(Bakırköy, ellilerin ikinci yarısı)
RÜYALAR VE FELSEFESİ; GİRİŞ
Gerçek hayat ile rüyalar arasında fark? Aslında hangisi gerçek hangisi değil? Hadi bir başka soruyla devam edelim, rüya mı yoksa gündüz yaşadıklarımız mı hayat? Ya da ayırım yapmak gerekli mi? İkisi de iki ayrı hayat olamaz mı? Devamlılığı olana ‘hayat’ diyoruz. Uykudan uyanınca, dün yatana kadar nerede kalmıştık; devam. Ertesi gece uykuya dalınca rüyaya öncekinin hiç alakasız bir yerinden başlıyoruz. Üstelik uyandığımızda görüp yaşadıklarımıza da absürt, ipe sapa gelmez şeyler diye bakıyoruz. Bazen de sıkıntılı bir dönem geçiriyorsak uyku bizi rüyalarla başka boyutlara taşıyor, rahatlıyoruz. Bazen de rüyada çözmeye uğraştığımız bir sorun uyanınca yarım kalıyor. Tekrar uykuya dalıp sorunu çözmek var; olmuyor. Üzülüyoruz.
Gerçekliğin bir yanılsama olduğunu Einstein da söylüyor; işte en baba bilim adamı. Size bana ne oluyor? ‘“e kadar kalıcılık gösterse de gerçeklik bir illüzyon” diyor.
Rüyalardaki olayları, başımızdan geçenleri, gerçek dediğimiz hayattakinden çok daha gerçek hissediyoruz aslında; Yani rüyalardaki görsellikler, duygular vs çok daha canlı ve şiddetli. Merhum pederime hayatayken bu alemin bir illüzyon olabileceğinden bahsedince yumruğunu masaya vurmuş ve ‘bak işte elim acıdı. Demek ki öyle illüzyon milüzyon yok.” demişti. Ben de gece rüyamda kafama bir şey düştüğünü ve rüyamda babamın elinin acımasından çok daha fazla acı çektiğimi anlatmıştım.
Her birimiz yaratıcı bir dehâ oluruz rüyalarımızda; herkes sanatçı olamaz diye bir söylem var; oysa rüyalarda herkes sanatçıdır. Sanat yaratıcılıktır. Rüya gerçekliğini biz yaratırız. Hayat gerçekliğini de aslına bakarsınız kendimiz yaratırız ama bu başka konu. Rüyalarda yarattığımız imgeler şaheser birer hiperrealist resim sanatı örneği. Hiçbir ressamın yapamayacağı işler. Fotoğrafın da ötesinde bir gerçeklik. En ince detayına kadar gördüğümüz (yarattığımız) gotik, barok binalar, rokoko eşyalar vs vs. İşte rüyalarımızda ince ince biz bunu yapıyoruz.
Gerçi hayat da aslında rüyalarımız gibi kaotik; olaylar saçma sapan… Ne var ki bu kaosa zihnimiz kendince bir anlam yetiştirmeye çalışıyor. Kaotik akışı toparladığını sanıyor; rahat ediyor. Uykuda zihin bu toparlanmaya gerek duymadığı için rüyalar kendiliğinden sonsuz bir özgürlük içinde akıp gidiyor. Özgürlük; sanat.
‘İnsan rüyasında bir dehâdır .‘Sanki rüya görüp de o rüyanın içerisinde yaşayan gibiyiz. Ama rüyayı kim görüyor?’ diyor Akira Kurosawa.
Acizane cevap yetiştireyim: Alemlerin, hayatın hologramik bir illüzyon olduğu düşünülürse, ki özellikle kuantum mekanizması ortaya çıkarıldığından beri bu görüş bilimcilerin büyük bir kısmı tarafından rağbet görüyor, o zaman bir başka, üçüncü bir kişinin rüyasında olabiliriz. Bu kişinin veya varlığın rüyası içerisinde didinip duruyoruz; ilaveten de kendi rüyalarımızı görüyoruz. Rüya içerisinde rüya. Belki rüyamızda gördüğümüz ya da kendimiz bellediğimiz, hissettiğimiz kişi de ola ki kendi rüyasını görmede. Sonsuz Matruşkalar.
