Atatürk, Pertek Halkevi önünde
CUMHURİYET'İN 100. YILINDA SANAT:
NEREDEN NEREYE?
ŞEFİK KAHRAMANKAPTAN*
ÖNCESİ
Cumhuriyetten önce sanat yok muydu?
Olmaz olur mu? Elbette vardı ama Padişah Sarayı ile İstanbul ve İzmir gibi gayrimüslim nüfusun, Avrupalı tüccarların yaşadığı kentlerde ve büyük oranda bu gruplarla sınırlıydı sanat...
Ya sanat kurumları?
Darülelhan (Konservatuvar) ile Sanayii Nefise Mektebi (Güzel Sanatlar Akademisi) İstanbul'daydı. Darülbedayi (Tiyatro) ise, temsillerinin yanı sıra bir tür tiyatro okulu görevi yapıyordu. Saray'ın orkestrası ve konservatuvarı Musikayı Humayun adı altında etkin durumdaydı.
Galatasaray ve İstanbul Sultanîleri, özellikle müzik ve edebiyata önem veren liselerdi, buralardan Cumhuriyet dönemine Fransızca ve Almanca bilen hayli sanatçı intikal etti.
Siyasal anlamda demokrasi, laiklik, çağdaş eğitim hedefleyen İttihat Terakki Cemiyeti başta İzmir olmak üzere lise ve sanat mektepleri açmaya başlamıştı.
İstanbul, İzmir, Mersin başta olmak üzere çeşitli kentlerde aydınlık görüşlü aileler, çocuklarına bulabildikleri öğretmenlerden müzik dersleri aldırıyorlardı, ithal edilen piyano sayısı giderek artıyordu. Bazı resim sergileri de İstanbul'da açılmaya başlamıştı. Ancak din baskısı nedeniyle, resim denilince büyük ağırlıkla minyatür ve tezhip işlerinin ağır bastığı görülüyordu.
Türk ulusu, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde Kurtuluş Savaşı verirken, sanat alanında görünüm özetle böyleydi.
DEVRİM
23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Ankara'da açılması bir işaret fişeğiydi. 13 Ekim 1923'te İsmet İnönü'nün Meclis'e sunduğu “ Türkiye devletinin başkenti Ankara’dır” yasa önerisi ise 29 Ekim 1923'te resmen ilân edilecek olan Cumhuriyetin habercisiydi.
Böylece, yeni Cumhuriyetin eski hanedan rejiminin devamı olmayacağı kesin biçimde ortaya konulmuş oluyordu. Yüzyılların başkenti İstanbul'un yerini Anadolu'nun ortasındaki Ankara almış, uygarlık yolundaki adımların buradan atılacağı dosta-düşmana gösterilmişti.
29 Ekim 1923'de Cumhuriyetin ilânı, aynı zamanda bir yeni “ulusal devlet”in kurulduğunu dünyaya duyurmuş oluyor, “eşitlik, özgürlük, adalet, dayanışma” gibi evrensel ilkelerden yola çıkılıyordu. Atatürk, eski Osmanlı Devleti ile ilginin, en azından bir süre tümüyle kesilmesinden yanaydı. Anadolu halkının ancak böyle bir ortamda “ulusal bilinç”e daha kısa sürede ulaşabileceğini düşünüyordu.Ulusalcı yaklaşımı yerleştirmenin en önemli araçlarından biri eğitimdi. 1924'de “tevhid-i tedrisat / eğitimde birlik” kanunu yürürlüğe girdi ve bu yasayla “müzik dersi” de müfredat programına alındı. Artık çocukların okullarda müzik diye “gına getirmek” yerine ulusal ve uluslararası anlamda müzikle tanışmaları için tek eksik, müzik öğretmenleriydi. Nitekim yeni Cumhuriyet'te ilk kurulan eğitim kurumu “Musiki Muallim Mektebi / Müzik Öğretmen Okulu” oldu.Modern, uygar bir toplumu geliştirme ve ulusal bir devlet örgütleme çabasındaki Atatürk, genç yaşında edindiği deneyim, okuduğu kitaplar ve Avrupa'daki gözlemleriyle bu amaca ulaşmada “kültür ve sanat”ın önemini çok iyi kavramıştı. Sadece müzik değil, resim, heykel ve edebiyat alanında bir kültür devrimi gerçekleştirmek gereğinin farkındaydı ve daha Kurtuluş Savaşı devam ederken, bu konularda çeşitli girişimlerin başlatılmasını sağlamıştı.
