(Bakırköy, ellilerin sonları)
Geçmiş zihinlerde, gelecek zihinlerde, şimdi’ keza. Labirent… Yukarı, aşağı, sağ, sol? Var mıyız, yok muyuz? Var veya yok; olmanın veya olmamanın dramı.
Bakıyorum da akşamın sokakları bir başka Bakırköy’de. Çevrem şiir. Şiir içinde yürümek. Şiirin bir vezni olmak. Sessizlikte bir kendine dönüş. ‘Gece saatleri sokakları.’ Hafif ıslak. Bakırköy’ün evleri sıra sıra; bana tanık ve tanıdık. Kimsesiz sokaklarda sağa sola sapıp giden şiir mısralarını kovalamaca. Görsel ve şiirsel bir şölen. Her yer, her şey… Işıklar, gölgeler, sokakların nemi, beni gözlerini kırpıştırarak seyreden şiirden evler. Kendine dönebilme, kendine dönebilme… Özümle hemhal olan sokaklar, evler. Sarhoşluğun ötesi, başka bir varoluş. ‘Zaman’, algımın ötesinde. Geçmiş, gelecek ve şimdi… Hepsi zihinlerde, ortalıkta değiller.
İşte şimdi zihnimde Cambazhane; Rıfat Telgezer Cambazhanesi. Kartaltepe mahallesinde bir çayır. Mesire yeri. Sokağın karşısında ebem Kadriye’nin evi. Evimize gelmiş; doğmuşum. Artık ne Kadriye var ne de evi. Zaman; bir buldozer.
Aslında cambazhane deniyor ama sirk gibi de değil; filler, aslanlar, palyaçolar, atlı cengaverler… Böyle şeyler o Medrano Sirki’ndeydi. Ah Fellini!… Sirk deyince aklımda hep Fellini filmleri. Medrano Sirki’ni görmüş müydü acaba? Beğenir miydi beğenmez miydi? Sirk işini en iyi o bilir. Ben beğendim; hangi şehirde, nerede? Anımsasam… Ama gördüm, çıplak gözle. ‘Trapez’ filmindeki Gina Lolobrigida, Burt Lancaster, Tony Curtis… Yok onlar çıplak gözle değil; giyinik. Sirk, sirk o işte. Fellini filmlerindeki sirklerin tadına, lezzetine yakın bir sirk.
Rıza; sokakların adamı. Kaç yaşında, hemen her yaş olabilir. Ama genç, biliyoruz çünkü. Bilmeyen altmış da der, yetmiş de. Yok o kadar değil, mi? Yirmilerinde, otuzuna bir uzun merdiven dayamış. Üst baş, hani köpeklere ziyafet. Göğüs bağır açık. Etrafını sanki yeren gözleri. Yoksa sade ben mi görüyorum o bakışları? Herkes onu küçümseme alışkanlığında. O da biliyor bunu. İçinden gülüyor belki. Kayıtsız bakışlarında o alay gizli. Yürüyüşü bir sürüklenme. O küçücük sıpsıska vücudu sanki tonlarca ağırlıkta. Rıza, bedeninin hamalı.
Ona çokları ‘Riiza’ diyorlar. Nedendir bilmem. ‘Za’ hecesini de kısa kesiyorlar. Notadaki ‘staccato’ gibi bir kısa vuruş ve ani bir kesiş. Lisanlar, lehçeler belki de böyle değişiyor ya da oluşuyor. Yeni bir sözcük kendini bilmek istemiş ve gitmiş insanların ağzına yapışmış. Kimse bilmiyor Riiiza, niçin Riiiza?
Rıza pek kimseyle samimi değil ama herkesi biliyor; herkes de onu. Canı istediğine laf yetiştiriyor; ama öyle uzun boylu değil; kısaca, sanki saçmalamaya vakit ve gerek de yokmuş gibi. Kime ne diyeceğini biliyor, kimi yok sayacağını falan; cin gibi. Bir evi evet bir evi var herhalde, olması lazım. Sokaklarda yatıp kalktığını gören yok. Yok, hayır bir evi evet var, belki de bir ailesi. O tarafını kimse merak etmemiş, gerek duymamış. O sadece sokaklarda bir Riiza. Görevi bu. Bunun için gelmiş dünyaya.
