Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yüzüncü yılı tam anlamıyla sivil bir coşkuyla kutlandı. Ulus bilincine sahip bir halkın baskı duvarlarını yıkabilecek güce sahip olduğunu bir kez daha teyit ettik. Burada ‘sivil’ sözcüğünün anlamını açmak gerekiyor. Çoğu yarı-aydının (Adorno buna Halbbildung derdi!) zannettiği, kimi liberal-esinli kamuoyu yönlendiricilerinin (kullanılabilecek en diplomatik terim budur!) kasıtlı olarak çarpıttıkları üzere, ‘sivil’ kavramı ‘askerî’nin zıttı değildir. Sivil, Latince civitas sözcüğünün Fransızca telaffuz edilmiş sıfat hâlidir. Civitas, eski Grekler’in polis (πόλης), Araplar’ın Medine (المدينة) adını verdikleri olgunun birebir karşılığıdır. Civitas, çok katmanlı bir kavram olarak, git gide daha derine, daha felsefî bir öze inen, çok yüzeyli bir prizma gibi anlamlar öbeği olarak nitelenebilir. Civitas, en somut ve görünen anlamıyla şehir anlamını taşır. Örgütlü, az ya da çok mekânsal düzenlemeye sahip, sıkı ya da gevşek bir şekilde sınırlandırılmış, genellikle işlevlere göre ayrışmış bölgelerden oluşan bir toprak parçası ile üzerinde inşa edilmiş binalardan oluşan bütünleşik yapıya civitas adı verilir. Nitekim Antik Çağ’da Mezopotamya’dan Anadolu’ya, Suriye’den Yunanistan’a, eski dünyanın merkezinde ortaya çıkan ilk örgütlü yerleşim yerleri şehir devletleri olmuştur. İkinci olarak, civitas devlet anlamını taşır. Şehrin düzenini mümkün kılan bir devlet aygıtı, her şeyden önce bir denetim, düzenleme ve hizmet sistemi olarak yapılanır. Civitas’ta yaşamak, düzenleyici bir aygıt tesis edilmeden mümkün olmaz. Üçüncü olarak, devlet düzeninin sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi gereken normatif düzen, diğer bir deyişle hukuk sistemi de civitas’ın bir başka anlamını oluşturur. Dördüncü katmanda, civitas, birlikte yaşamanın zorunlu kıldığı bir toplum düzeni anlamını taşır. Dar bir alanda yoğun nüfusun barınması, ayrıca özellikle ticarî etkinliklerin canlılık kazandırdığı işlevsel çeşitliliğin varlığı, katı kuralları olan, sistemli bir toplum hayatının düzenlenmesi gereğini doğurur. Nihayet civitas, toplum düzeninin hem nedeni hem sonucu olan bir toplumsal kurallar bütünü, alışkanlıkların yapılanması olarak tanımlanabilecek ethos (ήθος) anlamına gelir. Kurallara uyarak yaşayan insan, böylece etik bir hayat sürer. Nitekim Aristoteles, insanı diğer hayvanlardan (Antik Grek düşüncesinde insan da bir zoon türüdür) ayıran en önemli özelliği polis’te yaşamasıdır; bu da onu ‘etik aktör’ yapar. Özetle civitas, toplu yaşamanın kurallar hâlinde billurlaşan ruhu olarak tanımlanabilir. Cilalama işlemine polisaj denmesi bu nedenle yadırgatıcı olmamalıdır; poliste yaşayan insan kabalıktan, barbarlıktan uzaklaşır. Bu şekilde bir uygarlık (civilisation, medeniyet, politismos) kurar. İşte bu tanım doğrultusunda, Cumhuriyet kavramının, halk tarafından sahiplenilmesi sivil bir dönüşümü işaret etmektedir. Bu olay kuşkusuz tek başına bir demokratik bilincin geliştiğini göstermez; hatta salt biçimsel bir sahiplenmeyi bile gösteriyor olabilir. Ancak yine de tarihsel gelişimi içinde değerlendirildiğinde, geniş yığınların Cumhuriyet’e, üstelik muktedirlerin aksi yöndeki bütün çabalarına karşın, sahiplenme davranışı sergilemesi anlamlı addedilmelidir.
