Fayfika
Bakırköy, 1950’lere doğru
SAKIZAĞACI
Ekrem Bey Sokağının çocukları arnavutkaldırımtaşlı sokağın sonundaki asırlık sakız ağacına koştular. Elele tutuşarak ağacın gövdesine sarılmaya çalıştılar. Olmadı, bir kişi daha lazım. Olsun. Çevresinde şarklar söyleyerek döndüler, döndüler.
Göğe baktılar; mavi.
Ağacın o kapkalın gövdesinden tırnaklarımızla reçineler topluyoruz. Çiğniyoruz, ferahlatıyor. Ağaçlar hayatımız. Her bir ağaç bir başka kişilik. Öyle ki sakızağacı adını mahallemize de vermiş: Sakızağacı Muhtarlığı.
Ağaçların kişi olduğu bir devirdeyiz. Biriz, tekiz.
İNCİR AĞACI
Evimizin bahçesinde asırlık birbirine dolanmış iki kocaman incir ağacı var. Ta tepelerine o incecik dallarına kadar tırmanıyoruz incir avlamak için. Hafif rüzgarda bile o dallarda öyle bir sallanıyoruzr ki… Biliyoruz kırılmayacak o ipince dallar; ağaç bizi gözetiyor. Rüzgarla sarılaşarak raksediyoruz.
Orhan bağırıyor, ‘çatlak patlak bir tane şu tepenin ucunda, yok yav daha tepede; gördünüz mü?’ İncirin ballı, olgun olması için kabuğunun çatlak patlak olması lazım. Dağların ardında dürbünle gördüğümüz bir av hayvanın peşine düşer gibi ta tepelere incirin peşine düşüyoruz.
Hava sıcak. Çocuklar sıcağı soğuğu pek fazla hissetmezler. Nasıl hayvanlar sıcakta soğukta oflamadan poflamadan, ses çıkarmadan dolaşıyorlarsa; biz de.
İncir ağacında üçümüzün de, ben Oktay ve Orhan’ın oturma yerleri var. Çok rahat. İncir avladığımızda enfes ziyafetler oluyor. Avdan boş dönenlerin yoldan tavuk alıp eve öyle geldikleri gibi incir avı kesat gittiğinde yine hepimiz yerli yerlerimize oturarak karşı rum bakkaldan aldığımız leblebi ve üzümleri o derin sohbetlerimize katık ederek saatler geçiriyoruz. Bizi görenler ‘ağaçta üç maymun’ diyorlar. Bir şeyler tıkınıp mır mır sesler çıkaran üç maymun.
Hayat bir varsayım; varsayımlar genel kabul görünce hakikat oluyor. Çocuklar göğün mavisinde aynı hayalleri gördüler; güler yüzlü sevecen amcalar, teyzeler başlarını okşayarak güzel günler göreceklerini söylüyorlar. Çocuklar koşuyorlar hakikate.
Güneş de var. Sarı.
YUVARLEDİNMAYHAZ
Ekrembey sokağının çocuklarının ağızlarından düşürmedikleri bir şarkının ilk sözcükleri var; ‘yuvarledinmayhaz’; ağızlarına takılmış bir kere; her yerde her ortamda söylüyorlar. O zamandaki ünlü bir filmin şarkısı.
O gün sakızağacına gönülleriyle sımsıkı sarıldıktan sonra çocuklar yakındaki boş arsaya koştular. Bezden bir topları vardı. Karşılıklı iki kale kurdular. Her kale, yere yerleştirdikleri karşılıklı iki taşın arası. Taşları yerleştirirken ‘yuvarledinmayhaz’; şut atıyorlar ‘yuvarledinmayhaz’. Faul yapsalar, birbirlerine kızsalar, kahkahalı ‘yuvarledinmayhaz’lar…Gol atıyor ‘yuvarledinmayhaz, kaleci topu kurtarıyor ‘yuvarledinmyahaz’. Topun peşinde yuvarledinmayhazcasına koşuşan minik şeytanlar. Hayat önlerinde kocaman uzun bitmeyecek bir yuvarledinmayhaz.
Çocukların en küçüğü Ülker. Ülker de topa vurduğu her tekmesinden sonra bir yuvarledinmayhaz çekip kahkaha atıyor. Arada sırada da ‘fayfika’ diyor. Ülker beş altı yaşında var yok; sözcükleri doğru söyler hele ‘yuvarledinmayhaz’ı bile doğru söyler gel gelelim ağzına nedendir bilinmez taktığı ‘fabrika’ sözcüğünü bir türlü beceremez, ‘fayfika’ der. Fayfikanın belki bir hikmeti vardı, kim bilir.