Cambazhane her gece dolup taşıyor. Telgezer amca Bakırköy’den çok memnun, kazanıyor, ilgi de büyük; bunların ötesinde ideali var; devlete cambazhaneyi kurum olarak kabul ettirmek. Böylece kendinden sonra da cambazcılık dünya durdukça sürecek; belki de gelişecek, gelişecek…İki de küçük oğlu var Rıfat beyin. Onlar da cambaz olacak, öyle yetişiyorlar. Eli yüzü düzgün bir aile. Ha, kara kuru bir de asistanı var Cambazhanenin; o yalnızca telde yürüyor. Elleriyle bir uzun sırık tutuyor. Dengesini öyle ayarlıyor. Patron Telgezer ise adı üstünde, sırıksız mırıksız tellerde gezintide her gece. Atletik vücutlu tabii ve şişkin kaslı. Bazen çocuklarıyla birlikte beyaz giysilere bürünüyorlar. Afilli tafalı… Ailecek. Tatil günlerinde.
‘Ay, o bizim çocuğumuz!’ diyen bir ailenin yanında oturuyorum. Cambazhane salaş, tahta tribünlerden daire biçiminde inşa edilmiş. Giriş kapısının olduğu yerde tribün yok tabii. Antik bir tiyatro harabesini düşünün (kesinlikle ya fotoğrafını görmüşlüğünüz vardır ya da gidip ziyaret etmişliğiniz), işte onun salaş mikro bir kopyası; öyle bir yer. Bir tarafı ailelere ayrılmış, karşı yanı bekarlara. Tabii bekar derken erkekler kastediliyor. Ben ailelerin içerisine sızmışım gecelerden bir gece. Gözleri keskin görevliler beni derhal tesbit ediyorlar. Yanımdaki ailenin hanımı, ‘aaa o bizim çocuğumuz!’. Görevli çekip gidiyor. Böyle işte.
Adı cambazhane ama cambazlık gösterisi tel üzerinde kısa bir iki gösteri. Eskiden akrobasi de bolmuş. Mesela Semiha Yankı; akrobasi ekibinden. Daha kimler gelmiş kimler geçmiş bu çadırdan; varyete, revü, cambazlık, tuluat… … Mesela, mesela Nejla Ateş; Amerika’yı alt üst eden Broadway yıldızı göbek dansçısı. ‘The Exquisite Turkish Delight’ olarak ortalığı birbirine katıyor.
Kendinden o kadar emin ki, kalkıyor New York Central Park’ın ortasına kendisinin bire bir boyutunda çıplak bir heykelini yaptırıp koyduruyor. Ne var ki eylemi izinsiz olduğu için ekipler geliyor, heykeli söküp kaldırıyorlar. Birçok evliliği arasında Nejla Ateş’in George Sanders, Prens Faysal, Prens Ali Han … vs var.
Cambazhanenin her gece genelde alışılmış ama zaman zaman sürpriz sanatçılı bir programı var. Önce sıska bir dansöz çıkıyor sahneye, ardından daha etli butlular. Hele bir Ayla var… Aman Allahım! Boy, pos, teleme peyniri, bembeyaz. ‘Gayyet kurrna’zz ol, oyna bin birrr rrol, sevda maçındaaa Ayla atar gol! ‘Gol’ diye inliyor bekarlar tarafı Ayla şut atarken, sağ bacağını havalara kaldırırken.
Evet kimler gelip geçmiyor bu cambazhaneden; ‘E be bilaaader,’ diye haykırarak sahneye fırladığında ortalık alkış tufanıyla inliyor; evet, karşımızda tuluata, doğaçlamaya dayanan orta oyununun halk komiği sanatçısı İsmail Dümbüllü. ‘Ninnigah’ olarak adlandırdığı ana kucağında uyumalar vs gibi mizahi bindirmeler… Hacivat Karagöz oyunlarındaki gibi karşısındakiyle (genelde Tevfik İnce) dalga geçmeler; Karagöz’ün Hacivat’ın ensesine indirdiği şaplaklara nazire gibi elindeki değneği İnce’nin kalçalarına ‘kabalara kabalara Dümbüllü’ diye indirmesi, ki bu sözler aslında ‘gabarala, mabarala Dümbüllü’; imiş. Ben yanlış anlıyormuşum. Öztürk Serengil’in o ünlü ‘abidik gubidik tüvist tüvist, lap lup laba luba tüvist tüvist’ tekerlemesi gibi.
‘Bici bici bici leblebici’ türküsünü de söyler ve oynardı zaman zaman Dümbüllü. Ama bunun en iyi örneğini evde Fatma teyzemizin âniden oturduğumuz odaya dalıp sırtında heybe, Kel Hasan’a, Münir Özkul’a rahmet okuturcasına taklidini yaptığı, türküsünü söylerken dansını da yapmaktan da geri kalmadığı, hepimizin gülmekten yerlere yattığı, ‘Leblebici’ türküsü.; ‘leblebimi gavuram, dumanını dumanını savuram, bici bici bici leblebici..’
