Modern dünya, standartlar düzeni üzerine kuruludur. Nitekim modern kavramının en önemli özelliklerinden biri olan rasyonellik, ancak standartlar mevcutsa çalışabilir. Rasyonel düşünce, bilimsel bilgi rejiminin temelini oluşturur; zira gözlemlenebilir, ölçülebilir, somut veriyle kanıtlanabilir bir bilgi üretme sistematiğinin ürünüdür. Daha önemlisi, bilimsel bilgi yanlışlanabilir bir nitelik arz eder. Deneye dayalı bir çıkarsamanın sonucu elde edilen bilimsel bilgi, bir başka bilimsel bilgi onu yanlışlayıncaya kadar evrensel geçerlilik iddiasını taşır. Ancak, yanlışlanabilir olması onu mutlak bilgi olmaktan ayırır. Böylece bilimsel bilgi dogma gibi sorgulanmaz, eleştirilmez ve değiştirilmez değildir. Kapitalizmin gereksinimi olan ilerleme düsturu, işte bu yanlışlanabilirlik ilkesiyle desteklenir.
Sürekli değişebilen bilgi, yenilik, değişme, icat, keşif gibi kavramları yücelten modern kültürün temelini oluşturur. Modern, bir yanıyla sanayi kapitalizminin tümelleştirici kültür dünyasını oluşturur, ancak diğer yanıyla bireyi özgürleştiren bir toplum hayatını kurgular. Georg Simmel (1858-1918), modern kültürün özellikle büyük kent hayatında somutlaştığını, yalnızca özgürleşme ya da yalnızca baskılama yönünde bir düzen olmadığını, her ikisinin özelliklerini bir arada bulundurduğunu, bu nedenle ikilikler üzerine inşa edildiğini belirtir. Böyle bir kültür çevresi, geleneklerin yönettiği bir toplum hayatından farklı olarak, bireyi bir yandan özgürleştirirken, diğer yandan onu dış desteklerden yoksun, tek başına karar verme zorunluluğunda olan bir eylem birimine dönüştürür. Birey, kendi kararlarını kendi vermek zorundadır. Artık ona yol gösterecek gelenekler, töreler, âdetler yoktur. İşte bu nedenle aklını kullanmak, bireysel yetenekleri doğrultusunda düşünmek, her kararında ölçülü hareket etmek, ileriyi görmeye yönelik bir hesaplama yapmak zorundadır. Rasyonel düşünmek, bu nedenle modern çağda hem ekonomik anlamda bir gereklilik hem ahlâkî bağlamda bir erdem olarak öne çıkar. Ancak rasyonel düşünmek için vazgeçilmez en temel koşul, zaman ve mekânda süreklilik arz eden, tutarlı ölçülere, diğer bir deyişle standartların benimsenmiş olmasıdır. Aklını kullanarak hareket etmek için dünyanın hesaplanabilir birimler hâlinde örgütlenmesi gerekir. İşte bu nedenle, on yedinci yüzyıldan itibaren, ancak özellikle sanayi çağında hayatın her alanında standartlar oluşmaya ve yayılmaya başlamıştır. Ağırlık, mesafe, hacim, zaman gibi hayatı düzenleyen temel alanlar başta olmak üzere, bireyin karar vermesi için gerekli ölçülerin, tartışılmaz derecede kesinlikli birimler hâlinde standartlaştırılması sağlanmıştır. Toplum hayatının en önemli bileşenlerinden biri ve onun birebir simgesel ifadesi olan müziğin bu standartlaşma sürecinden ayrı kalması elbette mümkün değildi.
