KOVİD
Bütün dünyada bir sene oluyor neredeyse, karantinalar, kısıtlamalar, testler, maskeler, vs vs her bir şey denendi. Netice sıfır bile değil , eksi dokuz mesela. Vaka sayıları, hastalar, vefatlar arttı da arttı. Düz mantık ve sokaktaki vatandaş ne der, ‘abicim demek ki alınan ve uygulanan önlemler ve hatta tedavi şekilleri gereksiz, yararsız ve hatta zararlı. ‘
Haaayır, bilim bağnazları buna birçok doktor da dahil ayaklarını yere vura vura ‘bilim de bilim’ diyorlar. Yav kardeşim, bilim iyi de, başımızın üstünde yeri var da, biraz da uyguladığınız şablonlar dışında başka açılardan da baksanız olaylara.
Amerika’da, Hollanda’da özellikle de İtalya’da, Almanya’da aydın doktorlar yani şablon dışında düşünenleri kastediyorum; neler neler buluyorlar. Adamlarda merak var, heyecan var. İşte İtalyanlar Dünya Sağlık Örgütü yasak etmesine rağmen entelektüel merak, otopsi yaptı ve kovitin bir kan pıhtılaşması hastalığı olduğunu ortaya çıkardı. Bildiğim kadarıyla tedavi şablonlarına (bunlara protokoller diyorlar) böylece kan sulandırma da eklendi.
Bilim, insanlığın hizmetinde bir hazinedir. Bu hazine bizim kullandığımız çok önemli ve fonksiyonel bir araçtır. Aracımızın bizi yönetmesine kendimizi bırakırsak kendimiz bilime araç oluruz. Kaldı ki bilim de canlı bir organizma gibi büyüyüp gelişiyor. Dolayısıyla bugün doğru dediğine yarın hayır da diyebiliyor.
Agnostikler dışında kalanlar ister ateist, deist, pozitivist, bilimci vs olsun inançlılar kategorisine girerler. Çünkü bunlar kendi inançları dışında her şeye amansız bir şekilde karşı çıkarlar. Sanki bir yerlerine iğne batmış gibi olur ya da en müstehzi hallerini takınarak daha baştan red moduna girerler. En kötüsü kendi bakış açıları içerisinde kalarak hapishane hayatı yaşarlar.
Bir de nedense bilim ile teknoloji kavramları birbirine karıştırılıyor. Sanki bilim teknoloji, teknoloji bilimmiş gibi. Teknoloji ihtiyaçlar sıkı bir şekilde ortaya çıktığında bilim ve fenden hatta hayalden, düşten yararlanarak icad edilen fonksiyonel yeniliklerdir.
En hakiki mürşit ilimdir. İlim, irfan demek, bilgelik demektir. Bilim ilmin içerisindeki unsurlardan biridir sadece.
ADEM
Korona konusuna yazımın ilerilerinde tekrar döneceğim. Şimdi Adem babamıza gelelim.
Teslis, bildiğimiz gibi hıristiyanlığın baş akidesi (umdesi, fikri dayanağı) olmaktadır. Teslis, yani üçleme: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh.
Bunun ne anlama geldiğini kendi açımdan anlatmaya çalışacağım. Böylece ben de bir şeyler öğrenmiş olurum.
Sistine Şapeli'nin tavanı ve duvarı
Önce Michelangelo’nun Vatikan Sarayının tavanına resmettiği ‘Adem’in Yaratılışı’ adlı freskine göz atalım. Bilindiği gibi bu fresk rönesansın en önemli eserlerinden hatta sembollerinden biridir. Resimde Tanrının yani babanın Adem’i (oğlunu) yarattığı, ne var ki Adem’in henüz canlı olmadığı sadece bir kalıp ya da heykel olduğu, Babanın onu canlı kılmak için elini eline uzatarak ruh (kutsal ruh) üflemesi hali gösterilmiştir.