Gene benim acizane görüşüm; üçüncü bir kişi yok. Rüyayı yaratan da yaşayan da, rüya içinde rüya gören de biziz. Burada denecektir ki. Peki en başında biz varsak, biz nereden çıktık? Ya da bizi ortaya çıkaran kim?
‘En başta’ diye bir şey yok. ‘En baş’ yok!
Oysa başsız sonsuz bir ortam bizim için bir anlam ifade etmiyor; felaket. Sebep sonuç ilişikisi yok. Kaos! Bu kaosu perdelememiz lazım; bir düzene sokmamız. Yoksa yaşayamayız. Ne yapıyoruz; mantık diyoruz; ne bileyim, zaman, mekân olacak. Zaman bir düzen halinde akıp gidecek. Maddeler olması lazım tabii. Elimizle dokunup var olduğunu anlayacağımız; birbirimizi tanıyacağımız. Vs. Sebep sonuçtan önce olmalı mutlaka.
Hayatın, doğanın böyle bir derdi yok; bu da bize göre Kaos.
Kuantum mekanizmasını ise mantığımız hiç almıyor. Olur mu öyle şey?
Mesela ‘madde, zihnin istediği biçimde oluşuyor. Peki bu zihin kim? Bir varsayım. Ne ‘var’ var, ne de ‘yok’ var. Hayal ürünü. Gene de hayal dediğimiz bir ürün var; hayaldi şuydu buydu. Bir gün olur da hayatttan uyanırsak ne rüya, ne iliüzyon, ne de bir şey. Ne de o çok sevdiğimiz kendimiz. Kendi kendimizi hissetmemizi sağlayan şeyler yani gerekler; rüya, illüzyon, hayal, hayat, hakikat… Bütün bunlara lüzum kalmayacak. Ne hareket ne de bir şey. Hiçbir şeye gerek duymadan varlığımızı kendi kendimize duyacağız. Kendi kendine varlık; ebediyen. Buna ‘Ötevaroluş’ diyorum. Gaye de bu ; hayaller, rüyalar, hayat… Hepsi kullanılan materyeller. Hayat denen illüzyon bir malzemeden başka bir şey değil.
Şizofrenler mesela genelde kendilerini bir hiç gibi hissederler; halüsinasyonlar geliştirirler ister istemez. Tek başına hücrede uzun zaman yaşayan mahkumlar… Keşişler, tasavvuf ehilleri… Meditasyon.
Einstein ne diyor; ‘Gerçeklik bir yanılsamadır; her ne kadar çok kalıcı olsa da.’
DAYANIŞMA
Bir de şu var; gerçek hayat dediğimiz yerde, tüm insanlar ve belki de tüm yaratıklar hayata karşı birbirimizle kavgalı olsak dahi bilmeyerek dayanışma halindeyiz. Rüyalarda böyle bir dayanışma yok.
Dayanışma muhteşem bir şey; kardeşlik doğar. Sevginin de temel aldığı en önemli öge. Dayanışmasız sevgi ise tek bacak.
Dayanışmanın daha mikro düzeyde örnekleri ise mesela, askerlik arkadaşlığı, sınıf, okul arkadaşlığı, cezaevi dostlukları, hastane ortamındaki yakınlaşmalar, aile içi dayanışma… Bu nedenle örneğin cezaevi günlerini özleyenler vardır. Savaş ortamını özleyenler. O ortamda muhteşem dayanışmalar, ölümüne fedakarlıklar… Bir yerde okumuştum, bir asker çok ağır yaralı ama dayanıyor, ta ki arkadaşı yetişene kadar; ‘geleceğini biliyordum’ diyor. Öyle ölüyor. Mutlu, sevgi içinde bir ölüm. Artık o ölüm bizim ölüm bellediğimizin dışında bir hâl; mutlak sevgiye ulaşılmış. ‘Mutlak’, bu içinde bulunduğumuz boyuttan çıkmak; onun ötesinde; ebedi mutluluk ve özgürlük. Kendi kendinelik. Zamansız mekânsız; sfenks. Ötevaroluş. Varoluş için rüyalara, hayallere gereksinim duyulmayan,.