Cumhuriyet, birçok farklı niteliğiyle anılabilir. Ancak bunların arasında kültüre verdiği öncelik en dikkat çekici olanı olarak ayrıştırılabilir. Nitekim yine Cumhuriyet’in en önemli kazanımları olan laiklik ve kadına verilen değer, bu halk egemenliğine dayalı rejimin temelinin zengin bir kültür hayatı inşa etmesiyle yakından ilgilidir. Cumhuriyet, erdemli insanlar üretme işlevini temelde sorgulayıcı, yenilikçi, ancak geçmişin birikimini çağdaş koşullarda yeniden sentezleyen bir kültür anlayışı sayesinde gerçekleştirebilir. O nedenle, Cumhuriyet koşullarında kültür, yalnızca statik bir edinim toplamı değildir; bir yaşama ilkeleri referansıdır; Cumhuriyet’in ruhudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin mayasında kapsamlı ve dinamik bir kültür tasavvuru bulunması bu nedenle vazgeçilmez önemde görülmüştür. Cumhuriyet ve kültür ilişkisini tartışmak amacıyla düzenlenen bir etkinlik bu nedenle ilgimizi özellikle çekti. Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda güzel bir alışkanlığa dönüşmüş olan “Girişte Solda” söyleşileri 28 Ekim akşamı iki değerli araştırmacıyı bir araya getirdi. Müzikbilimci Ersin Antep ve son yıllarda tek başına bir tarih kurumu gibi çalışan, tarih yazımında pek alışık olmadığımız bir yöntemle, coğrafyada tarihin izini süren Dr. Selim Erdoğan’la “Yarın, Cumhuriyet…” başlıklı bir söyleşi yaptılar. Yazdığı kitaplar ve özellikle tarihi coğrafya üzerinde son derece ayrıntılı bir yöntemle (an be an zaman çizgisini takip ederek, her bir mevziyi keşfederek) anlattığı videolarıyla, sisler içinde, muğlak bir şekilde zihinlere nakşedilmiş olayları bütün belgesel gerçekliğiyle ortaya koyan Selim Erdoğan, düşünsel evrenimizde yeni bir tarih anlayışı penceresi açtı. Daha önce âşinâ olmadığımız yeni bir unvanla, harp coğrafyacısı nitelemesiyle, tarih meraklılarına veya tarihi keşfetmek isteyen yeni başlayanlara çok boyutlu, farklı kaynaklardan derlenmiş, insan öykülerine yer veren, olumlu-olumsuz her boyutu vurgulayan bir anlatımla Millî Mücadele’yi canlandıran Selim Erdoğan yeni bir yetkin tarihçi imgesi sunuyor. İlkokuldan beri her Türk vatandaşının mâruz kaldığı, kalın hamâset tabakasıyla kaplı stilize tarih anlatımını önemli ölçüde yerle bir ediyor. Ancak, bu yaklaşım, bir süredir kimi muhafazakâr çevrelerde rağbet gören sözde alternatif tarih yazıcılığından köktenci bir şekilde ayrılıyor; zira o tür tarihçilik, belgesizlik ya da belge tahrifatı üzerinden yürürken, Erdoğan’ın çizgisi tam tersine, farklı arşiv belgelerinin sentezine dayanıyor. Diğer yandan yine sözüm ona resmî tarih eleştirisi yaptığını ileri sürüp başka bir resmî tarih yazmaya girişen liberal yaklaşımların içerdiği yoğun ideolojik yükle mâlûl olmayan, farklı tipte kaynakları bir araya getirerek harmanlayan bir anlatı kurma becerisini gösteriyor. Ersin Antep ve Selim Erdoğan, Millî Mücadele sırasında, en buhranlı ve yokluk içindeki günlerde dahi Gazi Paşa’nın kültüre ne denli önem atfettiğini gösterdiler. Ankara’nın en zorlu ve ekonomik darboğaz içindeki döneminde bando teşkilâtı kurulmasını, İstiklâl Marşı şiirinin yazılması ve ardından bestelenmesi süreçlerine özel önem atfedilmesini ve başka birçok simgesel değerdeki olayın Cumhuriyet’in mayasındaki kültür bileşeninin kapladığı yeri işaret ettiğini vurguladılar.
