Türkiye, benzeri az bulunur sağlam bir aydınını kaybetti. Gösterişi, reklâmı, lafazanlığı olmadığı, televizyon kanallarının her konuda konuşabilen gedikli-çubuklu uzmanları arasında yer almadığı, ilgi çekmek ve gündemde kalmak uğruna sürekli kışkırtıcı sözler sarf etmediği, çok yazan ama çok-satar yazmayan bir yazar olduğu için onun gidişini ancak değerini bilenler fark etti. Oysa Türkiye, türü tükenmekte olan çalışkan bir aydınını kaybederek çok eksildi. Uzun süredir kavramlarını, kurumlarını ve değerlerini hızla yitirdiği, doğal ve tarihi hazinelerinin yağmalanmasına ses çıkarmayıp üstüne bir de bunları yapanları ayakta alkışladığı için, Türkiye kendi başına bir düşünce anıtı olan büyük bir aydınını yitirdiğini fark etmedi. Türkiye, aydınların kendi karikatürlerine dönüştüğü bir maskeli baloda bulunmayı reddeden, bunların ancak cemaatler hâlinde var olduğu vasatlık dayanışması liginden uzakta kendi kurallarıyla oynamayı tercih eden, kendini seçen (akademik ustam Ünal Nalbantoğlu buna seçkin yalnızlık derdi) derin bir düşünce insanını kaybetti. Hukukçu, gazeteci, siyaset bilimci, tarihçi, öğretim üyesi Prof. Dr. Çetin Yetkin 17 Temmuz 2024 günü aramızdan ayrıldı. Uzun zamandır yaşadığı Antalya’da toprağa verildi.
Çetin Yetkin, 1939 yılında İstanbul’da doğdu. Estetik felsefesi ve sanat tarihinin önemli isimlerinden Ord. Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin’in yeğeni olan Çetin Yetkin, orta öğrenimini Ankara T.E.D. Koleji’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olup aynı kurumda hukuk felsefesi alanında doktora yaptı. Akademik yönelimli bir savcı yardımcısı olarak İstanbul’da görev yaptı. Yetkin, daha sonra kitaplaştıracağı birçok adlî olayla bu süreçte karşılaşıp gözlem yaptı (Bir Savcının Not Defterinden). Bu sıradan adlî olayların ardındaki tarihsel yükü ve toplumsal-ekonomik bağlamı anlamaya çalıştı. Türkiye’de bu konuda yayınlanmış öncü ve az sayıdaki kitaptan biri olan Türkiye’de Belgelerle 17 İntihar Olayı başlıklı eseri, sıradan insanların büyük kentle bütünleşememesinin ardındaki görünmeyen nedenler yumağını ortaya çıkarmaya çalışır. Özellikle kırdan kente göçüp kentin modern-kapitalist dünyasında var kalmaya çalışan bireyler, köydeki dayanışma sisteminden kopmuş, tekinsiz bir ortamda tutunmaya çalışmaktadırlar. Çoğu zaman ya işsiz ya eğreti işlerde çalışan bu insanlar, hem ekonomik anlamda geçim sıkıntısı çeker hem kültürel anlamda uyum sorunu yaşarken tutunacak dal bulmakta zorlanmakta, bazıları yaşamak için gerekli enerjilerini tüketip umudu yitirmektedir. Onları bu geri dönüşü olmayan yola sevk eden tek bir neden yoktur; intihar, bir dizi etkileşen nedenin taşırdığı son damlanın sonucu olarak tezahür eden olay olarak nitelenebilir. Çetin Yetkin, şimdilerde bilir bilmez herkesin az veriyle çok konuşan “sosyolog” olduğu gibi, kısa yoldan büyük savlar kurmaya (bolca Foucault’lu, Bourdieu’lü soslarla servis ederek) heves etmez. Tersine, adlî olayın bütün teknik ayrıntılarını sergileyerek (“tam ası”, “yarım ası”, ısıtma tesisatına bağlanmış ip, boyunda morartı…) gerçekliğin olabilecek en çıplak resmini sunar. Gerçekliğin bunca çıplak sergilenmesi, onun trajik boyutunu hem silip onu nötr bir olguya dönüştürür hem insanî dramı bir edebiyat eserinde olacağı kadar öne çıkarır. Kapağı açılmadan kapı önünde kalmış süt şişesi (S.E.K. kırmızı ya da mavi yumuşak metal kapak), iyi beslenmemiş bedenlerin rigor mortis