(Bakırköy, elliler)
Dalga dalga renklerle bezenmiş camdan misketlerimizin içine bakıyor, uzak denizler, bir gün gitmeyi umduğumuz harika ülkeler görüyoruz. Çat çut çarpıştırıyoruz o dünyaları. Bir misketi fırlatıp diğer misketi vurmaya çalışıyor ya da yerde kazdığımız ufak beş çukurdan birine sokmaya. Ya da, ortadaki çukurda rakibimizin misketi varsa baş parmağımızı mancınık gibi kullanarak misketimizi fırlatıp rakibin kafasına kafasına, mermi sıkar gibi.
Bakırköy
Bakırköy, İstanbul’un uzak bir ilçesi. Sanki bir kasaba. Elimizin hemen altında koca Marmara ama yine de denizle kara arasına hapsedilmiş hissediyorlar kendilerini Ekrem Bey sokağının çocukları. Hayaller hayalleri körüklüyor, bir hayal denizi içerisinde kulaç atıp duruyoruz. Hayalgücü kasabamızdan birçok ünlü sanatçıya yol olup uzuyor. İstasyon meydanındaki Halkevi ile Bakırköy Spor Kulübü de sanatta, sporda bayağı bir alt yapı. Spor kulübünün değişmez başkanı Özer abi. Gözlüklü, pek zayıf, kambursu, orta boylu. Sporcu figürünün tam tersi. Hayatta hiç spor yapmamış. Başı hep önde; yürürken, kalkarken, otururken. Bakırköy’ü düşünüyor. Ağzına yapışık hiç sönmeyen, uyurken bile en sadık arkadaşı yarılanmış sigarası. Külü yere düşmeyi beceremiyor.
Bakırköy’den yetişen ünlüler
Suat Mamat, BJK sol hafı Sedat, Ergun Köknar, Cem Karaca, Belgin Doruk, Muhsin Kut, Kenan Pars, Kemal Künmat, Ayşen Gruda, Tarık Akan, Üstün Asutay, Münir Özkul, Adile Naşit, Toto Karaca, Cihat Tamer, Suna Pekuysal, Belgin Doruk, Tarık Akan, Ahmet Mekin, Göksel Arsoy…
Sinema, tiyatro
Sinema ve tiyatro… Bakır Sinemasından oraya buraya, çöpe, avluya, sokağa atılan eski sinema filmlerinden kalan artıkları, tabii siyah beyaz, yerlerden topluyoruz. Bu minik parçaların her biri ayrı birer dünya. Filmleri güneşe tutup bakıyoruz. Kovboylar var, güzel ablalar. Bunları biriktirip kutularda saklıyoruz; arada bir açıp bakıyor başka alemleri elimizde avucumuzda tutuyoruz; Marmara’yı da aşıp daha daha enginlere…
Camdan para
Arkadaşımızdaki bir kare filmi beğenirsek değiş tokuş ediyoruz. Ya da camdan parayla satın alıyoruz. Toprak, çayır çimen, ne de minik renk renk camlarla dolu. Nereden geliyor bu cam parçaları? Şaşırmıyoruz çünkü doğal ortamımız bu. Cam parçalarını aramızda para yerine kullanıyoruz.
Toprak
Toprak öyle bereketli ki ne istesek veriyor. Camlar, izmaritler, kovanlar, filmler, kediler, aşık kemikleri… Ne istersek… Biraz ileride denizde balıkların her türlüsü; hele çamur. Çamurdan ekmekler yapıyoruz. Yaptıkça karnım acıkıyor; eve koşuyor acele ekmek yiyor çamurumun başına dönüyorum.
Yere düşüp ya da dikenli telleri aşarken dizini bacağını kanatanlar için hemen yerlerden bir izmarit bulup içini açıyor yaranın üstüne tütünü basıyoruz. Kan duruyor. Toprağımız böyle işte; bizler de toprağın tıbbiyeli hekimleriyiz.