Cebeci'deki Ankara Devlet Konservatuvarı sahnesinde öğrenci orkestrası, 1930'lar...
Bu konu üzerinde Atatürk yeterince düşünmüş ve kararını çoktan vermişti. Ulusal ve yerel müziklerin geçerli tekniklerle çoksesleslendirilmesi, uluslararası sanat müziğinin eğitime temel olması için çalışılacaktı.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet öncesi dönemde, güzel sanatlar ve müzik alanındaki çalışmaların İstanbul'da Saray himayesinde, kentin Pera (Beyoğlu) ve yazları da Boğaziçi semtleriyle sınırlı kaldığının, bunun da payitahttaki yabancı nüfus sayesinde ayakta durduğunun, topluma inemediğinin farkındaydı.
Osmanlı dönemiyle bir süre için de olsa ilişkinin kesilmesi kararına karşın, müzik eğitimi atılımının yapılabilmesi için çok önemli bir adımı hemen attı. İstanbul'da “Makam-ı Hilâfet Muzıkası” adını almış olan Musika-ı Hümayun'u, yâni günümüzdeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nı Ankara'ya taşıttı. Böylece Musiki Muallim Mektebi'nin öğretmen gereksinimi de hemen karşılanmış oluyordu.
Resim sanatına bakış açısından, daha Cumhuriyet'in ilanına onbeş gün varken, Ankara'da ilk resim sergisinin açılması Atatürk'ün vizyonu sayesinde mümkün olabiliyordu. Sergi İstanbul'dan getirtilmişti, sivil-asker Türk ressamlarının tablolarını kapsıyordu. Atatürk'ün sergiyi bizzat ziyaret edip, tabloların Ankara'da önde gelen milletvekili, asker ve bürokratlar tarafından satın alınmasını sağlaması, bu yapıtların kurulan ilk bakanlıkların resmî binalarının duvarlarına asılması, ilk Cumhurbaşkanımızın konuya ne denli ciddiyetle yaklaştığının bir göstergesiydi.
Cumhuriyet kavram ve ideallerine sıcak bakan aydınlar, çoktan Ankara fikriyatı etrafında toplanmaya başlamıştı. Cumhuriyet döneminin ilk öyküleri, romanları artık yeni Başkent'te kaleme alınıyordu. Müzik ve resim öğretmeni ile sanatçı yetiştirilmesi yolundaki adımlar, kurumların geliştirilmesiyle devam ediyordu.
Musiki Muallim Mektebi'ndeki müzik öğretmeni yetiştirme işlevi, Gazi Terbiye Enstitüsü'ne aktarılıp 1936'da Cumhuriyet döneminin ilk yüksek müzik okulu Ankara Devlet Konservatuvarı adı altında kurularak, çoksesli müzik, opera ve sahne sanatları alanında öğrenci yetiştirmeye başlandı. Daha sonra bu çatı altına, İstanbul Yeşilköy'de bulunan bale dalı da eklendi.
Gazi Resim bölümü ise, evrensel eğitim ilkelerine uygun bir müfredatla resim öğretmeni yetiştiriyordu. Yıllar sonra üniversitelerde açılacak Güzel Sanatlar ile Eğitim Fakülteleri'nin öğretici kadrosunda yer alan, akademik anlamda yükselenlerin çoğu da Gazi'den yetişmiş insanlardı.
Gazi Resim Bölümü'nün önemli bir öğrenci kaynağı da Köy Enstitüleri oldu.
17 Nisan 1940’da yasası çıkartılan Köy Enstitüleri marangozluktan demirciliğe, sağlık memurluğundan aşçılığa çok yönlü meslekleri edinmiş öğretmenlerin yanısıra, değerli ressamlar, müzikçiler yetiştirdi. Köy Enstitüleri'nde resme yeteneği belirlenen öğrenciler, İstanbul Çapa ve Ankara Gazi'de açılan seminerlere yönlendirildi. Sonra da çoğu Gazi'de okudular, orada ve yüksek öğretmen okullarında öğretici oldular.