UZAKTAKİ CENNET
Amerika, Amerika… Bir ütopya; Kaf dağının ardında saklı bir cennet. Her şey orada. Pırıl pırıl üstü açık, üstü kapalı lüks arabalar, yüksek binalar, gıcır dükkanlar, mağazalar, caz, dans, pahalı kıyafetler, kürk mantolar, artistler, Holivut, ışıklar ışıklar, ışıklar içerisinde şehirler, atom silahları, denizaltılar, uçaklar, rahat, mutlu, zengin insanlar.. ..
‘Amerika, Ameeerikaaaa’ … Her bir şey Amerika’da. Ne istersen, hayal ettiğin ne varsa harikalar diyarı işte o efsane ülkede. Dünyaya, barış, uygarlık, hak, hukuk, adalet, bereket, zenginlik vaat eden ülke. Türkiye bir yarımada, tekne gibi; asıl küreklere, doğru Amerika; at demiri, ‘işte geldik seninleyiz Amerika’.
Celal İnce, Türk tangolarının şarkıcısı: ‘Amerika, Amerika, Türkler dünya durdukça, Beraberdir seninle, Hürriyet savaşında…’ yı plaklara söylüyor. Kovboy filmleri, Tarzan ve karısı Ceyn; ‘Vahşiler’ yani Kızılderililer ‘auv auv a auv’ çığlıkları atarak zavallı beyazlara saldırıp duruyorlar durduk yerde.
PİS KOKULU AĞAÇ
Top oynadığımız bir başka arsada da ‘osuruk ağacı’ denen ağaçlar arsanın etrafını sarmış. Gerçekten de çok pis kokuyorlar. Ama seviyoruz. Osuruk ağaçları yayılmacı tipten; çitlerle çevrili Ahter hanımın bahçesinin içine bile edepsizce sarkıyorlar. Ahter hanım zaman zaman onları bahçesinden kovsa da hep oradalar. Topumuz sık sık o bahçeye kaçıyor. Topumuzun Ahter hanımın maydanoz, domates, biber gibi ekili sebzelerine verdiği zarar Ahter hanımı çıldırtıyor, topumuzu vermemekte direniyor. Yalvar yakar, yemin billah, bir daha kaçırmayacağız bahçeye. Bazen de topu elindeki meyve bıçağıyla kesmekle bizi tehdit ediyor.
Tek katlı bir evi var bahçe içinde. Ahter hanım hep aynı yaşta. Bazı insanların yaşı değişmez. Sanırım ellililerinde; ya da öyle gözüküyor. Gözümüzde hep yaşlıca bir kadındı. Ama yaşı yoktu. O devirlerde herkes aynı mı kalıyor; yoksa çocukluklarından beri hep aynlar mı; acaba çocukların gözünde mi büyüklerin yaşı hep aynı? Çizgi roman kahramanları gibi, herkes hep aynı yaşta, aynı görünümde. Çocuklar böyle gördükleri için mi çizgi romanlar ortaya çıkmış yada çizgi romanlar çocukların hayatına karışmış da ondan mı insanlar hep aynı kalıyor? Etrafımızdaki bu değişmeyen insanlara günü gelip ölüm çattığında şaşırılıyor, şok geçiriliyor; yahu nasıl olur, şurada yaşayıp gidiyorduk; aynı mekan, aynı eşyalar. Ahter hanım; dul mu, bekar mı, evlenmiş mi, evlenmemiş mi, anası danası, çoluğu çocuğu, akrabaları, geleni gideni var mı? Bilmiyoruz, bilmek de aklımıza gelmiyor. Çünkü o değişmeyen bir resim. Tek başına bir resim; Ahter hanım.
SİYAH KUĞU
Siyah kuğu hayata bir yerden, belki de bir bacadan sır gibi süzülüp aramıza düşüyor ve dümdüz giden yaşamın gidişi değişiveriyor. Bu hem bir travma hem de tekdüze yaşamdan bir sapma, belki de kurtuluş. Ölüm kısaca budur belki tekrar dirilişten önce. Tekrar diriliş bir potansiyel; bu potansiyeli kullanıp kullanmama kendi kararımıza bağlı. Kartallar, kargalar, küllerinden yeniden doğan Anka kuşu gibi.
