(Bakırköy; elliler)
Zaman belki yürüyen bir merdiven; yürüyen bir kaldırım mesela. Üzerindeyiz. Ardımıza baksak geçmişimiz, ileriye baksak geleceğimiz. Yazdıklarım geriye baktıklarım. Gözlerim pek iyi değilse de geçmişte görebildiklerim:
Gece.
Bakırköy sokakları. Bahçe içi konak evler, birbirine yapışık iki üç katlı şiir evler. Ellerimde ceplerim. Bir şiir, bir alemde gözlerim; loş loş ışıklar… Evler, muhteşem evler. Ahşap. Girişleri dört beş basamaklı mermer merdivenler. Oturuluyor, merdiven sohbetleri…
CEMAL
Cemal’i zaman zaman ya sokakta yürürken ya da bizim evin giriş basamaklarında, ki bayağı içerlek ve korunaklıdır, otururken görürüm.
Cemal, Cemal işte. Hep Cemal. Yaşını bilmiyorum; yaşından olgun görünümlü bir genç. Benden yaşlı.
Beyaz tenli, renkli gözlü, sarışın denmez, ona yakın. Saçları her zaman arkaya özenle düzgün taralı; briyantin mi kullanıyor; yok yağlı değil. Tarak izli. James Stewart’ı biraz şöyle etlendir işte Cemal. Sokakların çocuğu.
Günlük kıyafeti, hiç değişmez, kolları bileklerinden biraz yukarı sıvanmış bir beyaz gömlek; bir kahverengi pantolon. Ve en önemlisi elinden eksik etmediği tütünsüz pipo. Herkes tanır; o da herkesi. Uzaktan yakından gelene geçene laf yetiştirir. Bu da onun yüksek sesle konuşmasına yol olur.
Diksiyonu düzgündür Cemal’in. Bir İstanbullu. Tahsili terbiyesi var mı; meçhul. Kendisi hakkında hiçbir şey bilinmiyor. Kimse merak etmiyor; merak etmediklerini de bilmiyorlar, bilinmiyor. Cemal işte, sokaklarda bir Cemal.
Cemal’in evi nerede, nerede yatıp kalkar, bir ailesi var mı, bilinmez; o Cemal’dir. Bazıları onun gizli polis falan olduğunu; bilmiyorum. Hatta o aydınlık, güler yüzlü kibar, kibar değil de çelebi diyelim, tepesi dökülmüş saçlı, hafiiiif kirlice beyaz önlüklü orta yaş havalı, el arabalı, kuruyemişçi. Cemal’in aksine onun adı; yok. Adı kuruyemişçi. Bakkalımızın da adını bilmeyiz. Evden pencereden bakkal diye bağırırız; ‘bakkaaaal, jiklet getir’. Baba oğul rum bakkallar. Oğlu içeride tezgahta, seslenenlere koşuşan, evlere hafif topallayarak yetişmeye çalışan ise baba. Oğlu karısının sinirinden şikayetçi. ‘Onda sınır var, sınır’.
Cemal bir flanör; kitleler, insanlar, merdiven basamakları Cemal’in evi. O evsiz yapamaz. O evinde olmak için hep sokaklarda. Sokak çocuğu değil, sokakların çocuğu.
SOKAKLARIN GÜLLERİ
Kuru yemişçi, bakkal, mısırcı… Günlük yaşamımızın değişmezleri. Adları yok, sanları var; neciler?
Yemişçi, el arabasında her zaman sıcak sıcak türlü çeşitli kuru yemişlerini öğle sonraları piyasaya, gelen geçene sunan, arabasını pek yerinden oynatmadan ayni yerde durup sakince etrafı, gelen geçeni seyreden, herkesle dost olan, içten doğal bir adam. Bıyığı sakalı yok. Güler yüzlü. İşin parasında pek değil. Rastladığımda alıştığım şekilde şöyle bir avuç leblebi, fıstık. Para mara istemez. Bir iki laf ederiz. O da mı polis?.
Deniz güneşte batıyor.
SARHOŞ MUSTAFA
Ufak çocukluğumda bir Sarhoş Mustafa… Kimi Yeşilçam filmlerinde olur, sağa sola sallanan, yürürken düşer gibi, bir elinde yarılanmış bir ispirto alkol şişesi, sakallı makallı bir adam. Peşinde bir alay küçük maskara; ‘sarhoş Mustafa, sarhoş Mustafaaaa!... Mustafa arada bir döner şişesini şöyle bir savurur sinek kovar gibi. Yeşilçam bu sahneyi Bakırköy’ün Sarhoş Mustafa’sından esinlenmiş mi?
Açıklarda bir çatana, çat çat. Kaptan tayfalara… Bağır bağır. Dalgasız deniz.