Modern-öncesi dönemde müzik, her ülkede her coğrafî bölgede her köyde farklı bir ses düzeniyle icra edilirdi. Hatta aynı yörede aynı müzisyen farklı zamanlarda farklı akort kullanabilirdi. Diğer yandan ses sistemleri de yöresel farklılıklar gösterebilirdi. Üretim aracının toprak, toplum hayatının sabit, zihniyetlerin sorgulanmaz dogmalarla kısıtlı olduğu bir dünyada, hareket etmek, yer değiştirmek, istisnai eylemlerdi. Doğal olarak bölgeler, ülkeler, kıtalar arasında iletişim yok denecek kadar azdı. Daha sonra modern hayatın temel itici gücü olacak olan eylem ve değerler (keşif, icat, yenilik, ilerleme, farklılaşma, bireysellik…), bu tarım dünyasında hem maddî temelleri mevcut olmayan hem ahlâken tasvip edilmeyen kavramlar olarak tasnif edilmişlerdi. Tarım-merkezli üretim biçimi fizikî olarak sabit olmayı gerektirirken, zihniyetler ve toplumsal yapılar da değişmeme ilkesine bağlıydı. Hareketsizlik, doğal olarak insan topluluklarını küçük cemaat yapıları içinde ve yerel ölçekte yaşamaya zorunlu kılıyordu. Geniş bir sahada aynı anlama gelecek ölçü ve değerlendirme birimlerini benimsemenin ne gereği ne işlevi vardı. O nedenle ölçü birimlerinde olduğu gibi ses sistemlerinde de yerelliklere ayrışmış bir kültür dünyası tesis edilmişti. Siyasî-idarî sisteme hâkim olan feodal düzen müzik için de geçerliydi.
Ticaretin ağırlıklı yer kapladığı yeni ekonomi, kökleri belki on dördüncü yüzyıla kadar inse de çarpıcı bir ivmeyi on yedinci yüzyıldan itibaren kazanmıştır. Her ne kadar nüfusun önemli bir kısmı hâlâ köylerde yaşayıp tarım hayatına devam ediyor olsa da gelirin önemli bir kısmı ticaret etkinliklerinden kazanılmaya başlanmıştı. Ticaret, tarımın tam tersine hareketi, değişmeyi, yeniliği, icadı, keşfi cesaretlendiren bir değerler sisteminin varlığını gerektirir. Geleneğin hâkim olduğu bir toplumda merak hiç hoş karşılanmayan bir güdü iken, ticaret-egemen bir hayatta başlıca meziyet hâline gelecekti. İnsan artık cemaatin içinde erimiş, doğanın tesadüfleri ve kaderiyle baş başa, eylemlerini geleneğin cenderesindeki kısıtlı alanda icra eden bir kul olarak kalmayıp kendi kararlarını kendi vermek zorunda olan, bunun için de rasyonel düşünmeye ayarlanmış bir birey olmaya evriliyordu. Nitekim on yedinci yüzyıldan itibaren ulaştırma ağları gelişmeye, önemli yol kavşaklarında konumlanan ya da liman özelliği arz eden şehirler önemli ticaret merkezleri hâline gelmeye başladı. Tarım toplumu nasıl milattan önce dördüncü binyılda Güney Mezopotamya’da şekillendiyse, ticaret toplumu ise on beşinci yüzyılda Batı Avrupa’da temellenmiştir. Yeni ekonominin yeni egemenleri şehir mekânını kendi iktidarının simgeleriyle donatmaktaydılar. Görkemli katedrallerin yerini yükselmekte olan yeni sınıf olan burjuvazinin aile sarayları almayı başlamıştı. İlk kez özel alan kamusala doğru genişliyor, yeni egemenler yeni değerler doğrultusunda insanı merkeze alan yeni bir estetik (Rönesans) ve etik (Reform) dönüşümü destekliyorlardı. Diğer yandan ticaret erbabı, şehrin zamanını da kendi üretim ilişkilerinin cinsinden örgütlüyordu. Zamanı örgütlemenin en temel araçlarından biri kuşkusuz sesleri düzenlemektir. Müzik, tesadüflere, özel dehâlara göre şekillenen bir olgu değil, üretim ilişkilerinin cinsinden örgütlenen politik bir ifadedir.
