michael Riehm’den müzik teorisi dersleri aldım. Bhagwati, 2003’te beni Baden-Württemberg Devlet Vakfı’nın öğrenci değişim programına teklif etti. Bu bursu, Israil’deki savaştan dolayı, asıl hedef olan Kudüs’ün yerine Türkiye’de kullanmaya karar verdim. Bu sayede ilk kez Türkçe öğrenmeye başladım. Adana Çukurova Üniversitesi’ne kaydolup Mersin’de oturan Nevit Kodallı’nın danışmanlığında bir akademik yarı yıl boyunca Osmanlı -Türk müziği ve biraz da halk müziği üzerine araştırmalar yaptım. Bu vesile ile, ilk kez Istanbul’daki Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi’ne gidip Sayın Cihat Aşkın ve Sayın Şehvar Beşiroğlu ile tanıştım. Bunun dışında, aynı burs ile Ankara’daki Devlet Halk Müziği Arşivi’nde de bir gün çalışma fırsatı buldum. Türkiye’den Almanya’ya döndükten sonra öğrenimime devam ederken, çağdaş Türk ve Batı müziği hakkında hem değişik akademik kurumlarda seminerler vermeye hem de pedagojik ve kültürlerarası projeler yapmaya başladım. Aynı zamanda uluslararası tartışmalara katılıp değişik konferanslarda, mesela 2007’de Salzburg’daki “Modi-Ichoi-Maqâmât” adlı önemli bir sempozyumda Orta Doğu ve Batı çağdaş müzikleri ile ilgili bildiriler sundum.
Sonra nasıl bir süreç içinde Türkiye'de çalışmaya karar verdiniz?
Yaptığım araştırmalar, aynı zamanda benim iki farklı kültüre dayanan kimliğimi bulmama yardımcı oldu. Rihm’in kompozisyon sınıfindan Sanatta Yeterlik’le mezun olduktan sonra, Güney-Batı Almanya Radyosu’na ait olan Heinrich-Strobel Vakfı’nın bir yıllık bursunu aldım. 2005 ile 2007 arasında Karlsruhe Uluslararası Müzik Eğitim Akademisi’nde ve bir sömestir Karlsruhe Devlet Müzik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştım. 2005 yılında Karlsruhe’deki Tremedia Yayinevi, eserlerimin telif hakkını satın aldı. 2007’den beri ise, Berlin’deki Agentur Zeitgenössische Musik (Çağdaş Müzik Ajansı) adlı bir ajans, eserlerim konusunda menajerliğimi yapıyor. 2006 yılında ilk önce Londra’da doktora yapma niyetinde olduğum için bazı profesörlerle görüştüm ve aynı yılın kış ayında, Türk bestecisi Yiğit Aydın ile beraber, Türkiye’deki birkaç üniversiteye seminer vermeye ve workshop yapmaya geldim. Türkiye ile ilişkilerimi geliştirdiğim için, her zaman Türk müziği üzerine yapmak istediğim doktora öğrenimimi Istanbul’da gerçekleştirmeye karar verdim.
Uluslararası ve kültürlerarası çağdaş müzikle ilgili düşünce ve saptamalarınız neler?
Bu konudaki düşüncelerimi, Almanya’daki “Kunstmusik” (“sanat müziği”) adlı çağdaş müzik dergisinde ve Viyana’daki “Modi-Ichoi-Maqâmât” kurumu tarafından hazırlanan bir kitapta bu yıl iki makalede ifade ettim. Yabancı kültürlere olan müzikal yaklaşımlar, 21'inci yüzyılda Avrupa’da çok arttı. Batı’daki ülkelerin dışındaki ülkeler de, uzun zamandır çağdaş Batı müziğe katılmaya başladılar. Dünyanın her yerinde, yeni konser ve opera salonları ile yeni topluluklar kuruluyor. En önemlisi, Batılı olmayan besteciler de, Batı ile ve kendi bölgesel komşuları ile aktif bir diyalog içinde eleştirel bir rol oynabilirler, çünkü kendi fikir, din ve felsefelerini ya da diğer kültürel etkilerini ayrı bir ses olarak ekleyebilirler. Ne yazık ki, Doğu ülkelerinde genellikle sadece bir batılılaşma meydana gelmektedir. Çağdaş müzik, bu şekilde, sadece Batı’nın kültürel ve ekonomik hegemonyasını desteklemeye yarar. Batılı olmayan besteciler, bazen kendi ülkelerindeki dinleyicilerin ihtiyaçlarıyla çok az ilgileniyorlar. “Çağdaş müzik zordur, ve – modern olmak için – yavaşça adapte olmamız gerekir” diye düşünüyor olabilirler. Fakat, kendi eserleri için çoğunlukla sadece Orta Avrupa’da, bazen de sadece Almanya’da emin bir ortam bulabilirler. Ancak, onların çalışmaları kendi kültür ve geleneklerinin egemen olduğu, kendi topraklarında bazen çok yabancı görülüp, sevgiyle ya da ilgiyle karşılanmıyor. Bana göre, bunda sadece estetik bir eksiklik değil, büyük bir tehlike de bulunuyor:
Nasıl bir tehlike bu?