Bir öğle akşamına doğru rastlıyorum. Sarhoş Mustafa; ardında çocuk alayı. Takılıyorum. Yaz sıcağı. Bir vaveyla, kahkahalar, ‘Sarhoş Mustafa’, çığlıklar… Bir adam kaykıla sallana yalpalana… Ben mi sallanıyorum kayık gezmesinden sonra. Saç sakal birbirine karışmış, bir hırpani adem. Sakallı Celal yada Neyzen Tevfik gibi bir filozof değil ama kılık kıyafeti onlar gibi eski meski, özensiz, bezensiz. Feylesofluğundan değil, sarhoşluğundan.
‘Sarhoş Mustafa’… Ben hayalet gözlemci, en arkada kafilede. Birden tüm çocuklar çil yavrusu gibi; ortalık toz duman. Gözlerimde yıldızlar. Rengarenk. Ben mi yoksa Mustafa mı sarhoş. Mustafa’nın tokadı suratımda. …(‘Tarih tekerrürden ibarettir’ sözü ‘hayat tekerrürden ibarettir’ şeklinde de söylenebilir. Sarhoş Mustafa’nın bana yıldızları gösterdiği tokat çok yıllar sonra lisedeyken Azo’dan yediğim dayak; öğle teneffüsünden okula döndüğümde kat muavini Azo’nun kapalı kapısının önünde sınıf arkadaşlarımın toplanarak, yaşa Azo, haydi Azo, bravo Azo’ diye tezahürat yaptıklarını… Durumu kavramaya çalışırken kat muavini Aziz bey fırlıyor odasından boğa gibi… Herkes çil yavrusu; ortada yalnız ben. Azo, Sarhoş Mustafa gibi; sınıfa kadar tekme, tokat. Sınıfta bütün çocuklar yerlerine uslu uslu oturmuş, önlerinde kitapları. Azo son bir kroşe ile beni seriyor sıra üzerine…. Çekip gidiyor. Meğer yabancı bir hocamız, dünya çirkinlik kraliçesi seçiminde derece alabilecek güzellikte, Azo’yu ingilizce çalıştırıyormuş.(Kapı kilitli.)
ALTINDAN KAYNAR
Henüz Cemal yok dünyamda, ama öğleden sonraları mahalleden geçen mısırcı var. El arabasının üzerinde bir kara kazan. ‘Altından kaynar, üstünde oynar, bi metro bi tane’… Örf ve adetlerimize uymayan bir satış şekli. Şikayet üzerine durduruluyor. Artık, bir sessiz gemide suskun, boynu bükük altından kaynamayıp üstünden oynamayan sadece kaynayan, kaynadığını da unutan öylecene sokakları sus pus arşınlayan mısırlar. Parke taşlı sokaklardan denize doğru.
Deniz, ayışığını bekliyor. Gece, sandallar, rakılar, ikramlar, kavunlar. Uzaklardan gazeller; Hafız Burhan mezarından sanki. Deniz de bir keyifte, bir keyifte.
SUCU VE ÇARŞAF
Sokakların bir sultanı da Sucu Mehmet. ‘Sucuyyya, sucu geldiyyyaa!’, haram ediyor öğlen uykularını. Yaysız at arabası üzerinde kıvır kıvır saçlı, atletik vücutlu ayakta dimdik bir heykel. Sucu Mehmet deli gibi koşan atına kırbaç, kırbaç. ‘Sucuyya, sucu geldiyyaa!’ Siestalardan fırlayıp ete kemiğe bürünen bir hayal. Bazen de oğlu Ahsen; aynı babası.
Bir sıcak günde plajda kumların üzerine çarşaf gibi serili yatıyormuş kız. Görenler ‘Aaa çarşaf’ demiş. O gün bugün esas adı yok; koskoca kız Çarşaf olmuş.? Önümüzden geçiyor. Lakabından çok rahatsızmış. Yürüyüşü dan dun. Bir kız irisi. Güzelce. Bizim merdivenlerde oturuyoruz, Agop’layız. ‘Aaa Çarşaf’ diyor. Çarşaf, Agop’a bağırıp çağırıyor. ‘Sus, Yapma…’ falan diyecek oluyorum Agop’a. O ise, ‘Ama yav Çarşaf değil mi bu?’
Denizde kıpırdanma var.
Sucu Mehmet’in iskelesi. Kulübeden hallice evinin uzantısı. Annesi Halidaaanım. Herkesle ahbap. İskelelerine yanaşan çatanalardan koca koca damacanalarla Hamidiye suyu. Gün oluyor Sucu Mehmet’in iskelesinden denize giriyoruz. İlk kulaçlarımı öğrenmek, zor. Küçük çocuğun boyunu orada aşmıyor su. Bazen Hamidiye suyunu getiren çatanalar aniden basıyor iskeleyi. Panik.
