Müzik, diğer sanat dalları içinde toplumsal alana en çok nüfuz edebilen estetik ifade biçimi olarak tanımlanabilir. Bu özelliği sayesinde, müzik zamana ve mekâna sürekli olarak sızar. Müziğin sızma ayrıcalığı, onu toplum hayatının her ânında mevcut kılar. Müzik, bu nedenle en öznel deneyimlerimizden en kamusal eylemlere kadar ve geniş bir yelpaze içindeki ortaklıklara eşlik eder. Üstelik müzik yalnızca eşlikçi konumunda kalmaz; toplumsal eylemi yönlendirici, biçimlendirici ve anlamlandırıcı bir işlev üstlenir. Zamana ve mekâna eter gibi sızması, müziği toplumun bir bileşeni hatta aktörü kılar. Bu açıdan değerlendirildiğinde, müzik toplumsalın yalnızca bir izdüşümü ya da metaforu değildir; birçok durumda bizatihi toplumsalın, içinde üretildiği (genor, neşet etmek) mecra ya da matris konumundadır. Bunun en temel nedeni, müzik yapmak için doğanın kaynaklarını (sesler), doğada olmayan bir şekilde dizerek (ehlileştirerek) bir sistem oluşturmanın gerekli olmasıdır. Böylece insan, doğanın doğal seslerine irade ekleyerek kendi varlığını sorgulayabilir konuma gelir.
Kuşkusuz her sanat için bu doğayı dönüştürme eyleminin varlığından bahsedilebilir. Bununla birlikte müzik, diğer sanatlardan matematiksel kesinliğe dayalı sistem oluşturma önkoşuluyla farklılaşır. Plastik sanatlarda, edebiyat ya da şiirde de estetik dayanak teşkil eden bir sistemin varlığı söz konusu olmakla birlikte, bu, müzikteki kadar kesin matematiksel tanımlamalara bağlı değildir. Şiirde aruz vezniyle yazmak, kuşkusuz şairi bir ses düzenine tâbi kılar; ancak aruz (veya herhangi bir söz kalıbı) gibi kendini dayatan bir biçim bile bir çeşit iskelet görevini yüklenir. Plastik sanatlarda ise bu estetik referans tabanı çok daha soyut bir nitelik taşır. Oysa müzikteki ses sistemi, doğa seslerini frekans değerleriyle tanımlayan matematiksel bir sisteme dönüşmeye çok daha fazla eğilimlidir. Diğer bir deyişle, bu iyi tanımlanmış sistem olmadan müzik yapmak mümkün değildir. Resim yapmak için ise genel anlamda ve sınırları kesin olmayan (döneminde belli bir yaygınlığı olan estetik kabuller, hâkim güzellik ya da sanatsallık anlayışına uygun) bir referans tabanının olması yeterlidir. Hatta mimarî gibi sanatla mühendislik arasında duran bir üretim alanı için bile malzemeye ilişkin kesinlikler olmakla birlikte yaratıma ilişkin epeyce serbest bir hareket sahası vardır. İlginç bir şekilde, kendi varlığı soyut ve akışkan olan sanatı yapmak için kesin ve katı, kendi varlığı somut olan sanatı yapmak içinse muğlak ve bulutsu bir sistem kullanılır. Müzik, matematiksel kesinliğe dayalı sisteminden uçucu ve sızan bir ifade türetir.
Müziğin bu zaman ve mekâna yayılabilme özelliği sayesinde, onun toplumsal yapı, çatışma ve bütünleşme örüntülerini birebir takip edebileceğimiz bir ayna olma işlevi de açığa çıkar. Bu sayede müziğin sosyolojisini yaparak, içerdiği estetik göstergeleri takip ederek, bunların tekabül ettiği toplumsal süreçleri anlamlandırabiliyoruz. Sesin nasıl örgütlendiğine bakarak, bağlı olduğu toplumsal düzenin mantığını çözümleyebiliyoruz. Kuşkusuz aynı tür çözümlemeyi diğer sanatlar için de yapmak mümkündür. Ancak, müzik yapmak bizatihi normatif bir düzen (ses sistemi, modlar, gamlar, makamlar) tesis etmek anlamına geldiği için toplum düzeninin (normlar, etik ve hukukî düzen) birebir yansıması konumundadır. Renklerin ve biçimlerin tercihi, bir ressam için çok daha belirsiz, sınırları çok daha esnek bir alan içinde yapılır. Oysa müzik, en az rasyonelleşmiş sistemde dahi katı kurallarla biçimlenir. Bu nedenle müzik, diğer sanatlarda olmadığı kadar öngörülebilir araçlarla üretilerek hiçbir sanatta olmadığı ölçüde akışkan karakterde tezahür eder. Onun bu sistemsel altyapısı, müziğin, toplum düzen ve ritmiyle eşzamanlı bir akışa dönüşmesine neden olur. Müzik toplumsalın ta kendisidir.