Cumhuriyet devrimlerine karşı çıkan gerici ayaklanma girişimleri, demokrasiye geçiş denemelerindeki Terakki Perver ve Serbest Cumhuriyet Fırkalarından yükselen hilafet istekleri, gericilerin Menemen’deki etkinlikleri ve Kubilay olayı, adımları atılmış olan çağdaş, demokrat, ilerici yapılanmanın hızlandırılması gerektiğini gösteriyordu. Dünya Türklerini birleştirme ütopyası peşindeki Türk Ocakları'nın artık yeni Türkiye Cumhuriyeti'ne zarar vermeye başladığı gören yönetim, 19 Şubat 1932 yılında Halkevleri'ni kurdu.
Kısa sürede geliştirilip ülke genelinde şubeleşen Halkevleri, toplumsal eğitim görevi yaparken, sanat dallarında da tanıtım, yaygınlaştırma, uygulama bağlamında âdeta Milli Eğitim Bakanlığı'nın yanında çok partili dönemde oluşturulan Kültür Bakanlığı'nın bazı işlevlerini de yerine getiriyordu. Nitekim bu hızlı gelişim, Türkiye'yi sürekli izlemekte olan Batı'nın da gözünden kaçmıyor ve İngilizler, Halkevleri'ni adını bile örnek alarak Londra'dan itibaren “Public House” örgütlenmesini başlatıyorlardı.
Tüm bu uygar toplum ve ülke hedefleyen çalışmaların içeriğinde sanat alanı önemli bir yer tutuyordu. Bu çizgi 1938'de Atatürk'ün ölümünden sonra da Cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü ve hükümet yönetimi tarafından geliştirilerek sürdürüldü. Devlet Tiyatroları, Opera ve Balesi artık sürekli temsiller veriyor, yetiştirilen öğretmenler okullarda görev yapıyor, yurt dışında eğitim görmüş besetecilerimizin yapıtları seslendiriliyor ve yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti'nin tanıtımına katkıda bulunuyordu. Kadın sanatçıların sayısı da giderek artıyordu. Cumhuriyet, kadına verdiği önemi bu alanda da önlerini açarak göstermişti.
Köy Enstitüsü'nde mandolinle halk oyunu
Köy Enstitüleri bu dönemin halka ve kırsala dönük önemli eğitim kurumu olarak göz doldurdu. Yurdun kırsal bölgelerine dağılmış Köy Erstitüleri, binaları öğretmen ve öğrenciler tarafından inşa edilerek eğitime başlıyorlar, öğrenciler bir köydeki tüm üretim ve bakım gereksinimlerini karşılayacak bilgilerle donatılıyorlardı. Enstitülerdeki resim ve müzik atölyelerinde ise bu alanlarda yetenekli ve ilgili öğrenciler saptanıyor ve daha ileri eğitim almaları için gerekli okullara yönlendiriliyordu.
İnönü, H. A. Yücel ve Tonguç, bir Köy Enstitüsü ziyaretinde
İkinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğlu Erdal İnönü’den dinlediğim, 1941’deki sözleri yaratılan bu önemli eğitim kurumuna verilen değerin göstergesiydi: “Köy Enstitülerini Cumhuriyetin eserleri içinde en değerlisi ve sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitülerinden yetişen evlatlarımızın başarılarını ömrüm oldukça yakından, candan takip edeceğim...”Devlet-Parti ve Halkevleri gibi yarı sivil kurumların içiçe olduğu, bir arada çalıştığı, 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün “Milli Şef” olarak nitelendirildiği bu dönemde, Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı'nın ayak sesleri duyulmaya başlamıştı. Hitler'in bir seçim darbesiyle yönetimi ele geçirdiği Almanya ve müttfekleriyle, karşısında yer alan İngiltere, ABD ve müttefikleri, Türkiye üzerinde kendi taraflarında yer alması için baskı oluşturmaya başlamışlardı.
Cumhurbaşkanı İnönü ve Hükümet, Türkiye'yi tarafsız olarak konumlandırarak savaştan uzak tutmak istiyor, bu ortamda tüm ekonomik güçlüklere karşın sanatsal hamle ve etkinliklerden de ödün vermiyordu.