Freskteki tanrının yüzünü Michelangelo’nun kendi sıfatı olduğu da söylenir. Ne kadar doğrudur bilmiyorum. Bunu yan bir bilgi olarak sunuyorum. Acaba bu müthiş dâhi ressam kendisini tanrı gibi yahut tanrı olarak mı görüyordu? Dahiler gerçekten de belki tanrıdırlar. Aramızda bir şekilde bizim bilemediğimiz belli misyonlarla yüklü olarak dolaşıyorlardır.
YARATILIŞ
Baba birinci safhada Oğul’u madde olarak yaratıyor. İkinci fazda ona ruh üflüyor (yani ’kalk’ diye talimat veriyor) üçüncü ve son merhalede Tanrının rolü burada bitiyor ve artık Oğulun verilen emri yerine getirmesi süresi başlıyor. Burada her şey Oğulun elindedir ve canlanabilirse canlanacaktır ya da öyle kalıp olarak kalacaktır. Burada bir karar verme meselesi de vardır. Emri yerine getirip getirmeme iradesi Oğulundur.
EFENDİ ve KÖLE
Buna benzer fikirler ‘Arif için Din Yoktur’ diyen Muhyiddin İbn-i Arabi’de de vardır. Der ki, (mealen) ‘Efendi emreder, köle itaat eder. Ne var ki kölenin itaat etmesi kölenin kendi fiilidir efendisinin değil’.
İbni Sina İbni Rüşd Farabi
İmam Gazali dışındaki islam alimleri, Farabi, İbni Sina (Avicenna), İbn Rüşd, Farabi ( Alpharabius) vs Rönesansın öncüleriydiler. Eski Yunan uygarlığının fikriyat ve fen bilgilerini incelemişler bunları tercüme etmişler ve Batı alemine sunmuşlardır. Bu devir islam uygarlığının zirve yaptığı zamanlardı. Vakta ki Emevi hükümdarlarına fütühat için (diğer ülkeleri istila) halk itaatini sağlayacak fikri bir temel gerekti, buna uygun İmam Gazali bulundu.
Imam Gazali
Diğer büyük alimlerinin aksine Gazali ‘akil yerine nakil’ ilkesini getirdi. Bununla Tanrının eli Adem’e uzanıyor fakat kutsal ruh ortadan kaldırıldığı için Adem’e Tanrının eli dokunuyor ve köle olan Adem kendi iradesi yerine Tanrının iradesiyle can buluyor ve hep öyle iradesiz itaatkar bir köle olarak kalıyor. Yani bu kez üçleme (teslis) yerine ikileme var ortada.
İslam medeniyeti de Gazali ile birlikte inişe geçiyor ve bir daha da toparlanamıyor.
MEZAR MÜNAKAŞALARI
Bu konuda dünyanın yüz entelektüeli arasında sayılan Salman Rüşdi’nin ‘Two Years Eight Months and Twenty Eight Nights ‘ (iki Yıl Sekiz Ay ve Yirmisekiz Gece) adlı romanında (sanırım dilimize çevrilmedi) İbn Rüşd ile Gazali’nin yattıkları mezarlarından bile birbirileriyle olan fikri anlaşmazlıklarını asırlardır devam ettirdikleri fantastik bir şekilde anlatılır. Konu bugün de güncelliğini korumaktadır. Bu roman da dolayısıyla güncel bir eserdir.
İDEALAR
Adem’den bahsederken Platon’dan söz etmemek olmaz. Bildiğimiz gibi Platon’un ideaları vardır. Bu idealar mesela at, mesela ot, ya da tavşan vs… Bu idealara acaba kavram da diyebilir miyiz daha iyi anlaşılması bakımından.
Bu idealar tanrının tasarımlarıdır diyelim. Tanrı istediği anda ya da zamanının geldiği düşüncesiyle bu tasarımlarından herhangi birine ‘ol’ emri verir. Emrin yerine getirilmesi veya getirilmemesi süreci kutsal ruhtur. İdea kendi isteğiyle varlıklaşır. (İslamda ‘İsteyerek geliriz’ prensibi; Fussilet Suresi 11. Ayet) . İstemeyerek gelseydi köle olarak kalacaktı ya da robot varlık.
