Müzik, geniş bir müziksever kitlesinin basmakalıp bir fikir olarak ezberlemiş olduğu gibi, güzel seslerin uyumu değildir. Müzik, bize hoş vakit geçirten, duygulara hitap eden, çoğu zaman eğlence kapsamına giren, hayatın garnitürü de değildir. Müzik hayatın ta kendisidir!
Müzik, doğanın titreşimlerini bir ses düzenine dönüştürerek yapıldığı için toplum düzeninin birebir ayna yansıması olarak nitelenebilir. Müzik, insan aklının doğayı dönüştürme yolunda ortaya koyduğu en anlamlı simgesel ifade biçimidir; zira, müziğin kendisi bir dil olmasa da dile benzer bir anlatım, simgeleştirme ve aktarma işlevini yüklenir. Diğer sanatlar içinde toplum düzeniyle bu denli birebir ilişki kuran, zaman ve mekân boyutlarına bu denli sızabilen başka biri daha yoktur. O nedenle, müzik ve toplum hayatı, birbirine sarılmış Deoksiribonükleikasit sarmalları gibidir; birbirinin aynısıdır, birbirinden bağımsız var olamaz. Her ikisi de kolektif bir var oluş için gerekli normatif düzeni hem kurar hem hatırlatır. Toplum hayatı bireyler arasında bağlar kuran, bunları belli bir etik düzene tâbi kılan, bu düzenlemeyi estetik düzleme yansıtan normlarla örülüdür. Bireyler arası bağları ören en kuvvetli araç müzik olarak tanımlanırsa, bu abartılı bir iddia olmayacaktır.
Toplu eylemlerin neredeyse tamamına müzik eşlik eder; çoğunlukla da müzik sayesinde bütünleşmeci bir karakter kazanır. O nedenle müziği yalnızca yan ürün, tamamlayıcı öge olarak tasavvur etmek doğru olmaz; müzik kolektif bilinci inşa eder. Müziğin toplumsalı yapılandırması, onun anlıksallığına uygun olarak, şimdiki zamanda cereyan eder; ancak, müzik yinelenebilir bir ifade olarak, aynı zamanda geçmişle bağ kurmayı da mümkün kılar. Böylece, kolektif bilincin andaki var oluşu, seslerle örülmüş bir tarihsellik tasavvuruyla derinlik kazanır. Müzik kolektif bilinci kuran, yapılandıran, canlandıran bir etki fâili hâline gelirken, diğer yandan kolektif belleğin de en önemli taşıyıcısı, ekseni, vektörü rolünü üstlenir. Müzik, şimdiki zamanda var olarak geçmişi kolektif belleğe nakşeder. Ortak türküler, ağıtlar, ninniler, şarkılar, marşlar, hatta sözsüz eserler, bir topluluğa o topluluk olduğunu, hangi tarihsel doğrultudan türediğini, neleri biriktirip bugüne geldiğini sürekli olarak hatırlatabilme gücüne sahiptir. Ancak insanın belleği kadar topluluğun belleği de bazı anıları öne çıkarırken diğer bazılarını geriye itme, hatta silme özelliğini barındırır. Müzik, unutma-hatırlama diyalektiğinin her iki yönüne de hizmet eder; unutulmuş olanı geri çağırmaya olduğu kadar hatırlanması acı vereni de gömmeye yarar. Böylece müzik, topluluk için herkesin bildiği bir sır olma özelliğini edinir.
