Dostoyevski’nin biyografilerinde özel hayatında nasıl bir rezil yaşamı olduğu, karakterinin de pek sağlam olmadığı gibi noktalara değiniliyor. Keza Beethoven’ın çekilmez kişiliği, Van Gogh’un nasıl bir ruhsal bozukluk içinde olduğunu biliyoruz. Konumuz bu değil.
Ben şahsen eserlerine bayıldığım yaşayan sanatçılarla pek tanışmak istemem. Genelde büyük hayal kırıklığı oluyor ve bu maalesef ister istemez eserlerine bakış açıma da olumsuz yönde etki ediyor.
Neyse Dostoyevski’yle tanışma imkanım, en azından bu dünyada mümkün olmadığına göre onun filozofisinin, aforizmalarının, insan denen muammayı nasıl incelediğinin ve gözlemlediğinin bir takdircisi olduğumu sanatçılarla ve onların kişilikleriyle karşılaşma ürküntüme karşın belirtmemde, yarar var.
Diyor ki, mealen, ‘ insanın kendisinin ait olmadığı bir yerde zorunlu olarak bulunması çok sarsıcı bir duygudur’
Gerçekten bu çok sıkıntılı durum insanı bunalıma ve varlık duygusunun giderek yitirmesine yol açar. O ortamda giderek yalnızlaşır ve adeta görünmez bir hayalete dönüşürsünüz. Kendi kendinizin hayalini kendinize karşı da yitirince başkalarına da görünmez olursunuz. Şizofreninin de başladığı yer burasıdır.
TEKRARLAR
Caz sanatçısı vokalist ünlü Billie Holiday de şunu söylüyor, ‘Ben aynı şarkıyı iki gece üst üste söylemeye dayanamıyorum. Bunu yapabilenlerin yaptıkları artık müzik olmuyor. Başka bir şey, ne bileyim, sanki egzersiz, tekrarlayarak öğrenme, gereksiz bir geveleme…’
Tekrarların tekrar edilen şeyin değerini düşürdüğünü biliyoruz. Andy Warhol’ün Marilyn Monroe portre tekrarlarını anımsayalım. İkon seks ilahesini nasıl param parça ettiğini… Aslında böylelikle Monroe’nun esas bakire ruhunu nasıl ortaya çıkardığı da ayrı bir dehâ işi. Warhol’u Warhol yapan da bu. Herkes resim yapar, beste yapar, şiir yazar, aktörlük vs yapar. Ama tarihe geçenler, çığır açanlar, yeni bir bakış açısı yakalayıp bunu topluma sunanlardır.
Tekrarlama metoduyla bir imajı silip saf aslına ulaşma fikri, benim bildiğim, Warhol’un dışında sanat tarihinde yok.
Öte yandan, Warhol diyor ki, ‘bir şeye odaklanıp sürekli bakarsanız, o şey giderek flulaşır ve anlamını yitirir. İşte o zaman kendinizi daha iyi ve boş his edersiniz.’ Bu tamamen bir meditasyon tekniği aslında. Warhol acaba bu meditasyon tekniklerinden yararlanarak mı bu çığır açan tarzını geliştirdi?
Öyle de olsa değişik kulvarlardaki görüşlerden kıvılcımlar yakalayarak birbirleriyle kaynaştırıp sentez yapmak da gerçek entelektüellerin işi.
SİMÜLASYON
Baudrillard, imajkonuların (simülasyon) içinde yer alan olay, kişi ve şeylere simülakr adını veriyor. Bir şeyin aslı varken onun yerine getirilen şeye Baudrillard modasından önce fetiş derdik. Şimdi simülakr diyoruz.
Bu vesileyle Van Gogh’a değineyim. Onu intihalcilikle suçlayanlar şunu görmüyorlar; Gogh, hayranı olduğu örneğin empresyonist ressam Millet’nin kompozisyonlarını tuvallerine aynen almış fakat o zamana kadar görülmemiş bir tarzla yeniden yorumlamış ve postempresyonizm denen tarzın da öncüsü olmuştur. Millet empresyonist, Van Gogh kendisi de bilmeden postempresyonist idi. Çığır açan insandı. Bize dünyanın bir başka bakış açısından da görülebileceğini gösterdi.
Bakış açıları, algı operasyonları da birer simülasyon, içindeki unsurlar da simülakrlardır. Realite sanarak içerisinde yaşadığımız şu dünya âlemi de bir simülasyon ve bizler de birer simülakrız.
VAROLUŞ
Gelmek istediğim nokta bir varoluş sorunsalı. Simülakrların saklı olan esas realiteyi nasıl görecekleri, yaşayacakları.
