Niçe (1844 – 1900) deyince akla hemen ‘Tanrı Öldü’ sözü gelebiliyor. Çünkü çok çarpıcı, yadırgatıcı ve şoke edici bir söz. Arkasında ne gibi bir anlam var deyip de araştırmaya girerseniz, dipsiz bir kuyunun derinlerine git Allah git …
Niçe sadece bir filozof değil, şair, edebiyatçı, müzisyen (iyi bir piyanist)… Yani sanatçı doğumlu. Fikirlerini edebi bir dille anlatmayı seviyor. Metaforlar, alegoriler, ironiler, semboller, gizemli aforizmalar…
Dolayısıyla ‘Tanrı öldü’ sözünün anlamına da böyle edebi sanatların arkasını aralayıp üstüne onun yaşadığı zamanın ruhunu, tarihsel gelişimi ve atmosferi koymak lazım.
Benim Niçe konusuna el atmama gelince sonunu sanata bağlamam oluyor. Zaten kendisi bir sanatçı ve kendi kişiliği bir sanat ürünü.
Niçe’nin yaşadığı devirde Niçe gibi özgür ruhlu sanatçı doğumlularının özellikle hıristiyanlığın koyu ahlak baskıcı, sosyal yaptırımcılı havasından şikayetçi olduklarını çeşitli vesilelerle dile getirdiklerini biliyoruz.
YAHUDİ-HIRİSTİYAN GELENEĞİ
Bugünkü Batı uygarlığı Yahudi-Hıristiyan Geleneğini baz alıyor; tabii daha öncesi Grek. Doğru veya yanlış. Batı kendisini böyle tanımlıyor.
Ortadoğu Roma işgali altındayken üzerlerinde çok baskı hisseden Yahudiler zaman zaman isyanlarda bulunmuş, her seferinde hüsrana uğramışlar. Sonunda artık Roma’yla baş edemeyeceklerini anlayıp Tevrat’ın sert üslubu yerine yeni arayışlara girmişler ve barış, sevgi, merhamet üstüne kurulu fikirlere yönelmişler.
İsa, vaazlarıyla öncülük etmiş. Tarsuslu Yahudi Saul (St. Paul; Pavlus) ortalıklarda gezinen pek çok fikri ve ayrılığı birleştirerek (esasında kendi fikirlerini empoze ettiği söylenir) hıristiyanlığı sistemleştirerek bir din haline getirmiştir. Dolayısıyla hıristiyanlığı kuranın Paul olduğu söylenir. Paul’ün sistemleştirdiği dini resmileştirmek için Roma imparatoru Konstantin MS. 325 yılında İznik’de bütün ileri gelen din adamlarını toplayarak bir konsey düzenlemiş; bu konseyden bir dolu incil elenerek dört incilin resmiliği kabul edilmiştir.
Yeni dinin çabuk yayılması nedenlerinden başlıcası olarak da yahudilikte buyurgan olarak vaaz edilen alkol, domuz eti yasağının bu dinde olmaması; sünnet zorunluluğunun da bulunmaması diyebiliriz.
Bizce önemli olan husus Konstantin’in Roma’nın resmi dini paganizm yerine hıristiyanlığı resmi din olarak ve latince olan resmi dilin yerine de halkın çoğunluğunun konuştuğu grekçeyi kabul etmesi olmuştur. Grekçe konuşanlar Yunan değil Romalıdır. Dolayısıyla biz onlara Romalı anlamına gelen Rum deriz, Yunan demeyiz. Bu bakımdan Yunan iddiaları da boştur.
ANTİSEMİTİZM
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıyla yirminci yüzyılın ilk yarısında Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) çok kuvvetli bir hal alıyor ve sonunda ikinci dünya savaşının patlamasıyla Hitler’in Yahudi soykırımı başlıyor. Soykırım terimi bildiğimiz gibi bir ırkı veya milleti, sırf o ırktan olduğu için ortadan kaldırılması eylemidir
TANRI ÖLDÜ
Yukarıda hırıstiyanlığın bir kısa tarihini Yahudi düşmanlığını daha iyi anlamak için özetledim. Niçe devrinde özellikle sanatçılar kendilerini hıristiyanlığın katı ve despotik ahlakçılığı ve kuralları altında hissediyorlar. Buna itirazları var. Ve işte Niçe o ünlü sözünü söylüyor: ‘Tanrı öldü!’ Bu tabii bir metafor.