HAYALLER İÇİNDE BİR BAKIRKÖY
Gelelim Bakırköy’e; kendiliğinden oluşan hayaller.
Bir uçta deniz, öbür uçta istasyon ve uzayıp giden tren rayları. Yukarısı gök, ayaklarımın altı toprak. Felliini’nin ‘8,5’ filminde bir türlü açılamayan trafikte sıkışıp kalmış arabanın penceresinden süzülerek havalara yükselen Marcello göklerde mutlu mutlu gezinirken ayağının bağlı bulunduğu ipi çekiyor arkadaşı aşağıdan. Marcello karşı koyamadan aşağılara, arabanın penceresinden içeri… İşte böyle bir çıkmaz. Hayalden hakikate ironik bir hareketle çeken Zen Budizmi, gülen Buda heykeli, Descartes’ın cini. Hayat kıskançtır hayallere pabuç bırakmaz; iki cambaz bir ipte oynamaz.
Bakırköy kendi kabuğunu kıramayan, bir türlü doğumunu yaşayamayan bir tohum. Kendi içinde kalarak kendi hakikatini yapmak zorunda. Ver elini illüzyonlar.
Merhaba!
YALÇIN
Yalçın, arkadaşım. Denizin doğurduğu çocuklardan. Güneş ve denizin tuzuyla yoğrulmuş. Dalgalardan bir parça.
Arkadaşlığımız kardeşlik; Panait İstrati’yi henüz okumamış olsak da…
Ufak salaş bir iskele. Yalçın atlıyor iskeleden. Pek de sığ bir su. Ama sığlığın enginliğinde kayboluyor Yalçın. İskeledeyim. Kimseler yok; bir ben bir deniz. Benim gibi deniz de yalnız. Kimsesiz. Yalçın suda kaybolmuş.
‘Yalçın, Yalçın!’ . Bağırıyorum. Birkaç martı çıkıp geliyor. Bir insan on dakikadan fazla suyun içinde kalabilir mi?
Yüzükoyun, hareketsiz. Öldü gibi. Yavaştan harekelenme. Yalçın. ‘Yalçın, sen neredeydin?’. Öyle bakıyor. Martılar, deniz, güneş, bir çatana sesi.
‘Denizin dibinde bir mağara; içine daldım. Bir oda. Kutu kutu mücevherler. Elimi daldırdıkça çoğalıyorlar.. Bir adam var. Baktı durdu hep. Ses çıkarmadı.’
Nerede bu mağara. Su sığ ve pırpıl pırıl. Ne Yalçın, ne mağara, ne mücevherler… Ve ölü gibi su yüzüne çıkan bir çocuk. ‘Sakın bu anlattıklarımı kimseye söyleme, ikimizin arasında.’
‘Olur.’
LOKANTADA
Artık hafif delikanlılık zamanı. Bir hatun ahbabımla öğle sıcağında kıyıdan uzak bir lokantada iki tabak yiyecek, birer kadeh kırmızı ılık şarap. ‘Lavabo’ diyor.
Ardından bakıyorum. Etekleri sağa sola savruluyor. Oysa yavaş yürüyor, hava da sakin. Dakikalara bakıyorum, hızla eriyor. Nerede kaldı? Gelen giden yok. Kalkıp ardından gitsem açık pencere kenarında iki kedi; bir gözümün içine bir tabaktaki yiyeceklere bakıyorlar. Yok, oturuyorum.
‘Bayağı kaldın, rahatsız mısın?’. Anlatıyor; ‘İç içe odalardan geçtim. İnsanlar…. Ortada mavi siyah kediler. Sakallı bir iki htiyar.’
Bir süre sonra ben de sıkıştım, kalktım. Basit bir tuvaletti girdiğim.
İZZET
Deniz, Marmara, önümüzde açılıp ötelere uzanan mavi bir mezarlık mı, bazen bazen?