O günler, başka günler. Televizyonun falan olmadığı günler; herkeslerin evlerde ya da sokaklarda yaşayıp sosyalleştiği, kendine bir eğlence aradığı.. Sanki Bakırköy halkı hepsi bir olmuş, Hacivatlık yapıyor; Karagöz’ü çağırıyor; ‘yar bana bir eğlence medet yaaaar ey!’
Zamanın ünlü şarkıcıları, kantocuları, artistleri sahne alıyor zaman zaman o çilekeş sahnede. Hatta Zeki Müren’i bile hatırlıyorum sanki. Bir küçük sirkten çok bir varyete kumpanyası, dahası alt düzey bir kabare gibi bu Telleri gezen cambazhane. E bu işi böylesine böyle yapan başka da ülkede bir benzeri yok; tek.
Daha sonraları daha bir delikanlılık zamanlarımızda, bekarlar kısmında, tabii edebimizle, boy gösteriyoruz. Ben, Orhan, Kırmızı Özdemir, ressam Muhsin, bir iki arkadaş daha… Duhuliye (içeri giriş ücreti) bir lira. Hemen her akşam Ayla ‘dan goller yemek için oradayız;. Olur a, bir gol de belki biz atarız bir gün.
O sıralarda nedense bir ara hepimiz pipolandık; heves mi desem ne desem. Ağzımızda pipolarla cambazhane kapısında kuyrukta bilet almaktayız. Oralarda bulunan bizim yaşlarda kızın biri, ‘ay şunlara bak, ne komikler!’ diyor. Gülüyoruz ama içimden kendimi gerçekten komik buluyorum.
Günlerden bir gün Rıza’yı görüyorum sokak ortasında. Gene kadınlı erkekli çocuklu bir grup, halka olmuş, ortalarında Rıza… ‘hey dingalaaaa dingaala, ateş de koydum mangaaaala, Ayşe de Fatma dostum var, çalkala Rıza çalkala!’. Çalkala lafı üzerine Rıza çalkalıyor. Aslında türkünün ‘Rıza’ sözcüğü yerinde ‘yavrum’ kelimesi var ama türkünün burası Rıza’ya uyduruluyor. Ahali mi Rıza’yla, Rıza mı ahaliyle dalga geçiyor, dikkatli gözler için bir soru işareti. Rıza, çalkalarken bile her zamanki gibi ‘poker face’ denen ifadesizlikte. Gözleri kimseye takılı olmuyor. Çalkaladığında kahkahalardan yere düşercesine kasıklarını tuta tuta ahali gülüyor. Sokaklarda bedava eğlence. Hacivat’a ziyafet.
Pasif bir toplumuz. Yaratmaktan çok yaratılanı seyretmeyi yeğleriz. Mesela inşaat alanlarının etrafında kalabalıklar toplanır iş makinelerini saatlerce seyreder. Haliç köprüsünden olta sallayanları işini gücünü bırakır seyre dalar. Oltacıdan bile daha sabırlıdır. Balık gelecek, bakalım nasıl gelecek? Bir yerde kavga çıksa oturur kovboy filmi gibi seyreder, kavgayı ayırmaya kalkanlara da kızar, olmazsa döver.
Rıza sara hastası. Sokaklarda krizler; pek sık olmasa da. Ağzından köpükler … Yerlerde biraz debelenme. Ne dilenci ne de dilenici Rıza. Kimseden bir şey istediği görülmemiş. Kalçaları da bedavaya sallıyor. Kış mevsimi geldi miydi ortalarda yok. Artık nerede yatıp kalkıyorsa kimi kimsesi varsa… Tatilciler gibi yazları ortaya çıkar.
Tektel Amca diye bellediğimiz Kırmızı (kırmızı çünkü saçı kızıl, yüzü çilli) Özdemir’i evlerinin sahanlığındaki mermer merdivenlerde yanında birkaç kişiyle gördüğümde elinde kırma bir av tüfeği orasını burasını kurcalıyor etrafındakilerle de laflıyordu. Özdemir yürürken ‘Tektel amca, burnu kanca elinde tabanca’ tekerlemesinin ritmiyle yürür gibi gelirdi bize. Çünkü o tüfeğin orasını burasını kurcalarken bir ara bu tekerlemeyi söylemişti; notaya dökersek: ‘doo mi doo sol, doo mi doo sol, do mi re, si re do’ .