Billie Holiday tekrarlardan dolayı müziğinin sıradanlaştığını hattâ yok olduğunu hissediyor. Tekrarlar, Monroe’daki gibi Holiday’i hakikatler dünyasına sürüklüyor. Kendisi bunun farkında mı, bilmiyorum.
YABANCI
Dostoyevski’ye dönüyorum şimdi.
Düşünelim, bilmediğiniz bir dil konuşan, bilmediğiniz âdet, gelenek, görenek ve alışkanlıkları olan bir halkın içine düştünüz; onlar da umursamaz insanlar, sizi görmezden geliyorlar çünkü onlara yabancısınız… Kendinizi yok hissedersiniz ya da büyük acı çekersiniz. Varlığınız yara alır ya da yok olur. Kimse varlığınızı görmez dolayısıyla siz de artık kendi varlığınızdan haberdar olmazsınız.
Bir de yabancı bir toplum içerisinde olmayıp da bu dünyaya yabancı kalan insanlar olduğunu da bilinçli bilinçsiz farketmişizdir. Her şey onlara yabancı gelir. Camus’nün ‘Yabancı’ romanında anlatmak istediği tam da buydu hatırladığım kadarı. Bu yabancılık içerisinde umursamaz da olursunuz. Çevrenizdekilere olan, sizin kendinize de olan iyi veya kötü şeylere kayıtsız kalırsınız. Ve sadece bu dünyaya değil kendi kendinize de yabancı olur, kendinizi reel hissetmemeye başlarsınız. Ve kalıbınızdan iğrenirsiniz.
UZLAŞI
Bu iğrençlikten kurtulmak için etrafınızda gördüğünüz ve reel olarak kabul ettiğiniz kişiliklere bürünmeye kendinizi zorunlu hissedersiniz. Dolayısıyla tümüyle yapay bir kişilik içerisinde yaşarsınız. Zaman zaman da farklı kişilikleri rol model olarak alır farklı kişiliklere bürünerek yaşarsınız. Bu durum içinizde reel olmama sıkıntısını büyütür büyütür bir gülüşünüz dahi hıçkırığa dönüşür.
Oysa ne yabancı kalmak ne de yapay kişiliklere bürünmek yerine saf, olaysız, bembeyaz boş tuval halindeki ruhunuzu dinlerseniz, onu yaşarsanız içinde bulunduğunuz yabancı aleme kibirden uzak uyumlu bir hoşgörü halinde bakabilirsiniz. Tıpkı çocukları, hayvanları gördüğümüz ve sevdiğimiz gibi. Tam bir uzlaşı (reconcilation) hali.
Aslında ‘YABANCI’ olan kişinin ayırdında olması gereken hâl, bu âlemin, yıldızlarıyla, gökleriyle, insanları, hayvanları, mikropları vs her şeyiyle bir bütün halinde simülasyon ya da matriks içerisinde olduğunu ve herkesin, kendisi de dahil bu simülasyon içerisinde birer simülakr olduğudur. Esas uzlaşı da budur.
Sevginin kaynağı da budur; simülakr adaşlarınızla bir kader birliği hali.
KÖPEK
Dosteyevski’nin uzun zaman kürek mahkumu olarak Sibirya kamplarında bulunduğunu biliyoruz. Burada geçirdiği yıllar içerisinde birlikte yaşadığı çok çeşitli suçlarla mahkum olmuş diğer mahkumları yakından gözlemlediği, analiz ettiği kesindir. İnsan ruhunun derinliklerine dâhice inen romanlarını böyle yazdığını düşünüyorum.
Ünlü bir anekdotu vardır:
Dostoyevski mahkumlar kampındayken oralarda ortalıkta dolaşan bir köpek varmış. Gelen geçen mahkum köpeğe bir tekme atarmış. Köpek yanından bir mahkum geçerken tekmesini atması için dönüp popo tarafını takdim edermiş. Dostoyevski bir gün köpek kendisine poposuyla tekmesini atması için pozisyon almışken tekme atmak yerine köpeğin başını okşamış. Köpek dehşet içinde kalmış; bağırarak, uluyarak oradan hızla kaçmış.
O köpeğin doğal ortamı bu; tekme yemek. Herkes kendi ortamında kendisini güvende hisseder. Köpek de öyle. Ancak tekme yerine başı okşandığında doğal ortamı bozuluyor. Kaos. Ortamına güveni kalmıyor. Korkudan titreyerek kaçıyor.
Güven ortamının yanı sıra burada realite sorunsalı da var. Köpeğin algıladığı realite tekme yediği ortam. Başı okşandığında realitesi kayboluyor. Hayvan kendi hakikiliğini yitiriyor. Hayalet oluyor. Dehşet…
INGMAR BERGMAN
Favori film yönetmenim İngmar Bergman’a geliyorum.
