İşte savaşın en soğuk yüzü:
İstanbul Devlet Tiyatrosu, toplumda kadının yerine dair etkileyici bir oyunla 2014-2015 sezonunu süsledi.
İtalyan gazeteci, romancı, öykü ve oyun yazarı Curzio Malaparte’nin (1898-1957) “Kadınlar da Savaşı Yitirdi-Anche Le Donne Hanno Perso La Guerra”sı (1954)İkinci Dünya Savaşı sonunda işgal altındaki Avusturya’da erkeklerini savaşta kaybeden kadınların içine düştüğü zorlu koşulları anlatıyor. Bir apartman dairesinde yaşayan altı kadının yaşamından yola çıkarak ve izleyenin içini burkarak fuhuş-açlık, ölüm-haysiyet, sadakat-intikam gibi karşıtlıkları etkileyici bir dille aktaran oyun, diğer taraftan savaşın soğuk yüzünü de gözler önüne seriyor.
KOSTÜM (MÜ)
Galip Erdal yönetiminde sahnelenen oyun, çeviri anlamında Tahsin Saraç ve Turhan Acar imzasını taşıyor. Kimin gözünden kaçmış bilemiyorum, ama Işın Mumcu’nun yerli yerinde sahne tasarımını yaptığı oyunun geçtiği büyük salonun, replik içinde “oda” olarak tanımlanması bence yanlış. Onun dışında, çeviride eleştiri “babında” “dişe dokunan” bir şey yok.
Sena Pınar Sum, kostüm tasarımlarını özellikle ikinci yarıda bazı oyuncuların vücut yapılarını dikkate almadan yapmış, uygulama da (dikiş) fevkalade entipüften olunca “eleştirmene kostüm tasarımı kötü” demek kalmış.
Akın Yılmaz’ın ışık tasarımınıysa özellikle genç ışık tasarımcılarının mutlaka, ama mutlaka izlemeleri gerekiyor kanısındayım. “Bakarsın Bulutlar Gider”, “Yağmur Durduğunda”, “İkinci Dereceden İşsizlik Yanığı”, “Çehov Makinesi” ve “Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş” oyunlarından da tanıdığımız Akın Yılmaz, bu kere ne yapmak istemiş anlayamadım gitti.
IŞIK (BENCE) GÖZDEN GEÇİRİLMELİ
Oyunun temasını atmosferini, izleyiciye ulaştırılacak mesajı, zaman ve mekân kavramını, kısacası oyunun sosyal durumunu hiç mi hiç umursamamış. Sahne üzerindeki dağılımları, mimikleri, mizansenleri, oyunun doruk noktalarını, tablo değişimlerini, oyundaki duygusal iniş-çıkışları seyircinin gözüne sokmuş. Sahneyi zırt-pırt bölerek tabloların atmosferini bozmuş.
Galip Erdal, oyuncunun kolektiflik anlayışını ateşlemiş, toplu oynamayı daha bir belirginleştirmek istemiş. “Açık biçim”i alabildiğine özgür kullanmış, öyküyü kendi dinamiği ve estetiği içinde yoğurmuş da keşke metni 20 dakika makaslasaymış. Işık hariç oyunculuk, müzik, dekor, kostüm anlayışlarıyla estetik bir bütünlük oluşturmayı amaçlamış.
Başarıya ulaşmış mı?
“Kısmî Evet!”
OYUNCULUKLAR
Oyunculuklarda Madam Emma’da Merih Atalay, ah ne olurdu hiç değilse 1966 yapımı “Who Afraid of Virginia Woolf?” filminde Elizabeth Taylor’un Martha rolünde “Sarhoş Kadın”ı nasıl çizdiğini CD’den falan bir izleseydi!
Güneş Hayat, Madam Charlotta’nın sakatlığının kalçadan mı, bacaktan mı olduğunu saptayıp role çalışsaydı topallığı böyle abartır mıydı? Hiç sanmam! Bir de şarabı “fondip” yaptıktan sonra insanın yüzü hiç mi eğrilip büzülmez ayol!
Asker’de Cem Doğrulu, Madam Lena’da Nurhayat Boz, Clara’da Zeynep Alper görevlerini “bihakkın” yapıyorlar.
Side Balaban’ın Lilly’ye fiziksel ifadeyi gözleriyle, yüzünün ve mimiklerinin yardımıyla kazandırdığını söyleyeyim ve onunla övüneyim.
EYLEM YILDIZ
2002’de aynı oyunda Lilly rolünde Erzurum Devlet Tiyatrosu yapımında izlediğim (benim gözbebeklerimden) Eylem Yıldız’ın Madam Enrika’nın ikili tablolarda gözlerinin dile getiremediğini sesiyle ele almasını kutlamam gerektiğini de itiraf edeyim. Yıldız’ın sözcük kullanımı, tonlamaları gayet iyi…
Komiser’de Orkun Gülşen gövdesinin yapaylıklarla ve gerilimlerle olan savaşını gene kazanıyor. Sesinde hiç gereksiz gerilim yok, tınısı, telaffuzu, tonlamaları yerli yerinde.
Ve Andrei karakteri.
Şamil Kafkas, hayli karizmatik tavrıyla utançtan söz ettiği, yaptıklarından utandığını itiraf ettiği, Enrika’ya “beni en iyi anlayan sen olabilirsin” dediği, “sen de kendini benim kadar aşağılık hissediyor olmalısın” diye söylendiği tabloda karakteri doruğa taşıyor.
Savaşın bir parçası olmanın orospulukla eş değer tutulması gerektiğini mükemmel vurguluyor.
Oyunda savaş yanlılarına gönderme, Şamil Kafkas’ın yorumuyla yapılıyor(!).