İbn-i Rüşt kutsal ruha yakınken Gazali ‘istemeyerek geliriz’ ilkesinden, dolayısıyla kölelikten yana diye düşünüyorum. Gazali tanrının elini ideaya değdiriyor. Ve Adem istemeden ve farkında olmadan geliyor. Artık o bir köledir.
Tanrının eli ile Adem’in eli birleşmediği sürece kutsal ruh işleyiştedir. Ve Adem irade (istenç) sahibi olmakla bir potansiyel varoluştur.
Freskoda Tanrı bir eliyle Adem’e erişmeye çalışırken diğer kolunun altında Havva’yı bulunduruyor. Havva merakla sürecin gelişmesini izliyor. Havva Tanrının idealarından biri olarak fenomenal aleme geçebilmek, var olabilmek için Adem’in oluşmasının sonucunu heyecanla bekliyor.
Keza, örneğin elimizi kaldırdığımızda beynimiz (burada Tanrı oluyor) ‘ol’ (kalk) diyor, araya kutsal ruh giriyor ve el itaat ediyor; kalkıyor. El ‘isteyerek veya istemeyerek’ kalkmıştır. İradesi söz konusu değildir.
ERİL VE DİŞİL
Michelangelo’nun freskosunda tanrının içerisinde bulunduğu mekan beyin şeklindedir. Bu sembolik anlatım Tanrının düşünen, tasarım yapan ve karar veren olmasıdır. Tanrı kendi yarattığı idealara gerek gördüğü zamanlarda vücut verme durumundadır. Dolayısıyla tanrı erildir (erkek).
Sağ beynimiz ile sol beynimizin ilişkisini aynen burada da görüyoruz. Kabaca ifade edersek sol beyin mantık, sağ beyin duyguları temsil eder. Aralarındaki diyalektik ilişki edimlerimizi ortaya koyar.
Mantık, hesap kitap eril; duygular, sezgiler ise dişildir. Biri diğerine üstün değildir. Çünkü sadece mantık tek başına var olamaz; mantık kendini edim hale getirecek bir malzemeye gereksinim duyar. Keza tek başına duygular, sezgiler rotasız gemi gibidir. Bir hale yola sokan olması gerekir. Mantık olmazsa durum kaotiktir. Anlamsızdır.
NİETZSCHE’NİN KIRBACI
Sanırım bu düşünceyle Nietzsche, ‘Kadınlara mı gidiyorsun? Kırbacı unutma (“Du gehst zu Frauen? Vergiβ die Peitsche nicht!”) demiştir. Bu ifade erkeğin mantık, kadının ise bu mantığa uyan bir unsur olduğudur. Erkek kadına giderken kırbacını elinde hazır tutar.
Ne kadar erkek hamasetli ve faşist bir söylem, değil mi?
Lakin bu söylemi tam tersi bir açıdan da okuyabiliriz. O zaman evrenin ruhuna da girmiş olabiliriz.
Şöyle:
Kırbaç aslında kadının kendisidir. O zaman cümleyi şöyle okuyabiliriz: ‘kadınlara mı gidiyorsun, unutma kadın kırbaçtır.!’ Yani kadın, duygu ve sezgiler (sağ beyin) aracılığıyla mantığa tesir etmektedir. Ona sübliminal mesajlar göndererek, ‘ ey mantık, bana şu şekilde, benim istediğim şekilde emir ver!’ demektedir.
Artık kimin esas Tanrı olduğu, kimin köle olduğu…
Karışık kuruşuk bir alana girdik. Michelangelo’nun freskosunda iki elin birbirine değip değmediğine göre bir karar verebiliriz. Eller değdiği anda kontak atar ve efendi köle ilişkisi başlar; anti-kaos oluşur. Anti-kaos hayatın durması demektir.