Kuğular hep beyazdır. Kuğunun siyahı yoktur. Ama bir gün bir yerde görülüverilebilir. Ola ki o dünyadaki tek siyah kuğudur. Anası babası da beyazdı belki ama Kaosçu Baba kartları yeniden karma ve dağıtma işleminde pek ustadır. Tekdüze giden hayatın akışına bir çomak sokuverir; şaşırmamıza da pek güler. Onun da eğlencesi böyledir kimbilir. Kaosçu Baba olmasa tekdüze hayat mutlak bir hale gelir. Bu durumda hayat hayat olmaktan çıkar, biter. Hayatın bitmesine göz yummak evrenin intiharıdır. Evren ve yaşam harekettir, değişimdir. Kaosçu Bababmız bunu bilir. Gözleri üzerimizden kalkmaz.
Çizgi roman kahramanlarının hiç ölmemesi Kaosçu Babayı kızdıran tek şeydir. Biz de Kaosçu Babanın çizgi romanlar karşısındaki bu aczine pek güleriz. Ahter hanım hiç ölmedi. O hep Ahter hanımdı, öyle de kaldı, kalacak. Hayat aksa da dursa da.
İMZALI
Köşedeki Rum bakkaldan gelip gidip ciklet alıyor, çılgın bir merak içinde acele kağıdını açıyoruz; içinden acaba hangi kovboyun resmi çıkacak; Roy Rogers, Ken Maynard, Gene Autrey… “Amerikan kovboyları, aslan Cinotri.” Asıl marifet ‘imzalı’yı yakalamak.
İmzalı, çiklet kağıdını açınca içinden bir Amerikan kovboyunun resmi yerine imzalı bir kağıdın çıkması. Ben birkaç yıl bu çikletlerden imzalıyı bulmak için deli gibi uğraştıktan sonra sonunda çabalarımın semeresini aldım. İmzalıyı buldum.
İmzalı demek ödül demek; ne olduğunu bilmediğimiz bir ödül. Ödülü Bakırköy’den kalkıp taa Sirkeci civarındaki bayie gidip almak lazım. Öyle de yaptım. Sevinçten çıldıracak bir halde Bakırköy’den çuh çuh kara trene bindim; Sirkeci’deki dükkanı araya sora buldum. İmzalıyı gururla çıkarıp verdim. Karşılığında bir kutu şekerleme verdiler. Oysa imzalıyı bulmak için çılgınca aldığım çikletlerin toplam bedeli bu bir kutu şekerlemeden bilmem kaç kez daha fazlaydı. Mahallede sevinç ve övünçle şekerlemeleri arkadaşlarıma ikram ettim. Benden başka imzalıyı bulan yoktu, olmadı da.
İNŞAAT
Çok fazla yıl geçmedi; zaman zaman bir ritüel halinde sarıldığımız muhteşem sakızağacının pek yakınında bir inşaat yükselmeye başladı. Ağacımıza zarar gelecek diye hayli endişeli günler geçirdik.
Gök mavi, yer sarı; sonbahar.
Kısa zamanda inşaat döndü dolaştı karşımıza dikildi; bir fabrika!... VİTA margarin fabrikası. Hollandalılar kurmuşlar. Yöneticiler ve personel yakınlardaki Novotni binasında yaşıyorlar. Novotni yüksek duvarları, uzun yemyeşil ağaçlarıyla kendisini gizleyen, hemen denize inen bir çıkmaz sokağın sonunda art nouveau bir bina. Sokağın sonu demir parmaklıklarla örülü, kapalı. Novotni’nin önündeki deniz suyu tertemiz olduğu için oraya sandallarla denize girmeye gidilirdi.
Ülker’in dili dönmediğinden ‘fayfika’ diye sayıkladığı şeyin meğerse bir bilinçaltı öngörüsü olduğu ortaya çıktı. O top oynadığımız arsanın hemen yakınında işte bu fabrika kuruldu. Ülker de artık doğru dürüst ‘fabrika’ demeye başladı. Memlekette tereyağı ve zeytinyağından hızla vazgeçildi. Artık modern olduğumuzu algıladığımız bir devre girmiştik; modern sayılan Vita yağı diğer tüm yağları piyasadan sildi geçti. Muhteşem Trabzon ve Urfa tereyağları ki bizim eve de giren yağlardı, kovuldular. Vita önüne geleni yakıp yıkıyor, memleketin içerisine, derinliklerine doğru yağmur ormanlarında kendine sağa sola pala sallayarak ağaç dallarını kese kese yol açan inatlı ve sebatlı batılı kaşifler gibi kararlılıkla ilerliyordu.