Aslında hıristiyanlığa karşı çektiği kılıçla hırıistiyanlığı ve onun katı kural ve ahlakçılığına karşı çıktığını anlatıyor.
Tanrının ölmesiyle birlikte artık böylece moderniteye yol açılmış bulunmaktadır. Modernite din geleneğinin kurallarını yıkmış olmakla birlikte kendi kurallarını inşa etmiştir. Bu da ayrı bir konu.
Tanrı öldüyse o zaman tanrısal görevi üstlen. Bu da insanın yeniden yaratılmasıdır, diyor.
Gelenekçiliğin zirvesinin yaşandığı devri ‘Viktoryen ahlak’ olarak değerlendirebiliriz. İngiltere kraliçesi Victoria’ya atfen geliştirilen bu terim Victoria’nın sert mizacına eşlik eden katı ahlakçılığından kaynaklanmakta. Bu ahlaka göre özellikle cinsellikle ilgili durumlara yokmuş gibi davranma öne çıkmakta. Çünkü ‘cinsellik ahlaksızlıktır.’ "Tutuculuk" ve "ahlak gösterişi" Kraliçe Victoria dönemine damgasını vurmuş. Herkesin kendisini devamlı bir ahlak gösterisi içerisinde mecbur hissedişi gibi ruh sağlığına aykırı durumlar ortaya çıkmıştır.
APOLLON VE DİONYSOS
Apollon, mantık, ölçü, düzen, aklın temsilcisi. Dionysos (Bakus;Osiris) ise bildiğimiz gibi Şarap Tanrıçası. Tutkular, duygular, fanteziler, esrime halleri Dionysos’un alanına giriyor. Logos, pathosa karşı…
Bunu sol beyin, sağ beyin olarak da anlayabiliriz. Sağ beyin duygusal, sol beyin mantıksaldır. Sol beyin eril, sağ dişildir. Hayaller, sezgiler, fanteziler, yaratıcılık, spontanelik… Sol beyin emredici, kuralcı, düzenleyici; sağ beyin özgür, uçuk, kendi kendisidir.
Niçe, Apollon’a karşı şiddetli Dionysosçu; ‘Hıristiyan kültürü, insanın kendi özgül doğasının bir parçası olan Dionysosçu yanını lanetleyerek bir çeşit köle ahlakı yarattı. Böylelikle insanı kendisine yabancılaştırdı.’ Köle, çünkü Dionysos, Apollo’nun kölesi haline getirilmişti.
Yahudilik, Apollonculuğu kullanarak Roma’yı, yani paganist Dionysos’u avlamış; Pavlus’un tahrifleriyle (aslının değiştirilmesi) ve Pavlus’un kendi arzusuna paralel bir dini sistem yaratarak bununla Roma’yı ele geçirmiş. Kılıçla baş edemediği Roma’yı dinle, hileyle zapt etmiş.
Kurulan yeni sistem yahudi-hristiyan geleneği; buyurgan, otoriter, kuralcı, ahlakçı, Apolloncu, erkek egemen, maço; her türlü kendibaşınalığa karşı sert önlemci. Herşey kontrol altında. Batı medeniyeti yahudi-hristiyan geleneğe teslim bir halde. Niçe buna deli oluyor. Apollon ve Dioniysos’un dengelendiği dünya yani eski pagan uygarlık, yahudi-hristiyanlığın saldırısıyla yenilmiş ve tümden Apollon’a teslim olmuştur. En azından Batı uygarlığı böyle.
Bizde merhum Aytunç Altındal da İsa’ya atfedilen mucizelerin aslında Niğde’nin Tyana’sında yaşamış Apollonius adlı bilge bir kişiye ait olduğunu söyler (Antik Tyana Ören Yeri, Bor ilçesi, Kemerhisar Kasabası). Pavlus, Tyana’yı birkaç kez ziyaret etmiş. Benim kanımca da Apollonius’la görüşmüş, ondan alıntılar yapmıştır.