Söyleşi sonrasında Murat Cem Orhan’ın Nâzım Hikmet’in aynı adlı şiirini bestelediği Kuva-yı Milliye Oratoryosu’nun ilk kez seslendirildiği konsere katıldık. Büyük şairin bu eşsiz destanı, birçok müzisyeni etkilemiş, genellikle kısmî olarak bestelenmiştir. Ancak şiirin tamamını büyük bir eserde bir araya getirmek ciddi bir iddia anlamına geliyor. Benimsenecek üslûp, kullanılacak orkestranın hacmi ve bileşimi, şiirlerin nasıl seslendirileceği hep aşılması gereken önemli sorunlar olarak bestecinin önünde dev bir engel oluşturur; zira bu tercihler yalnızca estetik mahiyette değildir. Bu nedenle bestecinin öznel yönelimlerine göre çözüme kavuşturulmaları mümkün olmaz. Her şeyden önce şiirin uzunluğu, destansı içeriği ve söylemi, konusunun bir ulusal mücadelenin en incelikli şekilde dile getirilmesi olduğu göz önüne alındığında, Kuva-yı Milliye Destanı’nı müziğe dökmek, estetik bir tasarım olduğu kadar tarihsel bir sorumluluğu da barındırır. Ayrıca, Türkiye’de ulusal tarih yazımına bugüne kadar hâkim olmuş yaygın hamâset söyleminin hilafına, toplumcu gerçekçi bir şekilde insan öyküleri üzerinden İstiklâl Harbi’ni anlatan Nâzım Hikmet’e ihanet etmemek, müziği duygu-yoğun bir catharsis şovuna dönüştürmemek de sorumluluk sahibi bestecinin dikkatle koruması gereken bir nitelik sorunu olarak belirtilebilir. Besteci Murat Cem Orhan’ın bu ince denge gerektiren sorunu önemli ölçüde aştığını ifade etmek yanlış olmaz. Senfoni orkestrası, koro, iki solist (soprano ve bariton), iki solo çalgı (viyolonsel ve klarinet) için yazılmış eseri bizzat besteci yönetti; piyano eşliği ya da solo pasajların olduğu kısımlarda bizzat çalarak (barok dönem besteci-şefini andırır şekilde) icraya katıldı. Destanın bazı kısımları sözlü olarak sunuldu. Bu görkemli eseri Cemal Reşit Rey Senfoni Orkestrası ve Korosu’nun kalabalık kadrosunun yanı sıra solistler Evrim Özkaynak ve Umut Kosman, ayrıca solo çalgılarda Burak Ayrancı (viyolonsel) ve Arda Serindağ (klarinet) icra ettiler. Anlatıcı ise dramatik kurguyu başarıyla yansıtan Özgür Özaslan’dı. Evrim Özkaynak, caz yorumcusu olarak, oratoryo biçimindeki esere fevkalâde uyum gösteren soprano ses renginde parladı. Özellikle Yedinci Bâb’ın o en etkileyici dizeleri (küçük bir kromatik çıkış ve ardından yumuşak bir arpejle aşağı doğru çözülen ezgi: Ay’ın bozkıra yansıyan ışığı) ‘Ayın altında kağnılar gidiyordu’da Özkaynak’ın olağanüstü billur sesi boşlukta yankılanırken gözlerimizin önünde kağnılar ve onları güden cefakâr Anadolu kadınları bütün canlılığıyla yürüyüp gittiler. Besteci Orhan, sinematografik bir dili yakalayıp sinema müziğinden, dramatik bir ezgiselliği takip edip müzikal formunun kalıplarından kaçınmayı becerirken, bir estetik mayın tarlasında yürür gibi titizlikle adımlarını atmış. Bununla birlikte, son yıllarda bestelenmiş benzer içerik ve biçimdeki eserlere oranla sanatsal iddiasını daha yüksek bir çıtaya yerleştirip popüler kalıplardan daha belirgin bir şekilde kaçınabilmiş. Özellikle söz konusu Nâzım Hikmet olduğu zaman, onun temsil ettiği politik mesajlar, müzik eserinin önüne geçebiliyor. Dinleyicinin beğenisi ise bu söz ve politik mesaj ağırlıklı motivasyonla biçimlenebiliyor. Murat Cem Orhan, bu oratoryoda bir yandan uzman olmayan dinleyiciye hitap edebilen bir ezgiselliği yakalarken, diğer yandan karmaşık armoniler, yer yer iç içe geçen kontrpuan dokuları, hatta füg yazısı kullanmaktan çekinmemiş. Bu açıdan bakıldığında, Orhan’ın basit ve ucuzcu çözümlere alıştırılmış kulaklar karşısında belli bir risk aldığını ifade edebiliriz. Özetle Kuva-yı Milliye Oratoryosu, popüler olana fazla göz kırpmadan erişilebilir olmayı, crescendo’lara yaslanan (‘ver coşkuyu’nun müzik dilindeki karşılığı) ancak basit armonik çözümler kullanıp alkışı garantileyen bestecilik örneklerinden ayrışıyor. Kuşkusuz Oratoryo’nun çok coşkulu anları var; ancak buralarda da armonik zenginlik (kakışımlı akorları dengeli şekilde kullanarak) kendini gelişkin bir sanat lezzeti olarak hissettiriyor.