Burjuva sınıfının tarih sahnesinde eğretilikten tam anlamıyla kurtulup din ağalarının tahakkümüne açıkça meydan okuması Aydınlanma Çağı’nda mümkün olmuştur. Yine de on beşinci ilâ on yedinci yüzyıllarda adım adım alan kazanan bir ticaret sınıfı, bu dönemde sürekli Katolik Kilisesi’yle çatışma içinde olmuş, hatta Osmanlı Devleti de bu büyük üretim biçimi değişmesinin siyasî bulanıklığından ustaca manevralar sayesinde epeyce yararlanmıştır. Modern dünyanın doğuşu, on sekizinci yüzyıl içinde seküler bir zihniyetin oluşmasıyla mümkün olmuştur; zira sekülerleşme eğilimi bireyselleşmenin yapı taşı niteliğini arz eder. Ticaret, rasyonel düşünme, ancak bireysel bir var oluş ve bunun doğrultusunda oluşan bir girişimci tutumla sürdürülebilir. Çeşitli aşamalardan geçerek sanayi aşamasına varan kapitalizm, bir yandan modern değerlerin kurumsallaşmasını desteklerken, diğer yandan en verimli çalışma alanını bütünleştirmek zorundaydı. Böylece sanayi kapitalizminin en verimli şekilde çalışmasını mümkün kılan alan olarak yeni bir toprak tanımı ve bunun cinsinden tanımlanan yeni bir birey kimliği ortaya çıkmıştır. Ulus-devlet, sanayi kapitalizminin en verimli çalışma örgütlenmesini mümkün kılan optimum pazar büyüklüğü ve siyasî sistem olarak tanımlanabilir. Tarım toplumunun kulları ise, bu yeni siyasî birimde birer vatandaşa dönüşmüştür. Ulus-devlet ölçeği, modern ölçütlerle sınırlandırılan ve kontrol edilen toprak parçasında muğlak olmayan, iyi tanımlanmış standartların varlığını gerektirmiştir. Bu nedenle modern devlet, ulusal standartları benimseyen ve dayatan bir siyasî irade sunmak zorundadır. Pazarın git gide genişlemesi, on dokuzuncu yüzyılda kapitalizmi emperyalist bir aşamaya taşımış, böylece standartlaşma eğilimi uluslararası bir nitelik kazanmıştır. Bugün hâlâ toplum hayatının vazgeçilmez ölçüleri olan standartlar, Aydınlanma Çağı’ndan yirminci yüzyıla uzanan süreçte oluşturulmuştur.
Müziğin, feodal dünyanın yerelliklere dağılmış kültür çevresinden, burjuva estetiğinin rasyonel ifadesine dönüşümü, ses düzenlerinin katı standartlar hâlinde sabitlenmesi sonucunu doğurmuştur. Böylece ses sistemi uluslararası geçerlilikte tek bir yapıya dönüşmekle kalmamış, ögeleri mümkün olan en incelikli hesaplamaların sonucunda elde edilmiştir: Sesler, artık ustalardan, atalardan işitildiği gibi, ama yine de muğlak bir şekilde değil, tartışılmaz kesinlikte frekans değerleriyle ifade edilmekteydi. Üstelik müzik eylemi (besteleme, icra etme, dinleme, estetik değerlendirme, kurumları örgütleme ve yönetme, vb.), mükemmeliyet, uyum, disiplin, düzen ilkeleri doğrultusunda, bireylerin bir yandan uzmanlaşıp (farklı tipte çalgılar) diğer yandan yek vücut bir bütünlük (orkestra) oluşturmalarına dayalı bir karaktere bürünmeyi hedefliyordu. Böyle bir uyum düzeni ise mükemmel bir uzlaşı ve eştınlama (sinfonia, συνφωνία) gerektiriyordu. Her çalgının tıpatıp aynı frekanslarda buluşması hem coğrafî-kültürel yorumları hem bireysel farklılıkları ortadan kaldıran bir referans sese göre sabitlenmesi kaçınılmazdı. Böylece konser akordu mevhumu ve ona sabit referans değerini veren diyapazon olgusu ortaya çıkmıştır.