Niçe, Pavlus’u dolandırıcı ve intikamcı olarak nitelemekte ve yaydığı dini yalan ve Tanrısını da Pavlus’un kendisinin şekillendirdiğinden bahsetmektedir (Korintliler mektubu). İntikamcılığı ise sanırım Pavlus’un Roma’yı din yoluyla yenmesi olarak görmektedir.
Psikolojide, ‘ aşırı kontrolün spontaneliği öldüreceği’ne değinilir. Ben, örneğin piyano çalışmalarımda Bach’ın ‘inventions’larını çalarken parmaklarımın kendi kendilerine alıp başlarını benden ayrı olarak eseri çalmakta olduklarını görünce dehşete düşmüş ve hemen kontrolü ele almış ancak bu kez spontaneliği yitirince iki zıtlık arasında bocalamış, dengeyi tutturamamış ve sonunda piyanist olmaktan vazgeçmiştim. Apollon’um gaddarca Diyonysos’umu katletmişti.
Genel bir söylem vardır; bir şey yapacağın zaman aklına ilk geleni uygulamaya koy. Bu senin sezgindir (Diyonisos); duraklarsan akıl devreye girer ve komutayı ele alır. En kötü sezgi en iyi akıldan evladır.
EFENDİ-KÖLE
Niçe’ye göre insanlar ikiye ayrılır; efendi ve köle. Bu ayırım, bildiğimiz efendi köle ayırımı değil. Köle olarak adlandırılanlar sıradan, bizim amiyane tabirle ‘koyun’ dediğimiz, sorgulamayan, eğitimsiz (yüz tane üniversite bitirse de cahil olan) vülger, basit, bayağı ahali olmakta. Efendiler ise Niçe’nin ‘eksiksiz insan’, ‘sağlıklı insan’ dediği, farkındalığı olan, özgür ruhlu, Diyonisos’la barışık insan nesli. Diğerleri ise ‘yarım insan’.
Ahlakı da ‘asalet ahlakı’; ‘köle ahlakı’ olarak ikiye ayırıyor.
Niçe sıradan insanlara zayıf insanlar, sıradan olmayanlara sağlıklı insanlar diyor. Zayıfların sağlıklılara karşı üstünlüğünü, ki burada Yahudiler kastediliyor, sağlıklılar üzerinde despot, zalim, zorba bir üstünlük olarak görüyor.
Niçe’nin bu ayırımı asla ırksal bir ayırım değil; niteliksel bir ayırım; yapısal bir ayırım. Zayıf insan kategorisine giren bir kişi pekala farkındalığını geliştirerek asiller kategorine geçebilir.
Sağlıksız diye nitelediği insanlar, doymak bilmez, yıkıcı, ihtiraslı tipler. Asillerin ahlakı ise bu aşağılık insanların üzerine korku salmak suretiyle uygarlığı anarşi ve kaostan korumak. Aşağılıkların üstünlüğünü asillerin kanını emen parazitler olarak görüyor Niçe.
Niçe’nin ‘eksiksiz insan’ nitelemesine karşı Hitler aynı anlama gelmek üzere ‘bütün insan’ kavramını ortaya atmıştır. Hem Hitler hem Niçe kurnaz köleler olarak Yahudileri işaret etmişler; Niçe, Yahudileri köle isyanını yapmış ve efendi ırka karşı zafer kazanmış olmakla suçlamış. Bu isyan, diyor Niçe, ahlak alanında iki bin yıl öncesinde başlamış ve ta o devirde zafer kazandığı için zamanımızda adeta unutulmuş, dolayısıyla bu husus halen gözden kaçmaktadır, diyor.