İnsanların aynen çocuklar gibi, hayatta küçük mutluluklar peşinde yaşamalarını seyir, aslında doğayı, koşuşan, oynaşan, cilveleşen hayvanları seyretmek gibi pastoral bir haz. Bakırköy’de bu haz bolcana. Kadın erkek, çoluk çocuk, her sınıftan insan bir arada. Bir yavaş çekim curcuna. Arada kavgalar, küsmeler, hainlikler (hayvanlarda olmaz) ve deniz, Marmara.
Cambazhanede Cici Ömer’in başını sargılar içerisinde gördük bir gece. Sahnenin hemen dibinde en önde her zamanki kurum kurum kurulduğu koltuğunda (tahta bir iskemle; ama ona ait, onunla özdeşleşmiş) oturuyor Ömer. Belki kendisini sahnedeki şarkıcılar, dansözlerin yerine koyuyor. Başının sargılı oluşunun nedeni bir şehir efsanesi gibi; Cici Ömer bir gün gizlice kuaföre gidiyor, saçını boyatıyor. Bunu gören amcası deliye dönüyor. Makası kaptığı gibi Ömer’in o lepiska saçlarını ta dibinden kesip atıyor. E tabii Ömer bu halde evden dışarı adımını atamayacak; n’apıyor; başını sarıp sarmalıyor. Soranlara ‘başımı bir yere çarptım’ deyip geçiştiriyor. Ama cambazdaki her geceki yerini bırakmayı hele hiç aklına getirmiyor. Çünkü o oralı, Cambazhaneyle özdeş.
O belki bir Zeki Müren, bir Adnan Pekak kendince. Hemen önünde sahneye çıkan sanatçıları dikkatle izliyor. Sanki jüri üyesi. Hiç alkışladığını, güldüğünü, takdir sesleri çıkardığını görmedim. Ömer, o bir dünya yıldızı.
Bazı dansözler sahneye başta biraz kapalıca çıkarlar, seyircinin ‘çıkar, çıkar!’ ısrarı üzerine birer birer öte berilerini çıkarıp atarlar; nazlı nazlı ve hinoğlu hinli. Bu her gece böyle.
Cambazhanenin sahne önü ayrıcalılardan biri de her gece olmasa bile zaman zaman boy gösteren Rıza. Çok özel bir geceye dönüşen o gecede ise Rıza’yı sahnenin yanında gören halk ani bir güdüyle eğlenceye yeni bir renk katmak, eğlencede zirveye vurmak, tavan yapmak, adeta bir nirvanayla geceyi sonlandırma coşkusuyla Rıza’ya ‘çıkar, çıkar’ diye bağırmaya başlıyor. Rıza bu ısrarlar karşısında epey direniyor gözükmeye çalışsa da sonunda rıza gösteriyor. Kolundan bacağından tutulup sahneye çıkartılıyor. Gene yüzü ifadesiz ve her zamanki gibi bir dudağı aşağı sarkık. Yazın son günlerindeyiz ama sıcak kesmemiş henüz. Rıza’nın üstünde yakası bağrı açık bir gömlek, gömleğin altında üstünden düştü düşecek bir kirli atletfanila. Her ‘çıkar’ sesinde orada bulunan dansözlerden biri de yardıma koşuyor. Gömleğinden başlayarak… Tabii, tempolu, ritimli alkış ve de davulun toklamasıyla uyumlu. Seyirci bir gülüyor bir ‘öö’ diyor. Rıza’nın atleti de çıktığında o muhteşem vücut ortalığa seriliyor. Aushcwitz toplama kampından kurtulmuşların vücudunu bile aratır, eğri büğrü, kemikler dışarıda.
Bu kadar göz ziyafetine (!) artık mideler katlanamayınca soyucular bir taraftan elleriyle kendi gözlerini kapayarak bir taraftan kahkahadan kırılarak Rıza’yı hızla giyindiriyorlar. Sahneden apar topar aşağı. Ahali katılırcasına gülmek, iğrenmek, utanmak, üzülmek, iyice eğlenmiş olmak gibi zıt duygular içerisinde.
Son numara o gece. ‘Rıza ziyafeti’nden sonraki gösteriler gölgede, gözler seyrediyor ama görmüyor. Tribünlerin başı eğilmiş, suskunluğa geçmiş. Cambazhane boşalıyor. Köylü köyüne, evli evine. Rıfat Telgezer’in veda gecesi böyle, ertesi gün çadır sökülüyor. Seneye Bakırköy’le yeniden görüşmek üzere.
Monad Balkan
16 Ocak 2025, Ankara