Diyapazon kavramı, öncelikle sabit bir referans sesi üreten U harfi şeklinde ve bir tutma çubuğu olan metal bir nesneyi işaret eder. Bu basit akort aleti 1711 yılında icat edilmiş olmasına rağmen, yaygın bir ses sistemi standardının oluşturulması için on dokuzuncu yüzyılı beklemek gerekmiştir. Diyapazon, bir darbeyle tınlatıldığı zaman, bütün çalgıların aynı nota değerinden akort edilebilmesi için gerekli frekansta sesi çıkaran basit bir nesnedir. Artık sabit ve ortak bir akort sesine başvurarak müzik yapmak gerektiği için müzisyen bakımından o sesi en emin şekilde bulmanın yolu diyapazon kullanmak olmuştu. Diğer yandan diyapazon, bizatihi o sabit sesin adı olarak da tanımlanır. Standartlar modern toplum kurgusunu aşamalı bir şekilde örerken, diyapazon değeri birçok kez değişmiş, tam anlamıyla uluslararası bir standardın kabul edilmesi 1939 yılında mümkün olmuştur. Ancak bu süreçte emperyalist devletler, nüfuz alanlarını yalnızca siyasî-askerî baskıyla değil, kültür standartlarını belirleme konusundaki dayatma güçleriyle de sağlamışlardır. O nedenle on dokuzuncu yüzyıl Fransız, İngiliz, Alman diyapazon kabullerinin mücadelesiyle geçmiştir. Nihayet, kapitalizmin, küresel bir pazarı oluşturmak için yeryüzünü hızlı iletişim ve ulaştırma ağlarıyla ördüğü on dokuzuncu yüzyıl sonu ve sonrasında tam anlamıyla uluslararası nitelikte bir ses sistemi ve ona temel oluşturan diyapazon değeri 1939 yılında kabul edilmiştir. Buna göre piyano klavyesinde bastan tize doğru giderken dördüncü La sesi (La4) 440Hertz değerinde sabitlenmiş, yine uluslararası alanda en yaygın ses sistemi olarak kabul gören Batı Avrupa düzeninin (akademik adıyla “on iki eşit tonlu tampere sistem”) doğru şekilde uyumlu hâle getirilebilmesi için vazgeçilmez önemde bir nirengi noktasını oluşturmuştur. La4=440Hz normu, diğer bütün standartlar gibi bir kabule dayanır. Uzmanların üzerinde uzlaşmasıyla oluşan kabul değeri, ondan türeyen bütün bir sistemin merkezine konumlanır.
Yeryüzünde konum belirlemek için kullanılan enlemler için doğal (Kuzey ve Güney kutup noktaları, Ekvator çizgisi) nirengiler kullanılırken, boylam konusunda yapay bir kabul benimsemek gerekiyordu. Bu da Britanya’daki Greenwich kasabasında bulunan gözlemevi olmuştur.
Aynı şekilde bir kilogramın ölçü birimi, Paris’in Sèvres banliyösündeki Breteuil konağında, özel koşullar altında korunan bir platin silindir olarak benimsenmiştir (günümüzde artık bu nirengi terk edilmiştir). Referans değeri, aynı zamanda dünyayı belli bir şekilde görmenin ve örgütlemenin bir yoludur; zira o değere göre oluşturulan sistem, belli bir etnosantrik bakışı da zorunlu kılar. Örneğin harita çizilirken, nereyi merkez alıyorsa orayı olduğundan görece büyük, kenarlara doğru gidildikçe o bölgeleri de olduğundan küçük gösteren bir yansıtma tekniğine başvurulur. Aynı şekilde, La4 merkezli akort, sesleri, doğada olmayan bir şekilde dizmekle kalmaz, ucu açık bir şekilde sonsuzdan gelip sonsuza giden titreşimleri, kapanan bir sisteme dönüştürür. Kapanan bir sistem tasarlamak, aynı zamanda hiyerarşik bir düzen ve onun iktidar araçlarını kurmak anlamına gelir. Rasyonellik söylemi ile iktidar mücadelesi o nedenle her zaman iç içe geçer. Rasyonel bir ölçü olması için oluşturulan standartlar, paradoksal bir şekilde irrasyonel kabullere ve bunların gerisindeki güç ilişkilerine bağlıdır.
Son tahlilde Max Weber haklıydı: Modern dünyayı belirleyen rasyonel düşünce, her zaman irrasyonel çelişkileri barındırır! Standartların meşruiyeti, rasyonel ölçülerle temellendirilmek istenirken aslında irrasyonel kararlara dayanır.
Diyapazon: İktidarın sureti.
Ali Ergur
01 Nisan 2024, Denizli