Cevat Hamdi Dereli'nin Anadolu'dan "İstihsal" (Üretim) başlıklı tablosu
1938-1943 yılları arasında ressamlar için CHP tarafından Yurt Gezileri düzenlenerek, Anadolu'nun değişik yörelerinden kent, kasaba, köy ve insan manzaralarını içeren özgün tablolar devlet resim envanterine kazandırılıyordu. Seçilen sanatçılar, her yıl bir buçuk ile üç ay arası sürelerle belirlenmiş Anadolu yörelerinde eskizler yapıp, daha sonra bu çalışmalarını tuvale dökeceklerdi.
1938-1943 yılları arasında toplam 48 sanatçı, Anadolu’nun 63 şehrinde yaptıkları çalışmalarla 675 tablo hazırladılar.
1942 ile 1947 yılları arasında da, “CHP Sanat Mükâfatı” adlı ulusal düzeyde bir yarışma düzenleniyor, para ödüllü olan bu yarışma dönemin edebiyatçı, ressam, besteci aydınları arasında büyük ilgi görüyordu. 1942, 1943, 1945, 1946 ve 1947 yıllarında açılan yarışmanın, roman, şiir, tiyatro, müzik, resim, heykel ve mimarî olmak üzere yedi dalda düzenlenmesi ve bu alanların her beş yılda yinelenmesi planlanmıştı. 1944 hariç, yarışma kesintisiz düzenlendi. Günümüzde devlet orkestra ve korolarınca seslendirilen, yurt dışında da çeşitli kurumların repertuarında bulunan Ulvi Cemal Erkin'in Piyano Konçertosu, Ahmet Adnan Saygun'un Yunus Emre Oratoryosu ve Hasan Ferit Alnar'ın Viyolonsel Konçertosu, bu yarışma ile elde edilmiş yapıtlardır.Bu etkinliklerle hem sanat ve sanatçının gelişimine katkı sağlanıyor, hem de uzun erimli düşünceyle Cumhuriyet devrimlerinin sanat alanında alınmaya başlanan sonuçları kendi toplumumuza ve uluslararası alana yansıtılıyordu.Bu dönemde 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, uluslararası alanda savaş sonrası gelişmeleri dikkate alarak Türkiye'nin çok partili demokratik sisteme geçmesi için karar almıştı. Bu adımın erken olduğunu düşünerek ertelenmesinden yana tavır alan, Milli Eğitim Bakanlığı süresince sanatın ve sanat kurumlarının gelişimi için büyük katkılarda bulunmuş Hasan Ali Yücel'in görevinden ayrılması dikkat çekiciydi. Türkiye Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı'nı aktif olarak savaşa girmeden atlatmış, yeniden kurulmaya çalışılan dünya düzeninde Birleşmiş Milletler, Kuzey Atlantik İttifakı gibi kurumların içinde yer alabilmek çabası içine girmişti. Bu süreçte, Cumhuriyet ve Atatürk devrimlerini içine sindirememiş olan kesimin, Köy Enstitüleri ve Halkevleri gibi kurumlara karşı olumsuz propagandasının arttığı da gözleniyordu.KARŞI DEVRİM1950'de yapılan seçimi, muhafazakar kesimi temsil eden Demokrat Parti'nin kazanmasıyla birlikte ülkede bir karşı devrim süreci de başlamış oluyordu. Doğrudan sanatı hedef alıyor gözükmese de yeni iktidar, öncelikle Halkevleri ve Köy Enstitüleri'ni kapatıyor, Enstitülerin yüksek öğretmen okullarına dönüştürülmesiyle buralardaki resim ve müzik atölyeleri bir süre devam etse de, kırsal alanla uygar eğitim ve sanat arasındaki bağlantının kesilmesi için adımlar atılmış oluyordu. Böylece DP'nin destekçisi olan büyük toprak sahipleri, kullandıkları karın tokluğuna işgücü konumundaki köylü kesiminin bilinçlenmesi tehlikesinden kurtulmuşlardı.Bu karşı devrim süreci, arada ufak duraksama ve kesintilerle günümüze, Cumhuriyetin 100. yılına kadar geldi ve halen devam etmektedir. Bu sürece, kapitalizmin küreselleşme aşamasına geçmesi, finansal