SUÇLULUK DUYGUSU
Niçe, asillerin en büyük zaafının parazit insanların ortaya attıkları eşitlik, kardeşlik, demokrasi, hümanizm vs gibi kavramları olduğu gibi kabul ederek bu kavramların gereklerini yerine getirememiş olmaktan dolayı kendilerini suçlu hissetmelerinden ve asillerin bu duygusundan yararlanan basit insanların ortama egemen olduklarından söz eder. Ona göre bu duygunun da etkisiyle yahudi-hrististiyan geleneği Batı alemine egemen olmuştur. Bu köle insanlar, insanlığı potansiyellerine doğmaktan alıkoyuyorlar. Asiller kurnaz kölelerin kabul ettirdiği değerler yüzünden kendi güçlerini ret ediyor ve kendilerini çirkin ve insanaltı olarak görerek, siniyorlar.
ŞİDDET
Niçe şiddeti tavsiye eder. Ancak bu şiddet insanlara karşı değil kişinin kendi kendisine potansiyelinin doğabilmesi için uyguladığı bir şiddettir. Dejenere ve parazitçe yaşam olarak nesi varsa kişi bunları acımasızca ezmelidir. Farkındalığı yakalayarak bunları yapabilen bir başka insan olur; potansiyeline doğar.
Bu çatışma (diyalektik) Hegel’de örneğin, köle-efendi arasındayken Niçe’de kişinin kendi kendisiyle savaşımı şeklindedir. Çatışma, kötülüğü yok etme, kişinin potansiyelini harekete geçirerek kendini aşma. Hitler bu şiddeti Yahudilere yani bir ırka karşı kullanmak diye algılamak istemiş ve öyle de uygulamıştır. Şiddet Hitler’in ideolojisini gerçekleştirmek için gerekliydi; Niçe ise, köle ahlakı ile asil ahlakının zıtlaşmasnın insanın kendi kendisini yenme savaşımı olarak görüyor.
ÜSTİNSAN (ÜBERMENSH)
Niçe, hep bildiğimiz gibi bir ‘üstinsan’ hayal eder. Bu varlık, tanrıyı (yahudi hıristiyanlığı ) öldürmüş, insanı prangalayan değerlerden sıyrılmış, insan sürüsünden, toplumun yapay huzurundan çıkmış, vahşi ormanlarda alabildiğine yaşamaya giden (değerlerin yokluğundaki ortamda, vahşi kaos içinde güçlü olarak) başka bir insan türüdür. İnsan ahalisinin görevi bu insanüstü yeni varlığın ortaya çıkmasına çalışmaktır.
Hitler bunu Ari ırkın aşağı ırkı ortadan kaldırması olarak algılamak istemiştir; ari ırkın temiz kanı korunmalıdır!...
TRANSHÜMANİZM
Günümüzde sözü çok edilen transhümanizm de kökenini görünüşe göre Niçe’den almışa benzemekle beraber bilgilerimiz bu işin çok daha eskiye dayandığına işaret ediyor. Burada insanları, yani sıradan, lalettayin insanları korkutarak (ki Niçe de bunu söylemişti; yukarıda bahsetmiştik) kontrol altına almak; dünya nüfusunu azaltmak, son analizde üremeyi durdurmak, kalan insanları robotize etmek; dolayısıyla insan neslini yani homo sapiens’i dünyadan silmek. Nasıl ki bir zamanlar Neanderthal insan ırkı vardı ve ortadan kalktı; dünya elitleri de sanırım kendilerini bir üstinsan nesli olarak geliştirme idealindeler.
Hitler ise Ari ırkın hayatta kalması, kanının kirlenmemesi için aşağı ırkların dünyadan silinmesini öngörüyordu. Kendine düşman gördüğü ırklar ise başta tabii Yahudilerdi. Transhümanizmde ırk ayırımı yoktur. Sadece sıradan, lalettayin dünya nüfusunun çoğunu oluşturan köle ruhlu insanlar vardır.
Böyle bir dünyayı George Orwell’in ‘1984’ adlı romanında, Aldous Huxley’in ‘Brave New World’ (Cesur Yeni Dünya) adlı kitabının yanısıra birçok film, kitap, şarkı, kadim kitap vs gibi eserlerde de görmüştük.