Bunca toplumsal nitelikle inşa edilmiş olması, az ya da çok kesinliklere dayalı bir sisteme dayanması, müziği, katı bir varlığa dönüştürmesi beklenirken, tam tersine, onu uçucu bir varlık hâline getirir. Nitekim, müzik zamanda var olmasına karşın, mutlak varlığı ancak tek bir anda vardır. Diğer bir deyişle, müzik, bir yandan zamanın sonsuz akışında var olan bir ifade biçimidir, diğer yandan yalnızca tek bir anda var olan noktasal ses inşasıdır. Oysa müzik, hepimizin zihninde bütünsel bir karakter arz eder. Örneğin bir müzik eseri, eğer onu önceden dinlemişsek, zihnimizdeki kütüphanede yerini az ya da çok yapılanmış bir şekilde alır. Bu yapılanma, (1) o eseri ne kadar ayrıntıyla tanıdığımıza (dinleme sayısı ve sıklığı, beğenmeye yatkınlığımız, vb.), (2) ne ölçüde profesyonelce keşfettiğimize (notaya almak, notadan okumak, icra etmek, müziği partisyon olarak bilmek, partisyonu analiz etmek, vb.) bağlıdır. Bu değişkenlere bağlı olarak, müzik eserini bütünsel bir varlık olarak tasavvur ederiz. Müziğin bütünselliğine ilişkin zihnimizde oluşan bilgi, aslında bir varsayımdan ibarettir.
Müzik tasavvurumuz, onunla anda yaşadığımız deneyimi zaman ve mekânda genişletme arzusuna dayanır. Müzik eserini dinleme eylemi sırasında, işittiğimiz ve duyularımızla (işitme duyusunun dışındakilerle de müzik deneyimini yaşarız) algıladığımız ses girdisi, tek bir andaki hissediştir. Müziğin somut varlığı yalnızca o deneyim ânında mevcuttur. Bunun dışındaki müzik tasavvurumuz, ya önceki deneyimlerimizden (müziği bilmek) zihnimizde tortulanan birikim, ya kalıplaşmış beklentilerimiz (hâkim estetik kabuller) cinsinden oluşturduğumuz bütünlük arayışına bağlıdır. Bir tablo koleksiyonuna somut anlamda sahip olabiliriz; ama bir müzik koleksiyonuna ancak zihinsel düzeyde sahip olabiliriz. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz müzik deposu onun teknik nesnelerinden (plak, kaset, CD) ibarettir. Üstelik elektronik ortama taşınmayla birlikte, bu dolaylı sahip olma ilişkisi de büyük oranda yok olmuştur. Dinlerken, anda işittiğimiz müziğin geçmişe ve geleceğe dönük olarak bir imgesini inşa ederiz. Diğer bir deyişle, yalnızca tek bir anda somut olarak var olan müziği hem geçmişe hem geleceğe yönelik olarak genişletiriz. Bir anlamda müziği, onun ontolojisinde mevcut olmayan bir bütünselliğe tamamlamaya çalışırız; zira dünyada oluşumuz hep bir bütünsellik arayışıyla anlam kazanır. Dünya deneyimimizde karşılaştığımız bütün şeyler, olgular, deneyimler, ilişkiler, duygular ancak bütünlük içinde algılandıkları zaman varlığımıza işlevsel bir şekilde eklemlenirler. O nedenle, dünyayla kurduğumuz bütün ilişkileri, onları bir bütünlük içinde tasavvur etmemizi teşvik eden biçimler kapsamında tanımlamaya çalışırız.