aşamasındaki heykelimsi duruşu ve en çarpıcı olarak, bazılarının bıraktığı veda mektupları (kötü bir yazıyla “beni köye kömün” ifadesinden ibaret), bu savcı-gazeteci-toplumbilimci-çağının tanığı aydın gözlemine sessiz ama vurucu bir karakter kazandırır. Çetin Yetkin’in bu az bilinen eseri (belki en az bilineni), onun, savcılık görevinin nasıl yapılması gerektiğini hatırlatan bir manifesto olarak da okunabilir. Savcının ortaya koyacağı ‘sav’ın teknik olduğu kadar toplumsal bir zemine de dayanması gerektiğini, yapılan işin, kendisi hukuk mekanizması içinde güç sahibi olmayan vatandaş adına iddialar kurmak olduğunu, ancak bunun vicdan ve akılla yapılması gerektiğini, savcının hem müdde-i umûmî olduğu hem unvanının başında Cumhuriyet ibaresi olduğunu unutmamak gerektiğini, bu risaleye yakın küçük hacimli eser başarılı bir şekilde ortaya koyar. Ancak Çetin Yetkin’in savcılık kariyerindeki en önemli olay kuşkusuz 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’ndaki kutlamalar sırasında keskin nişancılarca açılan ateş sonucu çıkan panikle otuz dört kişinin can verdiği katliam olmuştur. Çetin Yetkin, bu süreçte bütün kanıtları toplayan ve soruşturmayı yürüten ekibin içinde yer almıştır. Daha sonra Hürriyet gazetesinde tefrika edeceği 1 Mayıs 1977 olayındaki tutarsızlıkları, üzeri örtülen, açığa çıkarılamayan, gizlenen kişi ve ögelerin varlığını, yine bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır.
Çetin Yetkin, tam anlamıyla çok boyutlu bir aydın niteliğini taşır. Savcılık görevinden ayrılıp akademik hayata yönelmiş, bir süre gazetecilik yapmış sonra yine üniversiteye dönmüş, emeklilik sonrasında da gazetecilik etkinliklerini sürdürmeye devam etmiş ilginç bir şahsiyet olarak tanımlanabilir. Bütün bu kimlikleri içinde var olması, maymun iştahlı bir istikrarsızlığı değil, düşüncelerini farklı kanallardan farklı düzeylerden topluma âzamî düzeyde yayma arzusundan kaynaklanıyordu. Ancak bütün kariyer yollarında, derindeki edinimini, hukukçu bakış açısını hep korumuştur; zira Yetkin, hukukun toplumun temel taşı olduğunu iyi idrak etmiş çok boyutlu bilge bir aydın olarak, ortaklığın, hak mevhumunda uzlaşma anlamına geldiğini, çatışma ve istikrarsızlıkların bu uzlaşmanın sekteye uğramasından kaynaklandığını iyi görüyordu. Bu açıdan Çetin Yetkin, o alanda hiçbir zaman bir iddia sahibi olmasa da o unvanı bolca ve rahatça kullanan nice “sosyolog”dan çok daha iyi bir toplumbilimci olarak nitelenebilir. Bu çok kimlikli karakteriyle, Yetkin, Amerikan sosyolojisinin kurucu büyüklerinden Robert Ezra Park’ı (1864-1944) andırır. Park, A.B.D.’nin ve Almanya’nın en seçkin üniversitelerinde eğitim görmüş, önünde parlak bir akademik kariyer olan bir aydın profili çizmekteydi. Oysa o, hayatın içinde olmayı, toplumu doğrudan gözlemleme yolunu tercih edecek uzun yıllar gazetecilik ve ırk ayrımcılığına karşı mücadele aktivistliği yapacaktı. Üniversiteye (Chicago) ancak elli yaşında tesadüfen intisap edecekti. Ömrünün sonuna kadar geçen otuz yıllık dönemde ise mensubu olduğu Sosyoloji Bölümü’nü kent araştırmalarıyla tanınan ve kent ekolojisi kuramıyla özgünleşen Şikago Okulu hâline getiren en önemli figür olacaktı. Çetin Yetkin, hukukçu-gazeteci-öğretim üyesi-düşünür-tarihçi bileşik kimliğiyle benzer bir örnek oluşturmaktadır; zira önemli olan aynı davayı (Aydınlanma hareketini sürdürme, araştırma, üretme, paylaşma) farklı araçlarla ve mecralarda sürekli kılmaktır.