‘Big Brother Whatches You!’ ; Büyük Birader Seni Gözlüyor!.
Burada aklıma hınzırca bir şey geldi: İmam-ı Gazali, farkındalığı olmayan - olan hemen hemen tüm insanlığı hiçbir zaman potansiyellerine doğamayacak, gelişemeyecek topluluklar olarak gördü de bu nedenle onlardan ümidini kestiği için beyhude yere sorgulama yapmamaları, ‘akil yerine nakil’ ilkesini benimsemelerini, sadece itaat etmelerini istedi, diyerek onun görüşünü böyle özetlemiş olursam, insanların akıl ve ruhtan soyunmuş robotik varlıklar olarak kalmasına mı yol açtı acaba? Ne Apolloncu ne Diyonisosçu; ruhsuz akılsız bir insan türü. Bir uyurgezer.
Bu düşünüşten hareketle, Gazali transhümanistlere yol mu açtı? Acaba, kendisi de bir transhümanist miydi? Öyle ya, bu akım kaç bin sene öncesinden beri var. Ya da transhümanistler onun eserlerini okudular da esin mi aldılar?
NİÇE’NİN KIZKARDEŞİ VE HİTLER
Niçe’nin kız kardeşi Elizabeth Förster Nietzsche.
Niçe, frengi hastalığı beynini kemirmeye başlayınca şuuruna hakimiyeti kaybediyor. Elizabeth bu durumdan yararlanarak kendisinin Nazi hayranlığından ötürü Niçe’nin kitaplarında tahrifat yapıyor. Dolayısıyla Niçe’nin Nazi fikirlerine sempatisi varmış ve hatta Nazi fikirlerinin öncüsüymüş gibi bir yanlış ortaya çıkıyor. Ancak zamanla hakikat anlaşılıyor.
Elizabeth Nazi partisine üye olmuş ve öldüğünde 1935 yılında Hitler cenazesine katılmış. Elizabeth’in Edward Munch tarafından yapılan bir boy portresini sayfama ekliyorum.
Munch derken, Nazilerin modern sanata olan düşmanlığından da söz etmek gerek. Hitler, Munch ve benzerleri için bakın ne diyor; ‘Bu tarih öncesi taş devri kültüründen olan barbarlar ve sanat kekemeleri için diyeceğimiz şudur ki, cetlerinin ait olduğu mağaralara geri dönsünler ve kendi ilkel enternasyonal karalamalarını orada yapsınlar.’ Ve Hitler, Munch’un Alman müzelerinde bulunan tüm eserlerini söküp attırmış.
Munch’un bir otoportresi ile Niçe‘yi resmettiği bir portre eserini de sayfama alıyorum.
VAROLUŞ
İnsan nedir; varoluşunun nedeni var mıdır, varsa nedir vs gibi sorular sıradan insanlardan değil de onların bir üst farkındalığına sahip insanlar tarafından sorulagelmiş ve hatta ruhi sarsıntılara yol açmıştır. Yaşamın yaşamaya değip değmediği sorusu en temel soru olmakta.
Niçe’nin ‘Tanrı öldü’ söylemiyle başlayan ve yeni insanın yaratılmasından söz eden yazıları egzistansiyeller tarafından ilk varoluşçu fikirler olarak algılanmış ve Niçe ilk egzistansiyalistlerden sayılmıştır.
İnsan sürüden ayrılmalı ve kendi otantik benliğini bulmalıdır. Niçe, Ecce Homo (İşte Adam!) adlı eserinde bunu pek güzel işlemiştir. Kendi otantikliğini nasıl bina ettiğini anlatır. Bu eser sanki Van Gogh’un tabloları gibi ince bir sanatsal bakışla yazılmıştır.
Niçe’nin etkisinde kaldığı düşünürlerden ve ilk akıl hocası denilen Shopenhaur dünya olmaması gereken bir şey, bir suç, diyor. Zaten İsa da dünyaya gelmenin günah olduğunu söylememiş ve insanlığın günahlarını üstlenerek çarmıha gerilmemiş miydi? Alegorik olsa da insanlığın günahını temizlemiş ve ortaya çıkacak yeni insanı işaret etmiştir; küllerinden doğan Anka kuşu (Tuğrul kuşu).