Günlerden bir gün İzzet ile iki arkadaşı Marmara’nın, Siren Kızlarının büyülü çağrısı gibi bir çekim içerisinde, bir tekneye atlayıp açılıyorlar. Sıcak bir yaz günü; güneş tepede. Mavi ve sarının zıt bütünselliği; efsun. Teknenin rengi bilinmiyor. Belki de yok. Renk yoksa görünürlük de yok. Üç delikanlı teknesiz bir gezideler…
İzzet benden dört beş yaş büyük. Uzun boylu sarışın, atletikçe vücutlu, sevilen, bilinen bir tip. Efendi çocuk. Nedense Bakırköy dışından onun kabadayılıkta efsane haline getirilmişliği var. Yanlış. Erkek kardeşi ise hayli yapılı, ensesi kalın, ağır abi havalı ama o da efendi.Temiz aile çocukları.
Üç delikanlı; teknelerinde balık ağı, olta vs yok. Mayolu değiller. Öylesine bir yolculuk. Siren Kızlarına doğru.
O gün bugün İzzet ve iki arkadaşından herhangi bir iz yok. Deniz de o gün inadına bir dingin ki, teknenin devrilmesi, fırtınaya yakalanması…Olası deği. Üçü de güçlü kuvvetli delikanlı. İyi yüzücüler. Asıl küreklere, açıldığın gibi dön. Dönen yok seferinden. Diyelim ki bir şekilde boğuldular; cansız bedenleri mutlaka kıyıya bir yere vurur. Marmara’da büyük yırtıcı balıklar da yok insan yiyip yutan. Hele de tekne; tekne batmaz ki, devrilir, alabora olur, içi su dolar gene de yüzeyden pek derinliklere dalmaz herhangi bir yerinde delik, yarık yok ise; ve eninde sonunda karaya vurur. Sonuç olarak ne İzzet ve iki arkadaşı ne de tekneden bir iz. Bermuda Şeytan Üçgeni ta Atlas Okyanusundan Bakırköy’e mi göç ediyor? Ya da Siren Kızları efsanelerden köpük köpük çıkarak bu çocukların başını mı yedi?
Bakırköylülerin hayalleri işleyip durur yıllar boyu; İzzetler bir şileple anlaşmışlarmış. Açıkta tayfalar bunları şilebe almışlar. Gitmişler. Peki tekne nerede? O da mı şilebe alındı?
Efendim, mesela falanca abi İzzet’i Stokholm’de görmüş… Görmüş de niye konuşmamış? Oysa tanışıyorlar. Yok efendim bir aşkın kurbanıymışlarmış. Ne aşkı, Aleksandra’nın falan mı aşkı? Yaa teknenin sahibine ne demeli? O teknesinin peşine düşmez mi; ne de olsa malı kıymetli.
Kimisi de İzzet’i Beyoğlu’nda gezerken görmüşmüş!?…
Dediler ki, ‘zamansız öldüler’. Yani zaman boyutunun dışına çıktılar; ben öyle anlıyorum. Çünkü dalmış gitmişim Marmara’nın derin sularındaki zamansızlığa ki orada her şeyin başlangıcı ve sonu birlikte yüzer.
Bu çocuklar hayal ettikleri öteye, denizin de ötesine bir göç. Deniz ile tren rayları kutusunun dışına.
Ardlarından hikayeler uyduranlar, kendilerini koyuyorlar o teknenin içine; Stokholm, Beyoğlu caddelerinde gezmeler içlerinden geçiyor. Ya da İzzetlerin bir şekilde boyut atlayarak ebedi özgürlüğe kavuşmuş olmalarına için için imreniyorlar. Şöyle ya da böyle Bakırköy’ün dar sınırlarını aşabilmiş efsane olmuş bir üçlü.
HAYALİ AŞKLAR
(Melih)
Deniz kıyısındayız. Melih bisikletinin üstünde. ‘Ben verem oldum bu kız için’. Hangi kız? ‘İşte şu’ diyor. Bir apartmanın en üst katındaki en kenar penceresinde duran bir kız. Uzaktan gözümüz tam seçemiyor ama kız işte, bir kız. Melih, bir ahhh çekerek süsleyip püslediği, akla gelebilecek her türlü aksesuarı alıp giydirdiği bisikletinin üzerinde sağ eliyle saçını şöyle bir kulağından yukarı sıvazlayarak doğruluyor. ‘İşte benim sonum; verem.’