Ülker… Ve fayfika. Kaç yıl önce kendisinin de nedenini bilmediği halde diline takılan sözcük. İşte tüm haşmetiyle artık cisimlenmiş bir halde karşımızda. Zaman kayması mı? Ülker’e malum mu olmuş? Ülker o minicik hayatında bir fabrika görmüş değildi. James Joyce da bir romanında ‘quark’ sözcünü kullanmıştı. O tarihlerde atomaltı fiziğe inilmemiş ve ‘quark’ diye bir şey de duyulmuş değildi. Acaba Joyce, ‘quark’ dedi diye mi quarklar kendilerini görünür kıldılar? Ülker de ‘fayfika, fayfika’ diye sayıklamasaydı bir gün gelip o koca VİTA fabrikası kurulmayacak mıydı?
Modernleşmek… Amerika bizim rehberimiz. Güzelim el dokuması halılar satılıyor yerlerini makine halıları alıyor. Yeni yeni naylon mallar piyasalarda boy gösteriyor. Herkesler naylonlara koşuyor. ‘Evlenmeyin bekarlar naylon kızlar çıkacak’ şarkısı radyolarda; bekarlar tatlı hayaller kuruyorlar. Naylon çoraplı muhteşem bacaklar sokak afişlerinde göz kırpıyor.
İçleri evcek tüketilmiş boş Vita tenekeleri kah sokakta çöp tenekesi, kah saksı oluyor pencere pervazlarında; gelen geçene yeşille kırmızının harman olduğu muhteşem petunyalar yazık ki aşağı, bir kültürün kibirli bir temsilcisi, bir külhanbeyi narası haline geliyordu.
Margarin sözcüğü o zamanlar duyulmuş bir şey değil. Vita yemeklerde; ekmeğin üzerine sürüp yemelerde, her yerde her zaman Vita. Resmi ihaleler ‘şu kadar Vita alınacaktır’ diye çıkmaya başladı. Sanki başka Vita varmış gibi. Bakkala gidip margarin istesen ‘o da ne’ derdi sanıyorum. Vita, sadece Vita.
Bir de türkü çıktı; ‘zeytinyağlı yiyemem aman, basma da fistan giyemem aman, ben sana efendim diyemem aman’. Fayfika harıl harıl çalışıyor memleketin her hanesine Vita yetiştirilmeye çalışıyordu. Bakırköylüler genci yaşlısı Vita’da bir iş bulma derdinde. İlçenin delikanlılarının ideali liseyi bitirip gene ilçeden bir kız; evlenip Vita’da bir iş.
Sakızağacı öyle duruyordu ama içimizde bir burukluk; ağaca sarılarak el ele şarkılarla yerine getirdiğimiz ritüeller eskisi gibi değildi. Neşemiz bayağı kaçık; birbirimize ve hatta kendi kendimize dahi belli etmiyoruz.
Sakızağacı Muhtarlığı tabelası yerinde durdu kaldı hep.
Zamanı geldi Vita da tarihe karıştı. Fayfika yok oldu. Zaten kalb hastalıkları de başını alıp gitmişti. Margarinden dolayı dediler sonraları. Kolestrollü denen tereyağı yeniden dirildi, özlediği mutfaklara göz kırpmaya başladı; zeytinyağı en faydalı yağ olarak kendini tıp dünyasına kanıtladı. Zararlı denen şeyler bir otuz yıl kadar sonra tam aksi yararlı sayılıyor. Tıp bilimi bu kadar kısa sürede değişiyorsa bilim midir? Yirmi otuz yıl aralıklarla kesin diye bize belletilen bilgiler bir günde değişiveriyor. Bir durun yahu, bi durun.
Yıllar çabuk geçti. Ekrembey sokağının çocukları büyüdüler; sağa sola dağıldılar. Başka başka dünyalara dalmış gitmişken ‘yuvarledinmayhaz’ şarkılı film mucizevi bir şekilde günlerden bir gün karşıma çıkıverdi; Walter Huston, Kay Francis, Gloria Warren;; artık biraz ingilizce de öğrenmişim : ‘you are always in my heart’! (‘Her Zaman Kalbimdesin’)
Gök mavi, yer sarı, incirler ballı mı ballı. Hem de çatlak patlak. Amcalar, teyzeler, ağaçlar ve deniz.
Monad Balkan
14 Ocak 2023, Ankara