öncelik kazanması, teknolojik gelişmelerin kültür emperyalizminin yaygınlaştırılması için kullanımı, katkı sağlamaktadır. Ayrıca sosyal medyanın da kullanılarak, gençlere bireycilik aşılanması, birarada çalışma, dayanışma gibi duygularının zayıflatılmasına yol açmış ve açmaktadır.MİLENYUM SONRASI12 Eylül 1980'deki darbe sonrası, dinsel eğitimin yaygınlaştırılması, yasaklanmış eğitim biçimlerine göz yumulması, yasal olarak açılıp çalışması mümkün olmayan medreselerin, yaygınlaştırılmış dernek-vakıf çatıları ve şemsiyeleri altında etkinlik göstermesi, 2000 yılından sonra hız kazanarak devam etti.Sanat olayına sadece “nicel” olarak bakanlar, günümüzde ülkedeki orkestra, opera bale sayılarını, giderek çoğalmış olan resim-heykel galerilerini mevcudiyet anlamında gerekçe göstermekte, sanatın dimdik ayakta olduğunu ileri sürmektedirler.Atatürk’ün, Musıkayı Hümayun’u Ankara’ya taşıyıp , Riyaseticumhur Filarmoni Orkestrası’na dönüştürmesi, MMM'ni kurması, Ankara'da ilk resim sergisini açtırmasıyla başlayan yolculukta, 100 yılda ulaşılan devlete ait orkestra, opera-bale sayısı kimilerince yeterli görülebilir. Gerçekten de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, sanat kurumlarımızın sayısında hatırı sayılır bir artış olmuştur. Ancak artan nüfusla kıyaslandığında "reel" olarak bir gerileme söz konusudur.Atatürk'ün uygar, "sanata duyarlı" bir toplum inşa etme hedefine ulaşmak için çalışılırken, 1950'den itibaren eğitim sisteminde geriye gidişler ve giderek dinsel yaklaşımların ön plana çıkarılmasıyla, fiilen "karşı devrim" sürecini başlatanlar, eğitim sistemini de dönüştürüp din öncelikli mezunları topluma katarak önemli mesafe almayı başarmışlardır.Uygar ve sanata duyarlı bir toplum hedefine ulaşma çabaları geride kalmış, salt siyasal amaçlarla, oy hesaplarıyla yeni kurumlaşmalara gidilmiştir. Siyasetin çoğunlukla "seçmene iş bulma aracı" olarak kullanıldığı Türkiye'de ne yazık ki, Anadolu'nun çeşitli kentlerinde bu amaçla sözde sanat toplulukları oluşturulmuştur. Bazı sanat kurumlarında, esas gereksinim duyulan sanatçılar yerine idarî kadrolar şişkinleştirilmiş, sanatçı kadrolarına bu unvanı hak etmeyen bazı kişiler atanarak, kurumlardaki yozlaşma hızlandırılmıştır.Cumhuriyetin gözbebeği devlet sanat kurumlarının rehabilite edilmesi yerine, özelleştirme ve yerelleştirme yoluyla yok edilmesine yol açacak, TÜSAK adlı taslağın TBMM'ye getirtilmesi, sanat kurumları ve sanatçıların güçbirliği ile püskürtülebilmiştir. Bu konuda, toplumda varlıklarını kendi dernek ve vakıflarıyla sürdüren aydın kesimlerin desteğinin de önemli etkisi olmuştur.
2023'TE DURUM
Ancak, sanat ve sanatçı kavramları iyice bağlamından çıkarılmış, popüler eğlence sektöründe yer alan herkese sanatçı denilmeye başlanmış, sanat ile zanaat birbirine karıştırılır, gerçek sanat ve sanatçıya yönelik din adamları ve çevrelerinden yapılan saldırılar görmezden gelinir olmuştur. Özellikle kadın sanatçı ve sporcuları hedef alan aşağılama, taciz ve saldırılar, eğer adalete intikal edebilirse, genellikle takipsizlik kararlarıyla sonuçlanmaktadır.
İster düzeyli sanat, isterse eğlenceye dönük olsun, düzenlenen kimi festivallerin yerel yöneticiler eliyle engellenmesi, iptal edilmesi neredeyse “vakayı adiye” haline gelmiştir.