Cumhuriyet’in yüzüncü yılında birçok sanat etkinliği düzenlendi. Birçok Yüzüncü Yıl Marşı bestelendi, çalındı, söylendi. Bazıları bir kez söylenip unutuldu. Bazıları görece yaygın hâle gelmeye aday göründü. Neyin gidip neyi kalacağını zaman gösterecek. Bu marş (ya da şarkı) çokluğuna, bir yandan siyasî iktidar sahiplerinin Cumhuriyet’in yüzüncü yılına yeterince sahip çıkmamaları neden olurken, diğer yandan sivil bir ulusal kültürün oluşmakta olması da bunda önemli rol oynadı. Bir başka deyişle cumhur, cumhuriyetine sahip çıkmayı öğrenirken, civitas’ın parçası olduğunu kültür üreterek idrak ediyor. Bu kapsamda bu satırların yazarı ve eşi Göksel Altınışık Ergur da bir yüzüncü yıl eserine söz yazdılar; besteyi ise Ali Mahmut Abra yaptı.
Eserin marş karakteri olsa da adına Yüzyılın Çağrısı adını vermeyi tercih ettik; zira bu eserin temel özelliği, geçmişe bir selamlama içermesi kadar geleceğe yönelik bir yansıtmaya dayanmasıydı. Yüzyılın Çağrısı, ODTÜ THBT, Boğaziçi Üniversitesi Mezunları – İkinci Bahar Korosu ve Eskişehir Gençlik Korosu’nun bileşimi olan yetmiş kişilik bir koro tarafından “100. Yıl Cumhuriyet Korosu Konseri” kapsamında icra ediliyor. Solistler ise Ayşen Zülfikâr ve Tuncay Kurtoğlu. Alp Sunaoğlu’nun anlatıcı olduğu konser dizisini A. Mahmut Abra ve İsmail Işık yönetiyor. Ayrıca, bir halk müziği orkestrası (İhsan Mendeş, Mücahit Işık, Ahmet Gökhan Coşkun, Mehmet Dal, Harun Yıldız, Aydın Çakmakkaya, Durmuş Çavdar, Gürkan Çakmak) ve piyano (Güneş Yakartepe) eşliğiyle çalgı katkısı, müziği renklendiriyor. Millî Mücadele’nin başlangıcından günümüze kadar şarkı, türkü ve marşlarla bir yolculuk olan konser, 23 Ekim’de Eskişehir’de, 29 Ekim’de İstanbul’da Boğaziçi Üniversitesi’nde icra edildi; 4 Kasım’da ise Ankara’da Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde icra edilecek. Yüzyılın Çağrısı, Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’nin desteğiyle dinleyiciyle buluştu. TGSD, bu kapsamda Yüzyılın Çağrısı için bir video hazırladı (Kayıt, düzenleme, yapım: Hakan Kurşun, solist Güvenç Dağüstün).
https://www.youtube.com/watch?v=8ybIS9NmiDo&pp=ygUgecO8ennEsWzEsW4gw6dhxJ9yxLFzxLEgbcO8emnEn2k%3D
Yüzüncü yılda civitas’ın sivil bilincinin uyandığını gözlemlemek bu karanlık ve kültür çölleşmesi ortamında umut verici bir işaret olarak yorumlanabilir. Klişe ve hamâset söylemini yeniden üretmeyen, emek ortak paydasında buluşan bir Cumhuriyet kutlaması, ikinci yüzyılın nasıl şekilleneceğine ilişkin bir gösterge oldu. Selim Erdoğan’ın tarih-coğrafya anlatısı, civitas’ın salt devlet tanımıyla değil toplum hayatı anlamıyla yeniden şekillenmesi “genç nesillerin iş başında” olacağı bir gelecek hayal etmemizi destekliyor.
Yaşasın Cumhuriyet!
ALİ ERGUR
1 Kasım 2023, Denizli