Schopenhaur dünyanın irrasyonel anlaşılmaz ilkeler üzerine kurulu olduğunu söyler. Bu söylem kaos teorisini doğrular niteliktedir. Hayat akıl dışı kaotik bir kargaşadır. Aklımız bunu kabul etmez ve anlam aramaya koyulur. Albert Camus de hayatta anlam olsun ya da olmasın ne fark eder, der. Yani anlamın da anlamsızlığına işaret eder. Sisifos Söylemi adlı eserinde “Tek önemli bir şey vardır o da intihar” demişti. Ancak aslında intihardan yana da değildir Camus. Tüm anlamsızlığa karşın yine de savaşmaktan söz eder. Çünkü varkalım (yaşamı idame, sürdürme) çabası genlerimizdedir; bizi intihardan alıkoyar.
WAGNER
Wagner (1813-1883), Niçe’nin yaşamında büyük yer tutuyor. Her şeyden önce alışılmış müzik normlarına kafa tutuşu Niçe’yi mest ediyor. Bazı müzik tarihçileri modern klasik müziğin başlama tarihini opera eserindeki Tristan akorunu da içeren Tristan’ın ilk notalarına bağlarlar. Aşırı bir kromatik sistem; hızlı tonal geçişler… Bu teknik yenilik, günümüz ünlü pop sanatçılarına da esin olmuş ve onlar da beste ve icralarında bunu uygulamışlar; örnek mi; işte Celine Dion.
Niçe ile Wagner modernitenin önünü açan sanatçılar.
Wagner’in diğer bir özelliği de operalarının librettosunu kendisinin kaleme alması. Sonuçta tüm opera onun kafasından, kalbinden çıkıyor; Apollon ile Dionysos’un evlenmesi; sanat harikalarına erişim. Zaten en bilinen ‘düğün marşı’ bu evliliğin bir sonucu değil mi. Heroik, haşmetli bir düğün marşı.
Wagner sadece müzikçi değil ayni zamanda bir aktivist, bir devrimci. Zamanına göre sivri düşünce ve eylemleri söz konusu. Yahudilerden çok yakın dostları ve arkadaşları olmasına karşın Yahudiler aleyhine yazıp çiziyor. Yahudileri yüzeysel ve yapay buluyor, onları gerçek sanatçılardan saymıyordu. Onların Alman ruhuyla uzaktan yakından ilgileri yoktu, olamazdı. Onlar sadece ün ve para için müzik yaparlardı.
Özellikle Yahudi kompozitörler Giacomo Meyerbeer ile Felix Mendelssohn’u da bu kategori içerisinde değerlendiriyordu. Tabii hayatın bir ironisi olarak Mendelssohn da bir düğün marşı bestelemişti. Bu iki marş da çok beğenilir ve sevilir; düğün sahiplerinin karakterine göre bunlardan biri tercih konusudur.
Wagner’in fikirleri, ki Niçe onun için ‘velinimetim’ bile demişti, Niçe’ninkilerle de uyuşuyordu tabii. Ancak Wagner’in sonradan ortaya koyduğu milliyetçi, hamasetçi, ırkçı fikir ve davranışlar Niçe’yi kendisinden soğuttu; Niçe onu defterden sildi. Oysa onun müziğini Diyonisyen bulup göklere çıkarmış ve zaten çökmekte olan rasyonalist yahudi-hristiyan geleneğine bir darbe diye düşünmüştü.
Wagner’in ateşli Yahudi düşmanlığı zaman zaman devrin medyasında espri konusu olmuş hatta daha da ileri gidilerek onun geçmişinin Yahudi olduğu söylenmiş ve o zamanki bir mizah dergisinde Yahudilere özgü olduğu düşünülen tipik yüz hatları içerisinde gösterilen bir Wagner çizilmişti. Bu karikatürü sayfama alıyorum.
İronik bir duruma da parmak basayım; Niçe iyi bir piyanistken Wagner çok kötü bir piyanist; bu durumundan dolayı okulundan da kovuluyor. İyi mi?