Sosyoloji biliminin kurucu figürlerinden, toplumsalın özüne etkileşim kavramını yerleştirerek mikro ölçekteki çözümlemeye öncelik atfetmiş olan Georg Simmel (1858-1918), insanlar arasında bağ kuran en önemli ögenin sır olduğunu iddia eder. Toplum olmak, onu oluşturan bireylerin her birinin, bir diğeri hakkında bir şeyler bildiğini varsayması, ancak bunu gizlemeye çalışması sayesinde mümkün olur; zira sır, sâhiden böyle bir bilgi olsun ya da olmasın, birinin bir diğerine (ahlâken olumlu ya da olumsuz bir şekilde de olsa) yönelmesini, onunla etkileşime geçmesini güdüler. Simmel, gerçeklikleri negatif ya da pozitif eylemlerle gizleme becerisinin, insanlığın en büyük keşfi olduğu belirtir.1 Sırrı paylaşmanın ya da sır üzerinden ilişki kurmanın en sık rastlanan biçimi aşk davranışıdır. Sır kavramı, eylemin öncesinde ve sonrasında sahip olunan ya da olunduğu varsayılan bilginin duygusal derinliğinin en fazla olduğu durumdur. Diğer bir deyişle, ötekinin, neredeyse hiç güvenlik tampon bölgesi kalmamacasına en özel alanına, en mahremine nüfuz eden nitelikteki bilgiye sahip olmak anlamına gelir. Ancak sırrın derinliği, yalnızca duygusal nitelikte olmaz; derneğin işlevsel, şirketin ticarî, devletin jeo-stratejik sırları da Simmel’in “itiraf edilemez sır” olarak nitelediği kategoriye girer. İttifaklar, çatışmalar, uzlaşmalar, birleşmeler ve çözülmeler geride hep sır paylaşımı ya da sır üzerinden kurulan ilişkiye dayanır. Hatta Simmel, insanların toplumsallaşma gereksiniminin, varlığı derin bir sırrın paylaşılması üzerine kurulu örgütler oluşturmaya yol açtığının altını çizer. Özellikle bu gizli topluluklarda, iç hiyerarşiyi korumak ve bütünlüğü temin etmek için aslında sır olmayan sırların (örneğin gruba yeni girene ya da iç hiyerarşide yükselene verilen sır bilgi) üyelere emanet edildiğini belirtir. Toplumsal bütünleşmeyi, kolektif bilinci perçinleyen temel güdü, bu sırların mevcudiyetleri kadar, onlara her an ihanet edilebilme olasılığının bertaraf edilemez oluşudur! İşte bu sır paylaşımı ekseninde oluşan bütün toplumsallıkların istisnasız tamamında müzik az ya da çok görünür şekilde varlığını hissettirir. Aşkı bir maceraya dönüştüren flörtün (Simmel “cilve” diyecektir) ilk adımlarından ezoterik cemaatlerin kabul süreçlerine, rıza imalâtıyla meşgul iletişim araçlarının (medya, sosyal medya…) duygu ve kanaatleri yönlendirici söylem üretimlerinden (örneğin verilen haberin içeriğine göre görüntünün arkasına hüzünlü, komik, coşkulu, dramatik, vb. duygu çağrışımı yapan müzikler döşemek) diplomatik törenlerdeki güç gösterisi davranışlara kadar müziğin eşlik etmediği, karakter kazandırmadığı bir eylem yoktur. Bir futbol maçında, bir takımın taraftarlarının millî marş ya da kulüp marşını söylemek istemesi, bunu ev sahibi devletin yetkililerinin, bilinçaltına gömülü bir kinle önlemeye çalışması, yalnızca millî kimliği güçlendirici bir etki yapar; üstelik tarihsel birlik ve husumet duygularını geri çağırır. Müzik, kitleleri güruh olmaktan çıkarıp geriye itilmiş aidiyet bağlarını yeniden inşa eder; onları kolektif bilinçle donatır; o bilincin ta kendisi olur. İşte bu nedenle müzik toplumsal-politik işlevinden ayrı düşünülemez; bu nedenle salt estetik bir ürün değildir.
Müzik her çağda hem ayrıcalıkları olmayan halkın kendi acı ve mutluluklarını ifade aracı hem muktedirlerin hükmetme alâmetlerinden biri oldu. Ancak yeryüzünü yaşanmaz kılan, insanı gayrı-insanîleştiren kapitalist düzen, bunun ötesine geçip müziği de alınıp satılması için üretilen bir mala, kârlılık hesabına dayalı bir metâ’ya dönüştürdü. Şarkıların bu denli yavan, ezgilerin bu denli kişiliksiz ve sığ olması, dünyanın acımasızca sömürülmesinden ne kadar bağımsız düşünülebilir? Ancak müzikle uyutulmuş kitlelerin, sömürü düzenine karşı bilinç edinmelerinin yolu da yine müzikten geçiyor. Neo-liberalizmin insanları bencil bireyselliklere atomlaştırdığı, bu sinsi pazarlama stratejisini de özgürlük olarak sattığı bugünün dünyasında, bireyselliğimizi koruyarak toplumsal dayanışmayı yeniden inşa etmemiz mümkün; ancak bu yönleniş, her birimizi (kendimizi sonsuz özgür zannederken) “kör kuyularda merdivensiz bırak”an (Durkheim “anomi” diyordu) gevşeklik, atâlet, tembellik, yönsüzlük sarmalının anlamsızlık dibine doğru çeken konformizminden uzaklaşmayı göze almayı gerektiriyor. Bu Styx ırmağı geçişinde rehberimiz müzik olursa, birlikte eylemenin özgürleştirici gücüne kavuşabiliriz. Ancak bu müzik kulaklıklarımızla salt öznelliğimize özenle tıkıştırdığımız değildir; ortaklıklarımızı keşfeden, kuran ve sürdürendir.
Ancak benzerimizin aynasında var olabildiğimiz için müzik bizi hem birey yapar hem ortak vicdanın bileşeni kılar. Müzik bağ kurar. Baskıyı ve sömürüyü alt edecek olan da müzikle donanmış ortak vicdandır.
ALİ ERGUR
1 Ocak 2024, Denizli
1 Georg Simmel (1996). Secret et sociétés secrètes, Belval: Éditions Circé, 39.