Çetin Yetkin, farklı konulara ilgi duymuş, sürekli bir araştırma pratiği içinde olmuş, bunun ürünlerini de birçok kitap yayınlayarak vermiştir. Bu eserler arasında, Türkiye’de siyasal iktidarın aydın düşmanlığının yalnızca belli bir hükümet ya da partiye özgü olmadığını, her dönemde mevcut olduğunu örnekleriyle sergileyen Siyasal İktidar Sanata Karşı zikredilmelidir. Önemli bir rehber eser olan Siyasal Düşünceler Tarihi, kapsayıcılık bakımından genişliğiyle benzerlerinden ayrışan bir arz eder. Avrupa-merkezli anlatılarda, çoğunlukla Greko-Romen bir çizgi izlenerek, en kısa sürede insanlığın doruğu olan Avrupa’ya gelinir; düşünür ve düşünceler genellikle bu bağlamda ele alınır. Oysa Çetin Yetkin’in (Konur Ertop’la birlikte yazdığı) Siyasal Düşünceler Tarihi Uzak Doğu’dan İslâm coğrafyasına kadar geniş bir spektrumda insanların siyasal düşünce üretmiş olduklarını, “ilkelin düşüncesi olmaz” zihniyetinin ne denli geçersiz olduğunu kanıtlar. Bir kez daha, Çetin Yetkin, ansiklopedik gibi görünen bilgileri anlatırken, geride ideolojik bir mücadele vermeye devam eder; Avrupa-merkezlilik, sömürgeciliğin yayılmasını meşrulaştırmakla kalmaz; kendi zihin dünyasının mümessilliğini gönüllü yapmaya hevesli organik aydınlar da üretir. Bu açıdan, okuruna-öğrencisine yeryüzünde var olmuş bütün siyasal düşünceleri aktarırken, belli bir bakış açısına mahkûm olmamak ve düşünceleri tarihsel bağlamlarında anlamlandırmak gerektiğini, en kötücül ideolojilerin bile tanınmasının aydının yükümlülüğü kapsamında olduğunu hatırlatır.
Çetin Yetkin, savcılık kariyerini 1980’de noktalayarak (YÖK’le birlikte Marmara Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi’ne dönüşecek olan) İktisadi ve İdarî İlimler Akademisi’nde öğretim üyesi olmuştur. Aynı kurum Marmara Üniversitesi’ne dönüşürken Çetin Yetkin, siyaset bilimi alanında doçent unvanı almıştır. Bu görevde 1986 yılına kadar kalmış, Robert Park misali, 1991 yılına kadar gazetecilik yapmıştır. Bu dönemde sırasıyla Güneş, Hürriyet ve Milliyet gazetelerinde birçok ses getiren röportaja, yazı dizisine imza atmıştır. Gazetecilik çizgisinden yeniden akademik cenaha dönen Yetkin, Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde göreve başlamış, 1992’de Cumhuriyet Tarihi alanında profesör unvanı kazanmıştır. Nihayet 1997 yılında emekli olarak akademik hayatını sonlandırmıştır. Ancak ömrünün sonuna kadar araştırmaya ve üretmeye devam etmiştir.