Batılı olmayan çağdaş besteciler kendi ülkelerine ait olan müziklerini Batılı bir geleneğin içine yerleştirdiler. Nitekim, önümüzdeki yıllarda ekonomik ve siyasal küresel değişimler nedeniyle, bu konumda daha uzun kalmak için yeni dinleyiciler bulmaları gerekecek. Başka bir ifadeyle, çağdaş Batı müziğine zevk ve ilgi duyanların sayısı ne kadar azalırsa, günümüz bestecileri de yerel, sosyal ve kültürel – hâttâ, psikolojik – ortamlara cevap vermeye o kadar mecbur olacaklar. Batı’da, form ve teknik konusunda, kendilerini kültürlerarası olarak adlandıran çağdaş kavramlar Doğu’nun “egzotik” müziklere olan yaklaşımlarında sadece çok yüzeysel bazı kültür farklılıklarından bakarak (örneğin, enstrümanlar açısından) ilgi gösteriyorlar. Kültürlerarası bir eser, bu bağlamda, genellikle arka planda bulunan müziksel form anlayışını hep Batı’dan izler. Kendi geleneğinde farklı ve “egzotik” gözüken yeni müziksel etkiler, bu form anlayışlarını derinden etkileyip kendilerine ait bir tarzda değiştirebilirler; fakat, bugün bu anlayışı bazen sadece az gelişmiş ve yüzeysel malzemeler olarak anlıyorlar. Bu tarz bir perspektif ise, daima Batı’nın müzikal anlamlarına cevap vererek, sadece tek bir kültürel yöne götürüyor. Diğer bir deyişle; bu tarz düşünce biçimleri, bazen yabancı kültürlerin çok güçlü ve etkili olan teorik ve felsefi temellerini basitleştiren bir kalıba indirgeyip sadece Batılı bir dinleyiciye hitap ediyorlar.
Bu etkileşimin sizin Doğu müzikleri dediğiniz olgu üzerinde olumsuz etkileri de yok mu?
Olmaz olur mu? Doğu müziklerinin Batı’nın etkisine göre teori ve form temellerinde değiştirildikleri görülüyor.. Örneğin, Türkiye’de Arel-Ezgi-Uzdilek tarafından hazırlanmış modern ses sistemi, Batı’daki Werckmeister’in temperamanından oldukça etkilenmiştir ve Prof. Yalçın Tura bunu seksenli yıllardan beri eleştirmektedir. Günümüzdeki Türk sanat müziği, eski Osmanlı ve Anadolu geleneklerinden uzaklaştı. Bu müziğe ait teori ve form temelleri – 20'inci yüzyıla kadar sürekli gelişmesine rağmen – artık gelişmiyor.
Türk gelenekleri, konservatuarda varolan makam ya da halk müziği derslerine rağmen bir “anadil” gibi konuşulmuyor; çünkü, konservatuarlardaki müzik öğretiminin Avrupa sistemine dayandığı, ve bu yabancı sistemin, Osmanlı-Türk müziğinin gelişimine fayda sağlamadığı söylenebilir.
Yâni bizdeki konservatuarlarla Avrupadakiler arasında temelde pek fark görmüyorsunuz!
Sistem bakımından, Türkiye’deki konservatuarlar ile Batı’daki konservatuarlar arasında pek fark yok. Bugün Türkiye’de yaşayan genç bir besteci, özel bir stil geliştirmeden önce kendi öznel dilini ve kimliğini ön plana çıkarmaya mecbur kalıyor; ancak öğrenci bu dil ve kimliği zaman içinde kendiliğinden bulur. Tabii ki, yetenekli bir rehbere ihtiyacı var ve öğretmen buna sadece teknik ve entellektüel bir ortam hazırlayarak yardımcı olabilir. Bu aşamada, öğrencinin özel arayışlarını ve ihtiyaçlarını anlamalıdır; herhangi bir baskı ya da mecburiyet varsa, bu gelişme kırılır. Bir bestecinin özel sebep ve kararlarının ne kadar farklı ve zor olduklarını çok iyi anlayabiliyorum.
Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı'nda görev almanız nasıl oldu?
Turgay Erdener ve Hacettepe Devlet Konservatuarı’ndaki Kompozisyon ve Orkestra Şefliği Bölümü bana Yabancı Uzmanlık kadrosunu teklif etti. Beni, çağdaş müzikte yeni ve farklı bir yol izleyen bir besteci olarak görüp, her zaman saygı ve dostluk gösterdiler. Bu üniversitenin Kompozisyon Bölümü için şimdiye kadar edindiğim birikimi oradaki öğrencilere aktarmamı istediler ve bana güvendiler. En önemlisi de, beni “kendilerinden biri” olarak gördüler. Onların alçakgönüllülüğü ve yaratıcılığının beni derinden etkilediğini belirtmek istiyor ve bana güven duydukları için en içten teşekkürlerimi sunuyorum.
Peki, siz bir besteci ve kompozisyon hocası olarak kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
Türkiye’de yabancı bir kompozisyon öğretmeni olarak, kendimi Hindemith ile ya da “Guatelli Paşa” ile ya da MIAM’daki Amerikalı öğretmenlerle karşılaştırdığımda, kendi görevlerimin çok farklı ve mütevazi olduğunu söyleyebilirim. Ben, kişisel üslubumu Alman, Fransız ve değişik Orta Doğu kültürlerinin müziklerinde buldum. Avrupa müzik tarihi ve geleneğinin yanında, Orta Doğu kültürlerini okumak çok ilgimi çekti. Bu özel kararımı – ya da “Doğu’ya giden yolumu”– çok güçlü olan ve bugün tüm yabancı veya “egzotik” ülkelerin kaynaklarını kendine ait müzik anlayışlarına benimseten Alman müzik ortamında açıklamak bazen kolay değildi; çünkü ses sistemi ve insanın genel ruhsal kaynaklarıyla ilgili araştırmalarım, günümüz Batı müziğindeki en önemli ideolojilere bir başkaldırı gibi zannedilebilir. Hem şu ana kadar bilinmeyen hem de geleneksel armonik ve duygusal anlamlara dayanan kendi mikrotonal ses sistemimi geliştirdim ve bu konudaki araştırmalarım halen devam ediyor.. Bunu yapmakla, müziğime ilham kaynağı olan Batı ve Orta Doğu müzik teorileri kaynakları ile birlikte yeni bir stil oluştu. Aynı zamanda, Alman neo-Fisagoryen kuramcısı Hans Kayser’in “Akroasis” düşüncesi beni çok derinden etkiledi.
Türk kompozisyon öğrencilerine nasıl bir yol önereceksiniz?
Kısaca; genç Türk bestecilerine yalnızca çağdaş Avrupa’da “bestelemenin nasıl geçerli olacağı” yerine, yeni bestecilik teknikleriyle beraber, tümüyle Türk bestecilerine ait bir yol göstermeyi umud ediyorum. Türk geleneği gibi zengin bir müzik ortamını modernleştirmek maksadıyla tek bir yöne ait olan “batılılaşma” yanlıştır; çünkü bu, Türk müzik geleneklerinin yok olmasına neden olur. Bu problem, Türk bestecilerin sadece Avrupa ve Amerika’daki müzik hayatına katılmalarıyla halledilemez. Ben çok daha ileri düşünüyorum, ve böylelikle, gelecekteki Türk bestecileri hem uluslararası hem de kültürlerarası estetik tartışma ve gelişmelere, şimdiye kadar tanınmayan ve belki sadece Türkiye’ye ait bir üslup ekleyeceklerdir. Nitekim, bunu hazırlamak için Türkiye’ye ait özel bir çağdaş müzik ortamı gerekiyor. Öncelikle, Türkiye’de varolan değişik geleneklere cevap veren, bunların teorik ve yaratıcı kaynaklarını özel bir biçimde geliştiren bir eğitim programı oluşturmak gerekir. İkincisi ise, Batılı ve Türk bestecilere ait yeni eserler çalan ve bunları tartışan değişik topluluklar kurmak gerekir. Halen, Bilkent Üniversitesi ve İ.T.Ü. Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi’nde (MİAM) oldukça aktif olan oda müziği toplulukları bulunuyor ve kompozisyon bölümlerinde çok değerli çalışmalar yapılıyor. Bunlara Ankara’daki Orkestra@Modern’i de eklemeliyim.
ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN
Not: Bu söyleşi 2008 yılı Eylül ayında Stefan Pohlit'in Şefik Kahramankaptan'ı ziyareti sırasında yapılmış ve 2008 Ekim ayında o zamanki Andante dergisinde yayımlanmıştır.