Radyo kullanma alışkanlığı olanlar, Anadolu'da yolculuk yapanlar, istasyon aradıklarında yüzlerce islamî yayın ve cumhuriyet-laiklik karşıtı propaganda yapan radyoyla karşılaşmaktadır. Benzeri çizgide çok sayıda yerel televizyon yayını da bulunmaktadır.
100. Yıl Marşı konusunda açılan sözde yarışmada, seçimi jüri yerine Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'nın yaptığının ortaya çıkması ve bu durumun yalanlanmaması, ne günlere gelindiğinin kanıtlarından biridir.
Bir kongre salonuyla teknik ve mimari gereksinimleri özel olan bir opera binasının arasındaki farkı ayırd edemeyen ya da sırf propaganda amacıyla bilerek bu ayrımı yapmayan bir zihniyetin, Cumhuriyetin sanat kurumlarını artık “göstermelik” olarak tuttuğu, elinden geldiğince de bu kurumlara bileğinin hakkıyla sınav kazanmışları bile atlayarak kendi yandaşlarının yakınlarıyla doldurmaya çalıştığı bilinmektedir.
Bazı konular, “Külliye'de konser görevi” sırasında gerçek sanatçılarla Cumhurbaşkanı'nın aynı ortamda bulunarak sohbet edebilmesi ve bina-kadro sorunlarını aktarması sayesinde çözülebilmiştir. Buna en güzel örnek temeli 30 yıl önce atılmış ve 20 yıl boyunca bu iktidar tarafından ödenek ayrılmayarak savsaklanmış CSO binasının “talimat” üzerine iki yıl içinde tamamlanarak hizmete açılabilmiş olmasıdır. Aynı şekilde Atatürk'ten bu yana makamın adını taşıyan CSO'nun kadro gereksinimi karşılanarak sınavla stajyer sanatçı alımı yapılmış, emekli olanların yerine de sözleşmeli müzisyen alımı yoluna gidilmiştir.
İstanbul AKM'nin de ilk mimarisine uygun biçimde, mimarının oğlu tarafından geliştirilen projeyle tamamlanıp hizmete açılması bir başka örnektir.
Ama son 22 yıllık dönemde görülen bazı “istisna”lar, “kaideyi bozmamakta”dır ve devlet mekanizması içine yerleşmiş çeşitli dinsel tarikatlar sanat kurumlarına da etki edebilmekte, yerel yöneticileri etkileyerek sanatın bulundukları il ve ilçelere girmesini ellerinden geldiğince engellemeye çalışmaktadır.
Gelinen olumsuz durumun başlıca nedeni, temelde “uygar toplum” projesinden sapılmış olması, giderek Cumhuriyet, Atatürk ve Devrimlerine karşı saldırıların artması, bunların cezasız bırakılması, konuların bütüncül ve yan ilişkileriyle birlikte ele alınmamasıdır.
İlköğretim ile lise öğretiminde sanat ve müzik konusuna yeterli önem verilmeyen, yeterli ders saati ayrılmayan, öğretmen atamalarında en sona bırakılan bu tür derslerin “seçmeli” statüsüne getirildiği bir ülkede, sanat kurumlarının yaygınlaşıp çoğalarak, düzeyleri yükselerek ileriye gitmesini beklemek iyimserlik olur. En büyük sorun yapılan ve yapılacak sanatı izleyecek kitlelerin yetiştirilmiyor oluşudur.
Yukarda değindiklerimizi maddeleştirdiğimizde;
- Sanat kavramının yozlaştırılarak eğlenceyle karıştırılması,
- Ulusal çapta yaygınlaşan özel TV ve radyolarla yerel yayınların büyük çoğunluğunun eğitim-kültür görevlerini gözardı ederek reyting uğruna yoz ortamı pompalaması,
- Devlete ait TRT kurumunun birkaç istisna dışında giderek çağdaş yaklaşım yerine, geleneksele yönelmesi,
- Müzik eğitimi alanlar için eğlence sektörü dışında kadro, iş olanaklarının yeterli olmaması,
- “Nepotizm” uygulamalarının “akrabalık kan bağı”nın ötesinde “siyasal parti-cemaat-tarikat” boyutuna taşınmış olması,
* Gazeteci, Kültür ve Sanat Yazarı
Bu makale, Atatürkçü Düşün Dergisi 153. sayısında yayımlanmıştır.