Bütünleştirme eğilimi, varlığımızı ve onu saran kozmosun zaman-mekân bağlamını anlamlandırma zorunluluğunun kaçınılmaz bir sonucudur. Varlığımızı anlamlandırmayı başarmak hem bir toplumsal gerçekliğin uyumlu parçası olmak (normal insan olmak) hem doğanın iki ucu açık sonsuzluğu içinde kaybolmamak için gereklidir. Aksi takdirde sonsuz bir kaosun içinde kaybolan bir varlığa dönüşürüz; nitekim bu anlamlandırmayı kuramayan birey, toplumsal olmakta zorlanır; patolojiye dönüşür. Akıl hastalığı, özünde kendi varlığıyla onun dışındaki toplumsal varlığı birleştirememektir. Tam bu nedenle, dünyayla olan deneyimimizde hep bütünleştirme eğilimini hissederiz. Bütünleştirme arzusunun en temel biçimi aşk ilişkisidir. Nitekim âşık olmak, ötekine benden anlamlar transfer etmek demektir; ancak aşkın aşırılığı kendini buradan belli eder; arzu nesnesine onda olmayan nitelikleri saplantılı bir şekilde atfederiz. Aşk bu nedenle en büyük yanılsamadır. Ancak bu yanılsama etkisi, yalnızca aşk için geçerli değildir. Bütün toplumsal deneyimlerimiz, az ya da çok benzer bir anlam atfetme ve yanılsama yaratma eylemleridir. Böylece her birey benzer kodlara atıfta bulunarak ortak bir gerçekliği örmeye katkıda bulunur. İşte müzik yapmak bu kolektif gerçeklik inşasının önemli bir aracı olarak işlev görür. O gerçekliğin geçmişi ve geleceği olması, bizim ortaklık deneyimlerimizi bir bütünlük içinde görmemizi, yani başı-sonu, kendi iç tutarlılığı, toplumsal içinde işlevsel bir konumu, her şeyden önemlisi bir tarihselliği olduğunu bize teyit eder.
Sanatlar içinde gerçeklik inşasına en doğrudan katkıda bulunanı müziktir; zira müzik mekâna ve zamana sızar. Bununla birlikte, müziğin kendi varlığı, bu bütünlük arayışına tamamen zıttır; o yalnızca anda vardır. Buna karşın, bütünlük arayışımızda bize en yaygın şekilde eşlik eden de yine müziktir. Bir tabloyla olan duyusal ilişkimiz, kendinde bir bütünlük arz eder. Tablo, plastik bir nesne olduğu, bütünlüğü zaten onun varlığına içkin (bütünlüğü sayesinde onu bir somut nesne olarak algılarız) bulunduğu için, onu müzikte olduğu gibi zaman-mekânda tamamlamak zorunda kalmayız. Tablo ya da plastik herhangi bir sanat ürünü, kendi nesnelliğini varlığında taşır. Tiyatroda durum biraz farklıdır; dramatik eylem süregider, müziğe benzer bir anda-oluş söz konusudur. Bununla birlikte, tiyatronun aynı zamanda plastik bir boyutu (salon, sahne, dekor, ışık, vb.) vardır; müzikteki kadar bütünleştirme gereksinimini harekete geçirmez. Sonuçta müzik kadar zamana yapışık bir şekilde var olan, ancak zamanla yalnızca noktasal bir ilişki kuran başka sanat dalı yoktur. Bu noktasal, yani anda var oluşu, müziği paradoksal bir şekilde zaman-mekânın bir çeşit mimarî ögesi hâline getirir.
Müziğin doğası, olmakla olmamak arasındaki ince çizgide konumlanma olarak tanımlanabilir. Müziği bunca arzulamamız, toplum hayatının bunca ayrılmaz parçası hâline getirmemiz, onu ondaki anlamları keşfetmenin düşünsel zenginliği dışındaki her türlü eylemimizde eşlikçi, bir çeşit fon gürültüsü kılmamız, bir yandan onun bir kültür endüstrisinin standartlaştırıcı etkisiyle ticari anlamda işlenmesine, diğer yandan var oluş kipinin öncesiz ve sonrasız oluşuna bağlı olarak tanımlanabilir. Anda var oluşu, müziğin kapitalist bir sömürü düzeninin indirgenmiş metâına, dinleyenlerinin de varlık amacını yitirmiş tüketicilere dönüşmesini kolaylaştırır. Oysa aynı anda-varoluş, toplumsalın birleştirici gücünü, birlikte üretmenin coşkusunu, anlam inşa etmenin öznelliklerimizi açığa çıkarıcı gücünü de barındırır.
Müzik anda var olur. Böylece hem tüketimin tutsaklığına hem özgürleşmenin coşkusuna doğru çatallanan bir tercih sunar. Özgürleşmenin yolundan gitmek, müziği boşluk dolduran bir nesne değil, özneliğimizin çoğul anlam katmanlarını toplumsal bir bağlamda keşfetmek için bir rehber olarak benimsemekle mümkün olur.
Müzik özgürleştirir. Eğer onu sahiden dinlersek…
ALİ ERGUR
1 Aralık 2023, Denizli