FENER
Yeşilköy feneri çok önemli. Bakırköy sahillerinden denize dalan abiler Feneri görüp dönen abiler. Efsane abiler. ‘Turgut abi Feneri görmüş’. ‘Yapma ya…Valla bravo’. Feneri görenler bir nevi uzun yüzme brövesi almış oluyor. Ben de şöyle kulaçlaya kulaçlaya açılsam, açılsam ; ‘feneri gördüm, işte orada’… Sahilde alkışla karşılanan bir kahraman. Biraz daha büyüsem. Ne var ki en fazla Muhsinlerin yanındaki gazinonun denize uzanmış ahşap çıkıntısı altındaki suda Mukaddes abla Muhsin’le bana başımızdan aşağı elindeki maşrapayla su dökündürüyor. Doğuştan ressam olan Muhsin Kut’ların evlatlıkları Mukaddes ve Nazmiye ablalar…
Büyümüş bebekler olarak bazı kış geceleri Muhsin’le yürüyoruz. Uzun uzun. Bazen bir bakmış Yeşilyurt’un içindeyiz. Islak sokaklarda, ıslak şiir binaların su birikintilerindeki yansımalarına dalmış uzun felsefe kırıntıları. Kara tren Bakırköy istasyonundan çıkar, giderek hız alır, alır ta Yeşilköy’e. Arayı o kadar da uzatmamak; ortaya Yeşilyurt.
Su, su gibi berrak.
BALIKHANE
Çamur Ali’nin mekanı, kralı olduğu yer. Beyaz, kaptan şapkalı, teni neredeyse araba yakın kara. Efe mi efe.
Babam her yıl yaz tatilini Bakırköy’de geçiriyor. Balık tutmak aşkı. O yıl da balıkhaneden bir aylığına bir sandal kiralar. Birkaç gün her şey iyi. Sonrası; elde olta takımları bi gittiğimizde tekne, nerede? Yok. Gözlerimiz oraya buraya derken biz onu değil gezintiye çıkmış teknemiz bizi görüyor. El sallasak da kıçını dönüp açılıyor. Soruyor peder; ‘E doktorcum senin bir de bekçi tutman lazım değil mi yani.’ Teknenin ipini kesmiş biri. Ah o biri.
Yıllar bir duruyor bir geçiyor.
GÜREŞ MAÇI
1948 olimpiyatları. Türkler güreşte takım halinde şampiyon. Nasuh Akar, Gazanfer Bilge, Celal Atik, Yaşar Doğu…‘Türk gibi kuvvetli’ sözü cihanda dalgalanıyor. Türk yenilmez. Kanımız kaynamada. Bir ilerideki mahallenin rum çocuklarıyla takım halinde güreş maçı alıyoruz. Önce ben; sinek siklet. Güreş başlıyor; biraz çekişiyoruz. Sonra rakibim başlıyor beni yerden yere vurmaya…Tuş olmuyor, dayanıyorum. ‘Nasıl olur, bir Türk nasıl bir rum karşısında böyle?...Anlayamıyorum. İşler kötüye; berabere ilan ediliyoruz. İçimde yeniklik.
Cemal için güreş müreş, çocukça şeyler. Öyle düşünmese bile öyle.
PİPO
Lise çağındayım; Cemal’le arkadaşlık edebiliyorum. Bir gece rastlaşıyoruz. Bir şeyler anlatıp duruyor. Uzaklarda gök gürlüyor. Hava sıcak. Sakızağacına yöneliyoruz. Geç bir saat. Kimsesiz sokaklar bizim. Sakızağacından Vita’ya doğru sapıyoruz nedense. Bizi çeken bir şey mi ola? ‘Mahalleyi ayağa kaldıracaksın, biraz yavaş konuş Cemal ya!’ Kafasını sallıyor.
Bir kadın çığlığı ortalığa… Sese koşuyoruz. Panikle evinin kapısını açıp bize şöyle de bir göz ucu atıp içeriye dalan bir kadın. Ve kaçan bir adam. Kaçıyor koşuyor. Cemal piposunu tabanca gibi doğrultuyor, ‘Dur, vururum’! Adam biraz ilerideki tek katlı bir evin bahçesine sığınıyor. Ağaçlar engel, göremiyoruz. Karanlık. Cemal piposunu; , ‘çık ortaya, yakarım’; sesi yeri göğü … Evin kapısından dışarı mavi çizgili pijamalı bir adam, fırlıyor. Elinde tüfek. Tetik üzerimizde. ‘Kimsin?’ Cemal, ‘İbram abi ben Cemal’. ‘Hangi Cemal ‘lan?’ ‘Bildiğin Cemal. Cemal işte’.
Kadına saldıran adam fırsat bu fırsat, sır. Pijamalı adam tüfeğinin, Cemal piposunun tetiğinden ellerini çekiyor. İki silah başlarını öne eğerek susuyor.
Deniz çekiliyor.
Anlattıklarım belki de daha önce oynanmış bir piyesin kaseti; onu mu seyrettik bunca yıl sonra; tozlu raflardan çıkararak?
Monad Balkan
19 Ocak 2024, Ankara