WAGNER ve HİTLER (1889-1945):
Nazizmle Niçe arasındaki köprünün Niçe’nin kız kardeşinin tahrifatı sayesinde kurulduğunu gördük. Wagner’in fikirleri ve müziği de Hitler’le aralarında bir bağ oluşturmuştu. Hitler o kadar ileri gider ki, ‘’Nazizmi anlamak için kişinin Wagner müziğini bilmesi gerekir’’ der.
Naziler Wagner’in fikirlerinden işlerine geleni almış, gelmeyenleri kaale almamışlar. Öte yandan Wagner’in müziğini Nazi etkinliklerinde kullanıp durmuşlar; hatta Yahudi temerküz (toplama) kamplarında Wagner müziği çaldıkları da söylenir.
Ne Wagner ne de Niçe Yahudilerin ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir şey söylememişlerdi. Ancak Naziler böyle düşünmediler.
Her üçü de insanlığı kategorize ettiler. Ancak Hitler, kategorinin alt kısmında kalanları, ki bunlar Yahudilerdi, imha etme uygulamasına geçti.
İnsanlığı kategorilere ayırmak kadim uygarlıklardan beri vardır. Özellikle köle-efendi, asil-bayağı, sıradan-sıradışı, cahil-okumuş vs.. İslam alimlerinden Muhyiddin ibn-i Arabi de insanları üçe ayırır: Arif olanlar, arif olmayanlar, cahiller. İlave eder: ‘Arife din gerekmez’ der. Her insanın arif olma potansiyeli vardır. Amaç ‘insan-ı kamil’ (eksiksiz mükemmel insan) yaratmaktır. Herhangi bir ırkı, sınıfı ortadan kaldırma gibi bir ima dahi bulunmaz.
Arabi’nin yanı sıra İslam alimleri İbn-i Rüşd, Farabi, İbn-i Sina vs. Batı aleminin farkında olmadığı eski Yunanı, yaptıkları tercümelerle de gözler önüne sermiş, Rönesansın önünü açmışlardır. Ancak İmam-ı Gazali’yle birlikte islamın bu muhteşem gelişimi durmuş, Batının ise önü açılmıştır. İslam alemi maalesef halen Gazali’nin etkisi altındadır.
NİÇE VE SANAT
Niçe’nin eserlerini bir edebiyat ve şiir lezzeti içerisinde yazdığına değindik. Ona komple bir sanatçı da diyebiliriz. Piyano çalması, sanata olan düşkünlüğü, Wagner’in yeni ve anlaşılmaz müziğini çözmesi… Bunlar onun becerileri. İlaveten felsefesi, eylemleri, yaşam biçimi, konuşuşu, duruşu, zarafeti vs üzerine konunca ortaya şiirden oluşan bir adam çıkıyor. Kendisi de zaten bu mealde; insan şiir olmalıdır diyor. İnsanın kendi kendisiyle savaşında galip gelebilmek için başta müziği ve dervişçe düşünmeyi ve yaşamayı önerir. Ahlak da adamın adam olabilmesi yolunda çok önemli bir öğedir.
Ahlak, ama hangi ahlak? Evrensel bir ahlak var mı? Kant var olduğunu söylüyordu. Diyordu ki, ‘ Tabiatın haşmetini seyre dalmak her sınıftan insanın aynı duyguları paylaşmasına yol açar. Evrensel, herkes için geçerli ahlak da buradan doğar.’
Niçe, ahlakın insanın kendi kendisiyle savaşından doğacağını söylüyor. Her sınıftan insan bunu yaparsa varacağı nokta herkesin ortak yanı olan özüdür. Dolayısıyla insanlar ancak bu noktada eşit olurlar. Ama ne var ki insanlar kendi kendileriyle savaşmayı göze alanlar ile bu savaşımdan haberi dahi olmayanlar olarak maalesef ikiye ayrılır. Niçe sanırsam bu noktada Yahudi-Hristiyan geleneğini suçluyor. Ve insan çoğunluğunun orantısız bir şekilde bu farkındasız kitleden oluştuğunu söylüyor.