Çünkü yaratılan şey bir robot, köleden başka bir şey değildir. Ellerin doğrudan temasıyla kutsal ruh işlemez. Ve yok hükmündedir. Eller birbirine değmediği sürece kutsal ruh iş başındadır; kaos hüküm sürmekte, hayat devam etmektedir.
Anti-kaos düzen demek değildir; düzen- kaos ikileminin bir üçüncü halidir; üçlemedir. Diğer bir ifadeyle HİÇLİKTİR.
KUANTUM
Hiçlik deyince şimdi kuantum meselesine de değinmek iyi olur. HİÇLİK DENİZİNDE hiçbir şey yoktur. Zaman, mekan, kütle, neden-sonuç ilişkisi vs… Bulunmaz. Buna kuantum boşluğu dersek başı boş dalga boyutlarının gezinip durduğu yerdir. Tanrı (akıl) bunlara hangi tasavvuruyla, tasarımıyla bakarsa (‘ol!’ derse) dalgalar varlık alemine kutsal ruhun çağrısıyla isteyerek veya istemeyerek tasavvur edilen şekilde girerler. Yaratılış budur.
Kuantumsal tanımla ‘büyük patlama (big bang) öncesi durumdur Hiçlik.
Burada bir Tanrı (akıl) ve de bir potansiyel varlık bulunması gerekir; yaratan ve yaratılan. Yaratan eril, yaratma eyleminin kullanacağı malzeme (hiçlik malzemesi) dişildir. Dişil demek edilgen anlamındadır. Başı boştur. Nereye çekersen oraya gider.
Nietzsche’nin kırbacını yukarıda anlattığımız ikinci anlamına göre değerlendirirsek şöyle bir sonuca varırız: Dişil olan Hiçlik, varlık alemine girerek OLMAK istedi. Bir kişiliğe bürünerek kendini bilmek, tanımak istedi. Ve Tanrıya (akla, sol beyine) bu arzusunu sezdirdi. Akıl da buna uydu ve idelarında bulunan formlardan hangisi isteniyorsa ona ‘ol’ dedi. Olay işte böyle.
Evren dişilerin egemenliğindedir.
KORONA
Tanrını eli koronada nasıl işliyor? İnsanoğlunu dişil olarak ele alırsak kendi devrini tamamlamak üzere olduğunu ve artık bir hiç olduğuna bilinçaltı karar vermiş olabilir. Üst akla (erkeğe) gönderdiği sübliminal mesajla bu arzusunu izhar eder (belirtir). Üst akıl da bu mesaj üzerine ‘ol’ der ve kutsal ruhu gönderir. Hiçlik bunu isteyerek kabul eder ve bir Simurg kuşu gibi kendisini imha ederek küllerinden potansiyeline (mümkünlüğüne) ; yeni ve başka bir üst varlığa dönüşür. Böylece Nietzsche’nin İNSAN ÜSTÜ dediği yeni bir varlık ortaya çıkar. Acaba bu kovit salgını böyle sürreel bir süreç mi?
Umarım değildir. Çünkü bir üst akıl var ki insan türünden üstün yeni ve başka bir ırk yaratmak istiyor. Ne var ki bu ırk yapay insan, çok akıllı robotlar, köleler olacaktır. Kanımca bu olası değildir. Bunu planlayanlar hüsrana uğrayacaklardır.
HOMO SAPİENS
Biz Descartes’ın aksine, kanımca homo sapiens grubuna giriyoruz. Yani, ‘farkındalığı olan insan’. Descartes ise , ‘farkındalığının farkında olan insan ‘türü olarak modern insanı, zamane insan türünü anlıyor. Bu ırka da ‘homo sapiens sapiens’ diyor. Fikrimce biz değil de bizden bir üst ırk homo sapiens sapiens’dir. Çağdaş sancılar bu yola girdiğimizi gösteriyor. Evrimin doğal gidişatı bu yöndedir. Yapay müdahaleler başarısızlığa mahkumdur. Hariçten gazel okumaktır.
Aramızda homo sapiens sapiens olanlar yok mudur? Vardır. Onlar mensubiyet ve aidiyetten yoksun olarak bu dünya insanı olmadıklarını hisseder ve sıla çekerler.