Savaş
Yerlerde bazen mermi kovanlarına da rastlıyoruz. ‘Savaştan geri kalanlar’ deniyor. Ama biz dünya savaşına girmemiştik ki. Pencerelerimizde hala rulo şeklinde, aşağıya doğru çekince camı kapkara yapan kapkara perdeler var. Düşman uçakları görmesin; karartma uygulamak için herkes almış takmış penceresine. Perde parası çıkıştıramayanlar mum yakıp idare ediyorlar. Mum ışığı dışarıya sızmıyor. Hayalet gibi dolaşılıyor evlerde. Ve geceleri düşman uçağı arayan projektörler siyah göklerde tarama yapıyorlar. Düşman kim; Almanlar mı, başkaları mı?
Savaş bitmiş ama gökyüzü gene de taranıyor. Projektörlerin ulaştığı kısım masmavi bir gök olup çıkıyor karşımıza. Hârika bir büyü. Her şey her olay bir büyü bizim için. Kâşifler büyümüş çocuklar herhalde; merak içinde dağ bayır, o ülke senin bu ülke benim, yeni yeni şeyler görmek, bulmak, büyü içerisinde olmak için gezinip duruyorlar. Hep büyü içerisindeler.
Aşık kemiği oyunu da oynuyoruz. İstediğimiz zaman yerlerde bir aşık kemiği buluyoruz. Toprak ne istersek anında veriyor. Kaldırımda bağdaş kurup aşık kemiğini zar gibi atıyoruz. Arada sıra da birbirimizle dalaşıyoruz. Oyun bu, n’apalım.
Yine tiyatro
Sinema ve tiyatro iliğimize işlemiş. Sokaklarda ’dakomencilik’ oynuyoruz. Senaryosunu ayak üstünde yazıp hemen sahneye koyuyoruz. ‘Sen şimdi köşeyi döneceksin, ben karşına çıkacağım; ‘dakomen’ diyeceğim, ellerini yukarıya kaldıracaksın’… Aynen oynuyoruz. Sonrasında bir mizansen daha; ‘sen benim elimden silahımı bir hamlede alacaksın, kaçacağım. Arkamdan koşup beni vuracaksın.’… ‘Ama ölmeyi iyi yapacaksın. Önce bir tökezleyecek sonra yere düşüp bana son bir bakacaksın. İyi öl haa!’. Aynen uyguluyoruz. Herkes hem senarist, hem yönetmen, hem oyuncu.
Bizim evin kömürlüğünde tiyatro sahnesi kuruyorum. Evlerden aşırdığımız öte beri; dekor. Bezler, tüller… Kostümlerimiz. Karanlıkta çocukları korkutmak için bir çarşafı üstüme geçirerek hayalet oluyorum. Çığlıklar, kaçışmalar. Ama, hey Allah, yukarıdan bir haykırılı sesleniş, ‘oğlum çabuk o çarşafı buraya getir!’’. Özgür, Oktay, Çetin, Saime, Günay…. Kahkahalar. Bir çuval incir…
Ekrem Bey sokağı
Varlıklı, yoksul hep aynı mahalledeyiz. Hepimiz arkadaşız. Kurbandan kurbana et dağıtıyor bizimkiler. Cevat, ‘sayenizde yılda bir kere de olsa et yiyoruz’ diyor. Ama Baruthane mahallesi tam bir varoş. Oradaki çocuklar tehlikeli. Biz Ekrem Bey sokağının çocuklarıyız.
Şişmanca Engin uzaktan bir taş atıyor kafam yarılıyor. Mahallemizde de ara sıra böyle tehlikeler; aklına esen aklına eseni yapıyor. ‘Şu taşı kafasına atayım, içimden geldi’. Düşman değiliz. İçinde bir kötülük de yok. Ama içinden öyle geldi işte. Yine arkadaşız.
Yağmur
Taş sokaklar, toprak, gökyüzü, deniz, güneş, yağmur…Yağmurda evindeki pencere pervazından ayaklarını sarkıtan Bekir’in ağzında, ‘yağmur yağıyoor, seller akıyor, arap kızı camdan bakıyooor’. Arap kızı nerede, hangi camdan bakıyor. Niye arap kızı yağmurda camdan bakar. Beyaz kızlar yağmura bakmazlar mı?
Bir gün yoldan geçen bir arap dudu görüyoruz; Oktay, ‘arap gördün saçını çek; yoksa arap olursun’. Saçlarımızı çekiyoruz. Arap dudu bunu duyuyor, ‘sizi piç kuruları’; kovalıyor. Kaçıyoruz. Elimiz saçımızda.