Verem bir aşk hastalığı, aşırı duyarlık, romantizm sonucu ortaya çıkan bir hastalık toplumumuzca. Verem olmak bir ayrıcalık. Melih’le kız ne zamanlar, nerede, nasıl buluşuyorlar. ‘Olmuyor, buluşamıyoruz hiç; ailesi pek dışarı bırakmıyor.’ Daha birbirleriyle iki laf etmişlikleri yok. Sadece günde bir kere, bazen birkaç kez pencereye bakışlar; uzaktan uzaktan; hiç yakından göz göze gelemeden. Ama Melih verem.
Bisikletinin pedallarına basıp kaybolurken ardından bakıyoruz sıska vücuda bir türlü oturamayan beyaz gömleğini sırtından rüzgar balon gibi şişiriyor.
‘Yakışıklıyım’ diyor. ‘Yoksa bu kadar kadın kız peşimde olur muydu?’.
Uzaklaşıyor. Kıza bakıyoruz; denizdeki bir tekneyi seyrediyor. Yelkeni Melih’in sırtındaki gömlek gibi rüzgardan şişmiş.
Melih olmadığı veremini yudum yudum yaşadı Bakırköy sahili deryasında.
(Verem)
Yeşilçam’da filmler çevriliyor. Kız verem, iyi adam ona kol kanat geriyor; kötü adam kötü yola düşürmeye çalışıyor. Film uzayıp gidiyor. Kız öksürüp duruyor. Ortada kocaman bir aşk.
Arkadaşlarımdan Hayri ortaokuldayken bir gün kemanına dalmış çalarken bir el omuzunu dürtmüş, Hocası, ‘sen evladım, keman çalma, sana yaramaz, verem olursun’ demiş. Hayri müziği bırakmış. Anlatmıştı bana. Kastanyete geçmiş.
Yurt dışına yüksek öğrenim için giden yeni evli bir çift. Veremliyiz, diyorlar. ‘Ne arıyorsunuz buralarda? Evinize dönün ananız babanıza, doktor, hastane?... Mutlu hayatlarını sürdürüyorlar.
(Pertev)
Pertev ile Nihat iki kızla tanışıyorlar. Nihat bir Holivud starı gibi. Pertev ise öyle değil ama bir gösterişi var; Yeşilçam’da karakter rollerine uyabilir. Nihat’a düşen kız Pertev’e, Pertev de ona aşık oluyor. Ne var ki kızın ailesi muhafazakar, etraf da öyle . Buluştukları bir kez hadi diyelim iki kez, o kadar. Ama birbirlerine deli gibi aşıklar. Çok acı çekiyorlar. Kalbleri yangın yeri. ‘Abi bi çakmak yaksan o anda küle dönerim’.
Bu devir böyle. Çok daha eski yıllarda Batıda kadınları cinler kaçırırmış; gece uykularında cinlerle…
Bakırköy istasyon meydanındaki bir kafede, şakır şakır yağmur yağıyorken üzerimizden dereler gibi sular süzülürken Pertev’le kafenin önünden yavaşça geçiyoruz. Pertev gözyaşları içerisinde. Kız da içeride kafenin camına alnını dayamış seller gibi gözyaşı döküyor. Yağmurun damlaları mı yoksa gözyaşları mı camda geziniyor, karıştırıyorum.
Pertev yapılı çocuk; verem olmuyor. Kız da sapasağlam. Karşılıklı gözyaşlarını birbirlerine uzaktan gösterme yarışı giderek istasyon köprüsü üzerinde durup aşağıda geçen tren vagonlarının üzerine gözyaşı döktüğü bir ritüel. Aşkı uzayıp giden raylarla birlikte yavaş yavaş uzaklaşıyor, kayboluyor, bitiyor.
Monad Balkan
8 Haziran 2024, Ankara