Eğer bu farkındasız kitle içerisine girerseniz onlardan biri olur ve onlar gibi bir hiç kimse olursunuz. Fiziki varlığından başka bir şey olmayanlardan, uyurgezer insanlardan.
Oysa, olmaz ya, şayet olursa ve bütün insanlar kendi kendileriyle savaşa girerek o ‘ öz varlıklarına' ulaşırlarsa o zaman her sınıftan insan eşitlenmiş olur. Çünkü vardıkları o öz tüm insanlarda aynıdır; ortak benliktir. Asıl ortak ahlak da budur. (Bu paragraf da benden olmuş olsun)
Niçe’ye göre, yaşamı bir sanatçı hassasiyetiyle sürekli dönüştürmek yani bir sanatçı olmak gerek. Sanat ürettiğimizde, örtük bir şekilde yaşamı da olumlarız; yaşama kıymet vermiş olur, onu hiçlikten varlığa çıkarırız.
Yapabileceğimiz en metafizik uğraş sanattır. İnsanı bu anlamsızlık denizinden kurtaran yegane şey insanın sanatçılığıdır. Anlam yaratarak kutsalın yokluğunda (tanrının ölümüyle ortaya çıkan boşlukta) kendimizi kutsallaştırmış oluruz. Çünkü kalıcı ölümsüz eserler üretiriz, der.
FİKRİMİZCE
(sanat ve varoluş)
Sanat en son çıkış yolu olarak gösteriliyor. Her sınıftan insanın özde buluşabileceği ve dolayısıyla ortak ahlakı yakalayacağı bir sığınılacak mecra mı? Hayır. Herkesin sanat anlayışı kendine.
Sanat anlamsızlıktan kaçış yeri olarak düşünülüyor. Çünkü orada yaratıcılık var. Yaratıcılık anlam mı? Tanrıcılık oynamak anlam mı?
Anlamsızlık nihilizm ise anlamlılık anlam olmadığına göre aynı kapıya çıkmıyor mu? Bu durumda sanat bir çeşit oyalanma, haz veren bir uyuşturucu mu? Geçici olduğu için bağımlılık yapıyor ve sorunu kökünden çözüyor mu?
Dolayısıyla sanat aşılması gereken bir şeydir. Varoluş konularında filozoflar, alimler hemen hemen aynı nokta etrafında dönüp duruyorlar; var mıyım gerçekten, yoksa yok muyum? Bu alem bir hayal mi hakikat mi? Anlam var mı yok mu? Varsa nasıl erişiriz? Vs…
Düşüncemize göre öze inince her şey orada bitmiyor. Özün içerisindeyken özün de farkındalığına varmak gerek. Bu da bizi söyleyegeldiğimiz ötevaroluşa götürüyor. O seviyede bütün bu soruların kıymeti kalmaz. Orada yaratılmaktan da yaratmaktan da kurtuluruz. Sadece kendi özümüzün farkında olarak (özfarkındalık diyorum buna) tüm alemlerin , boyutların dışında olarak ve herhangi bir eylemliliğin içinde olmadan (eyleme, harekete gereksinim duymadan) sonsuzlukta bir hiç olarak ama hiçliğin farkında olarak ebediyen dururuz.
Ya da Gauguin’in ölmeden önce yaptığı son resminde dediği gibi, ‘nereden geliyoruz, neyiz. nereye gidiyoruz?’ sorusuna sarılır, bunu son merhale olarak kabul eder ve bütün bu felsefi ve ontolojik soruları bir kenara bırakırız. Rahat ederiz.
Son aşamada bütün bu konular, çabalar, sanat eserleri, filizofiler, fikir yürütmeler vs vs bunlar çocukluktur. Benim düşüncelerim ve yazdıklarım da keza. Yaşamak da, yaşamamak da…
Sonuçta, ‘iç bade sev güzel’; ölüm geldiğinde de ‘selamünaleyküm!’
Kendinize iyi bakın.
MONAD BALKAN
24 Ocak 2023, Ankara