Yağmur var yağmur. Evden fırlıyorum; yağmur sonrası kokusunun peşinde. Ohhh… Dedem de yağmur kokusu için sokağa atarmış kendisini. Kitap kokusu bir, yağmur kokusu iki. Kitap alırken önce içini açıp kokusuna bakıyorum. Kitap kitap gibi kokuyorsa alıyorum. Yoksa içinde ne yazıyorsa yazsın… O kitap benim gözümde artık kitap değil.
Alaimisema
Hava güneşli ise yağmur sonrası gökte yedi renkli bir kuşak; alaimisema (gökkuşağı) çıkıyor. Böyle sihirli şeyler hep çocuklar için. Büyükler de bunu görüyorlar mı? Kuşağın altından geçen kişi erkek ise kız, kız ise erkek oluyormuş. Allah korusun, ya geçip de kız olursak… Biz savaşkan, kahraman erkek çocuklarız. Hele ki Scaramouche’ filmini (Stewart Granger, Mel Ferrer, Eleanor Parker, Janet Leigh; dünyanın sekiz dakika süren en uzun kılınç dövüş sahnesi) seyrettikten sonra artık her birimiz birer kılınç dövüşçüsüyüz. Elimize geçirdiğimiz düzgün sopalarla birbirimizle kılınç oynuyoruz. Oynaya oynaya bayağı ilerletiyor, ustalaşıyoruz. Sonunda artık biz de o filmi çevirebilecek kıvamdayız.
Alaimisemaya bakarak yedi rengin görkeminde, benliğimizin derinliklerine sonsuz bir yolculuğun içinde giderek küçülüp, gözlerden, kendi gözlerimizden de kaybolup gidiyoruz. Bir gayb alemi. Büyükler yazık, bunu yapamazlar.
Karagöz
Kuklalarımız var. Yine bodrum katının bahçeye açılan kapısına perde kuruyor kukla oynatıyoruz. Hele Karagöz… Karagöz -Hacivat skeçlerinin yazılı olduğu bir kitap ve mukavvadan renkli Karagöz tiplerini alıyorum tuhafiyeci Rasim Beyden; arkalarına çubuk yapıştırıyorum; perde kurup Hayali Küçük Ali’nin sesini taklit ederek kitaptan okuyoruz. Karagözümüz, Hacivatımız, Beberuhimiz, Tuzsuz Kara Bekirimiz… Rollerinde fevkaladeler. Seslerin taklidini en iyi Tarlan yapıyor. Yerlere yatıyoruz.
Her şeyin zaten hayal olduğu dünyada hayal üzerine hayaller kuruyoruz. Hayaller aslında gerçeklik. Mutluluk hayallerde; lezzet olup ağzımızda. Lezzet. Çocuklar mutlu yaratıklar; hayalli rüyalara yatarlar geceleri. Biz biziz. Özbeöz biziz. Büyümeyi hem istiyor hem de dünyamız değişecek; istemiyoruz. Seziyoruz; büyürsek rüya bitecek.
Davul
Davul, nedense davul en sevdiğimiz müzik aleti. Dum dum sesi içimizdeki titreşimleri yüreğimize taşıyor. Oradan da dışa. Pikap herkeste yok. Canlı müzik yapan gazinolar, düğünler var. Annemler düğüne götürdüklerinde bütün gece davulcudan gözümü ayırmıyormuşum; öyleymiş. Davul da davul… Sahur davulları. En tatlı uykunun ortasında güm güm güm de güm, Davulun yanında trompet olmazın olmazı. Trompetin melodisi ağzımızda ‘çistattara’ ya dönüşüyor. Ardından davul, bum!
Apartmanımızın giriş kapısı demirden; kapının üst kısmı işlemeli demir, (ferforje) altı düz, saç demir. Koyu mavi bir kapı. Başta Cevat, birkaç kişi. Binanın iç kısmında kapının dibine oturuluyor. Koro halinde, ‘çistattara, çistattara’ dudaklarımız trompet. Ve arkadan ‘bum’; Cevat bumluyor. Yumruğunun arka yüzü davul tokmağı. Bum, bum. Öğle uykularının en derin yerinde komşular divanlarından fırlıyor. Bir şey de demiyorlar. Kalkıp kahve pişiriyorlar. Daha da uykuları tutmuyor. Her bir ‘bum’da kahve tepsisi havalara.