MARADONA
İngiltere ile Arjantin, Falkland adası için1982 yılında, yaşı uygun olanlar hatırlayacaklardır, bir savaşa tutuştular. Bu ada aynı bizim Kıbrıs gibi hemen hemen Arjantin’in yanı başında ama gariptir İngiliz egemenliğindeydi. Arjantin artık bu duruma tahammül edemeyip savaş gemilerini adanın açıklarına getirmişti. İngilizler ise böyle bir şeyi kabul edemezlerdi. İngilizlik imajına çok ters bir şey olurdu.
Savaş başladı (La guerra de las Malvinas) ve Arjantin’in üstünlüğüyle sürerken tüm batı alemi İngilizlerin yanında yer almaya başladı. Arjantin’in kullandığı gemiler Fransız yapımıydı. Fransızlar gemilerin kodlarını İngilizlere verince işin seyri değişti. Sonuçta savaşı tabii İngiliz kazandı.
Ölen askerlerin tabutları Maradona’nın şehri Lanus’a getiriliyordu. Maradona bu şoku derinden yaşayan bir delikanlıydı.
1986 yılında Dünya Futbol Şampiyonası çeyrek final maçında Arjantin ve İngiltere karşılaşacaktı. İki taraf için de bu maç Falkland savaşının adeta ikinci raunduydu. Maçtan çok savaş ortamı egemendi. Sinirler gerilmişti. Maçı kazanan savaşın mutlak galibi ilan edilecekti sanki.
Maç 1-1 berabere devam ederken 54. dakikada Tanrının eli maça karıştı. Ne olduysa oldu ve ilk golü atan Maradona bu kez tarihe ‘yüzyılın golü’ olarak geçen o ünlü ikinci golünü attı. O gol ‘tanrının eli’ olarak tarihe geçti.
Maradona dev gibi İngiliz kalecisiyle yan yana havadan gelen topa sıçramış ancak küçücük boyu yetmediğinden golü havaya kaldırdığı eliyle atmıştı. Hakem de golü saymıştı. Sonuçta maçı Arjantin 2-1 kazanmıştı.
Sonraki zamanlarda Maradona kendisine ısrarlı gelen sorulara cevaben golü kendisinin atmadığını, Tanrının elinin attığını söylemişti. Evet bu bir intikam maçıydı. Falkland savaşının İngilizlerin aleyhine seyri karşısında son anda lehlerine dönmesini İngilizler ‘tanrının eli bize uzandı’ diyerek kutlamalar yapmışlardı. İşte Maradona, İngilizlerin, ‘Tanrının eli’ benzetmesine bir nazire yaparak ‘golü ben değil Tanrının eli attı’ demişti.
Maradona’nın bu beyanı üzerine Arjantin’de ‘tanrının eli kilisesi’ yada ‘Maradona Kilisesi’ kurulmuş adeta yeni bir inanç sistemi ortaya çıkmıştı. Bu yeni dinin Noel’i Maradona’nın doğum günü olan 30 ekimdi. Golün atıldığı tarih 22 haziran 1986 günü de kutsal gün (kutsal ruh) olarak kabullenildi. Ve Maradona adına para basıldığı bile söylendi. Stadyumun girişine, ‘Tanrım Maradona’ diye de bir ibare konmuş.
İşte ‘futbol futbolun üzerinde bir olaydır’ diyenleri haklı çıkaran bir örnek. Doğrudur. Futbol bir sosyal olaydır.
Konumuz ‘Tanrının Eli ‘ olduğu için bu anekdotal öyküyü de yazımın sonuna ilave etmiş oldum. Yukarıda ‘baba, oğul ve kutsal ruh’ üçlemesiyle ilgili yaptığım uzun spekülatif inceleme çerçevesinde Maradona’nın golü hikayesinin değerlendirilmesini okuyucuya bırakıyorum.
Tanrı sanatı korusun.
Monad Balkan
25 Aralık 2020, Bodrum