İlginç bir anısını anlatıyor. Hayli gençken hastalanmış, ameliyat olmuş. Ameliyata girerken önce tabii cerrahlar anestezi yapmışlar.
‘Uyuyordum’ diyor. Ama tam da uykuda değilmiş. Altı saat kadar böyle kalmış. Zaman durmuş sanki onun için. Varlık durumundan varolmama durumuna geçmiş, öyle diyor. Ancak gerek kendisinin, gerekse her şeyin bilincindeymiş. Sonra bilinci de yavaşça ve sonunda birden kapanmış. Varlıktan yokluğa geçişti bu, diye ifade ediyor. Merak edenler şu linke bakabilirler: (https://www.youtube.com/watch?v=_DwcKmICzmw&feature=share&fbclid=IwAR3_-4IXT5IJHktXzXQ8_BrDOUkw66NauIYrrh-IAmZWq6ZlsbuHD6CLuxE)
Burada aslında Bergman’ın varolma durumundan varolmama durumuna geçiş sandığı şey tam tersi; içerisinde yaşadığımız fenomenal âlem bir simülasyon; bizler de zavallı simülakrlarız. Simülasyona yanlış olarak bir ön kabul içerisinde realite diye bakıyoruz. Zavallı simülakrlar aslında varoluş değil varolmama durumunda bulunurlar. Ne var ki kendilerini varolma durumunda sanırlar.
Bergman bu simülasyonun dışına çıktığı için esas varoluş durumuna geçiyor. Bu düzeydeki kişi sadece kendi öz varlığını hissetmektedir. ‘Madem hissediyorum öyleyse varım’ durumudur bu Descartes’a inat; sadece saf hissi hissediyorum; başka da hiç, hiçbir şey. Beş duyumuzla değil bambaşka bir şekilde. Bu harikulade bir duyguydu, diyor Bergman. Zaman da yok olunca sonsuzlukça bir duygu.
Ama, diyor devamla Bergman, beni bu duygu içerisindeyken biri gelip dürterek o alemden çekip çıkartarak bu fenomenal aleme sokarsa… İşte felaket. Hele sen şunları şunları yaptın cehennemliksin falan… Aman Allahım.
BULANTI
İçerisinde bulunduğumuz ve realite olarak bize bir şekilde algılattırılan dünya Bergman’ın içine daldığı o saf âleme göre banal, vülger, âdi, alçak, boş bir dünya. Dolayısıyla bu âlemdeki varlığımızdan iğrenme duygusuna kapılabiliyoruz. Sartre’ın ‘Nausea’ (bulantı, tiksinti) romanındaki kahramanı Roquentin gibi.
Aslında varoluşundan tiksinme sadece simülasyon dışı alemi tatmış kişilere özgü değildir. Tüm insanlar nedenini bilmeden ve de kendi kendilerinden iğrendiklerini de bilmeden yaşar giderler. Bence bunun en büyük nedeni, insanların, doğma, büyüme, yeme içme, hayatı sürdürme, üreme, ölme gibi tekrarlar halinde belli bir zaman ve mekânda belli limitler içerisinde debelenirken sadece basit kimyasal algoritma varlıklar olduklarını bilinçaltlarında hissetmelerinden kaynaklanıyor.
Roquentin, varlığından iğrendikten sonra canlı cansız her şeyin artık özgür olduğu kanısına varıyor. Çünkü varlıklarının bir kökeni, bir meşruluğu, bağımlılığı yoktur. Öylesinedir.
Egzistansiyalistlerin varoluş felsefeleri aşağı yukarı budur. Bu Nietzsche’nin ‘Tanrı öldü’ feryadıyla bir paralellik gösterir mi?
KAOS VE İNTİHAR
Gide gide vardığımız bu yeni özgürlük kavramının bulunduğu noktaya da kaos diyebiliriz. Kaos sözcüğü insanları ürkütmektedir. Aksine kaos yeni ve daha anlamlı bir hayatın aranmasında bir başlangıç noktası olarak düşünülmeli.
Özetle bu simülatif dünyada yaşamak, sadece fiziken yaşamaktır. Farkındasız ve bilinçsiz bir bedenle.
Mesela, özellikle heykellere saldırılması olayını ele alalım. Bu sadece dini motiflerle ilgili değil. İnsanlar kendi boş varlıklarının, cansız heykeller gibi sadece bir kalıp olduğunu görüyor ve içlerinin boşluğunu korkunç bir şekilde his ediyorlar. Derin, karanlık bir kör kuyu. Yaşayan ölüler; belki de hayaletler. Heykeli kırmakla aslında kendilerini öldürüyorlar. İntihar. Çünkü nedenini bilmeden kendilerinden iğreniyorlar.