Radyoda alaturka
Çocuğuz, Türk müziği bize ağır geliyor. İçimiz dışımız fıkır fıkır. Radyo skeçlerinde bir nineye, bir ağır alaturka bir de fıkır tıkır alafranga dans parçası dinletiyorlar, ‘şimdi hangisi?’ diye soruyorlar, nine ‘işte buuu!’ diye haykırarak alafranga parçayı seçiyor. Nine bile böyle ise bize ne oluyor; biz de çistattarabum!
Hepimiz davulcuyuz. ‘Büyüyünce n’olacaksın?’ ‘Davulcu’ diyoruz. Ama ‘kızı bıraksan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar’ söyleminden de ürküyoruz. Bir yandan hoşumuza gidiyor. Kızlar bize kaçacak.
Abilik
Bir ara bana bir kol saati alınıyor. Ama oyuncaktan. Gene de ara sıra bakıp arkadaşlara saati söylüyorum. Saatim var diye kendimi artık daha küçük çocuklara göre ‘abi’ görüyorum. Onlara göz kulak oluyorum. Yere düşenleri kaldırıyor, caddeye fırlayanları biraz azarlayarak kenara çekiyorum.
Kızlı erkekli
‘Kulaktan kulağa’ oyununu da seviyoruz, ‘uzun eşek’ oyununu da. Uzun eşekte kızlar olmuyor; belleri ince, kırılıverir Allah muhafaza. Kulaktan kulağada bir erkek bir kız yan yana dizilerek oturuyoruz. Herkes hoşlandığı kızın yanında yer kapmaya bakıyor. Kulağa fısıldarken kızın yanağına bir öpücük mesafe kalıyor. Ne hoş. Bir uçtan söylenen bir söz sonuncu kişide bambaşka bir sözcük olup çıkıyor. Çok gülüyoruz. Bu da bir sihir.
Sihrin sonu yok. Kibrit kutusuna bir delik açıp ip geçiriyor, kutunun kapağına da bir delik. İki arkadaş kutu kapaklarını bölüşüyoruz. Birbirimizden ayrılıyoruz. Aradaki ip geriliyor. Ta yettiği yere kadar. Telefondaymış gibi ağzımızı kutuya sokarak konuşuyoruz. Bunu çok uzun iple de evlerimizden karşılıklı konuşmayı deniyoruz. Oluyor da. Graham Bell duymasın.
Hayat çok güzel. Önümüz açık. Aksi halde hayat sanat olmaktan çıkacak. Her şeyin ucu açık. Zamansıza yolcuyuz, sevinçle koşaraktan.
Şaka
Babalar akşamları trenden inip evlerine gülerli yüzlerle gelirken sağ ellerinde çoğu zaman bir kavun yada karpuz oluyor. Karpuz koltuk altında taşınır deniyor ama bu babalar basketboldeki atış gibi topu tutuş tarzıyla karpuz taşıyorlar. Karpuzlar başlarının hizasında oluyor. Sağa sola selamlı gülücükler içinde evlerine.
Çistattarabum’un yanı sıra alaturka da giriyor yaşamımıza. Karşıkı rum bakkalın akşamüstleri dükkanı dolup dolup taştığında, bakkalın alnından terler aktığı sıraları gözleyen Çetin dükkanı basıyor; ‘yarimin atlaaarı deh, deh aman da…’ haykırıyor. Herkes daldığı farkındasızlıktan uyanıveriyor. Sıcak sudan soğuk su duşu.
Her bir çistattarabum’da Ekrem Bey Sokağının hemen başındaki sarı evin siyah kapısı açılıyor, siyah giysiler içindeki madam Zoe feryat ediyor. ‘söyleycem, söyleycem, anne babalariniz, söyleycem’!. Kahkahlıyoruz.
Hayat bir şaka. Anneler, babalar, komşu teyzeler, amcalar çok pek çok ciddiler ama biz biliyoruz; hayat bir şaka. ‘Hiçlik’ denen kara deliğin sıkıntıdan kendi kendine yaptığı bir şaka. Bizi şakasında kullandığını düşünse de biz biliyoruz; şakayı ona biz yapıyoruz.
ÇİSTATTARABUM!
Monad Balkan 30 Mart 2024, Ankara