POST’LUK
Postmodernizm, realite sonrası (post truth), sanırım bu varlık bunalımının artık derinden hissedilmesi sonucu ortaya çıktı. İnsanlar bir şekilde ama bilinçaltlarında simülakrlar olduklarını hissettiler ve içinde yaşadıkları realiteyi yani simülasyonu değiştirip başka bir simülatif aleme geçerek simülasyon dışı kalacakları yanlışına düştüler; bir esaretten diğerine geçiş…
PANDEMİ BAHANESİ
İşte küresel efendiler mevcut simülasyonu kitleler için değiştirmek ama kendilerinin ise bu yeni simülasyona girmeden bir nevi tanrıcılık oynamak istiyorlar. Bu Nietzsche’nin deyimiyle tam bir ‘tanrı öldü’ çığlığı. Ölen tanrının yerine kendileri geçerek faşist bir tanrı olacaklar. Cennet diye cehennemi bu dünyada kuracaklar. Dante’nin kulakları çınlasın.
Hitler de kadim gamalı haç sembolünün (çarkıfelek) dönüş yönünü tersine çevirerek tersine simülasyon yapacağının simgesini oluşturmuştu. Sanırım Descartes’ın cini buna engel oldu. Bu cin bakalım küresel efendilerin bu postpandemi dünyası hayallerini de engelleyecek mi?
PATAFİZİK
Alfred Jarry’nin (1873-1907) felsefesi. Patafizik, bilimin felsefesi oluyor. Ancak bu, bilimin bir parodisi, bilimin komikleştirilmesi. Örneğin, gerçeğin üzerimizdeki tiranlığı, zorbalığı bizi yalana; mantığın tiranlığı da deliliğe saygımıza yol açıyor, diyor. Evet buyurun buradan yakın. İçerisinde yaşadığımız hologramik, imajrealitenin zorbalığı işte post realite vs gibi düşünüş ve akımlara yol açıyor.
Burada Erasmus’un Deliliğe Övgü adlı kitabı akla geliyor. Erasmus’a göre, benim anladığım, tüm bu simülasyon içinde farkındasız olarak yaşayanlar deli; farkındalığa erişmiş olanlar ise delilikten bilgeliğe terfi eden kişiler.
PLATON VE MAĞARASI
Tabii şimdi akla Platon da geliyor.
Mağara; ünlü mağara alegorisi. Hani mağarada doğup yaşayan insanlar hakikati mağaranın duvarına akseden dış dünyadaki yaşamın gölgeleri olarak algılıyorlar da dışarı çıkıp oradaki karşıt hakikatı görenlere deli diyorlar. Aslında dışarı çıkıp da geri dönen kişi mağarada kalanların deli olduğunu anlıyor. Ama ne çare…
Bir de şu var; dışarı çıkan kişi o dış mekânda hiçbir şey olmadığını görmüş ve esas yaşamın hiçlik olduğunu, saf özlük olduğunu algılamışsa… Demek ki içeridekilerin gördüğü ya da yaşadıkları hayat kendi hayallerinden başka bir şey değil.
ÖTE VAROLUŞ
Buradan ÖTEVAROLUŞ adını verdiğim felsefemize geliyorum; içinde yaşadığımız simülatif realite bizim dışımızdaki herhangi bir kişi veya yaratığın bir bilgisayar oyunu değil; bizzat kendi kendimizin kurduğu bir pseudo (uydurma) realite alanı. Kendi yazdığımız senaryoyu oynuyoruz; kendimize de senaryo yazdığımızı unutturuyoruz ki oyunumuz reel gözüksün. Senaryo dışındaki alan ise öz benliğimiz; saf ve boş. Öz benliğimiz kendi kendine bir oyun kurgusu yapıyor, içine girerek oynuyor ve böylece kendi kendisini hissetme imkanı elde ediyor. Hepsi bu.
Tabii bu ötevaroluş değil; hayal kurarak o hikâyenin içerisinde kendini bir varlık olarak hissetme hayâlidir sadece. Ötevaroluş içerisinde ise böyle kurgulara, oyunlara gerek yok. Bergman’ın bilinç halidir ötevaroluş. Saf ve boş.
OLMAK VEYA OLMAMAK
Yazıyı Shakespeare ’le kapayalım. Ne diyor büyük üstad, ‘to be or not to be’. İşte bütün mesele bu. Ya simülasyonunun içerisinde paşa paşa mutlu mutlu yaşayacaksın ve aslında ‘be’ (olmak) olmayacaksın ya da simülasyondan çıkarak Bergman’ın dünyasına girerek hakiki ‘be’ olacaksın.
Karar bizim.
MONAD BALKAN
26 Şubat 2021, Bodrum