Çetin Yetkin gerek akademik hayatı sırasında gerek emeklilik yıllarında birçok kitap yayınlamıştır. Bunlar arasında Türkiye’nin siyasî tarihine ışık tutan özgün eserler yer alır. Türkiye’de Askerî Darbeler ve Amerika, Serbest Cumhuriyet Fırkası, Struma: Bir Dramın İçyüzü gibi belgelere dayalı, spekülasyondan uzak eserler, Türk siyaset bilimi yazınına yeni soluk katmış özgün eserler olmuştur. Yoksa Türk Düşmanı mısınız?, Vatan Sağolsun, Ben de Bir İnsanım, Milliyetçilik Neden Şimdi?, Aydınlar Açıklıyor, Antidemokrasizm: Bir Demokrasi Eleştirisi gibi deneme niteliğinde ancak her zaman belgeye dayalı eserler yazmıştır. Ancak Çetin Yetkin’in (bu satırların yazarının öznel görüşü olarak) Opus Magnum’u tartışmasız Karşıdevrim adlı hacimli araştırması olarak ayrıştırılabilir. Cumhuriyet’e ve Gazi Paşa’ya ihanetin ne 12 Eylül 1980’de ne 27 Mayıs 1960’da ne Demokrat Parti döneminde başladığını, bunların önemli dönüm ve karşı hareket noktaları olmakla birlikte, kökünün Millî Şef döneminde aranması gerektiğini belgeleriyle ortaya koyan Çetin Yetkin, “İkinci Adam”ın (Millî Mücadele’deki olağanüstü sevk ve idare becerisine saygı duyulmakla birlikte) siyaset alanında konjonktüre göre vaziyet alan, millî bir politika izlemek yerine dengelerin değişmesine göre tutum değiştiren bir karaktere sahip olduğunu iddia eder. Nitekim, 1946’dan itibaren, Türkiye hızla Amerika Birleşik Devletleri’nin nüfuz alanına girmiştir. Bu durum İkinci Dünya Savaşı’nın kaçınılmaz bir sonucu olsa da Yetkin’in çalışmasından, yeni kurulan bu dünya hegemonyası karşısında Cumhuriyet politikalarının (tam bağımsızlık, sanayileşme, üreten ve kendine yeten bir ekonomiye sahip olma, millî kültürden evrensele gidiş, vb.) bu kadar hızlı, kolay ve gönüllü bir şekilde terk edilmesi gerekmediği sonucunu çıkarsarız. “Komünizm” korkusu bütün önceliklerin önüne geçmiş, A.B.D. bir demokrasi ülküsü olarak Türkiye’ye ideolojik ve kültürel bir çıkarma harekâtı yapmıştır. Sanayileşme yerine “tarımda uzmanlaşma”, Amerikan doktrini olarak Türkiye’de hızla bütün zihniyet kalıplarına nüfuz edecek, kendine yeterlik bir erdem olmaktan çıkacak, müttefik olmanın asimetrik bağımlılığı hükümetleri rahatsız etmeyecektir. İşte bu bağımlılık, Türkiye’nin büyük strateji davalarına sahip çıkmasının önüne set çekecektir. Bu nedenle örneğin Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bedeli çok ağır olmuş, Türkiye, hem ekonomide hem kültür hayatında hem askerî teknolojide derin bir bağımlılık sarmalının esiri olmuştur. Çetin Yetkin, bu sürecin köküne inerek Millî Şef otoriter rejiminin nasıl Cumhuriyet ruhunu boğduğunu ortaya koymaktadır.
Çetin Yetkin’in birçok özelliğinin içinde ikisini özellikle öne çıkarmak gerekir: (1) Aydın kimliği; (2) anti-emperyalist Cumhuriyetçi duruşu. Birinci özelliği, onu sürekli okuyan, arşiv tarayan, belge biriktiren, bunlardan özgün düşünceler ve tartışmalar türeten iyi bir düşünür olarak şekillendirmiştir. Çetin Yetkin, bu anlamda Melih Cevdet Anday’ın Telgrafhane şiirindeki “Uyuyamayacaksın / Düzelmeden memleketin hali / Düzelmeden dünyanın hali / Gözüne uyku giremez ki / Uyumayacaksın / Oturup yazacaksın” dizelerine uygun olarak, ömrü boyunca okudu ve yazdı. Yazdıklarını her düzeydeki okur için farklı mecra ve tipte kaleme aldı. Cumhuriyet aydınlanmasının son savunucularından biri olan Çetin Yetkin Hoca, ikinci olarak, bütün eserlerinde, düşünce dünyasında, anti-emperyalist duruşundaki ödünsüz mücadele ruhunu korumayı bildi. Cumhuriyet’in anlamının bizatihi bu anti-emperyalist mücadelede olduğunu bizlere öğretti; hem Cumhuriyetçi hem bağımlılık savunucusu olunamayacağını, ithal düşünce şablonlarını hıfz edip cümle içinde bolca kullanarak entelektüel vasfı edinilemeyeceğini ısrarla vurguladı. Atatürk maskelerinin ne denli yanıltıcı olabileceğini de ondan öğrendik.
Akademik hayatımda bana sahici rehber olan az sayıda rol modelden biri olan Çetin Yetkin’in ölüm haberi içime kor gibi düşüyor. Birden otuz sekiz yıl önceye savruluyorum. Platon’dan Buda’ya, Konfiçyüs’ten İbn Haldun’a, Campanella’dan Hobbes’a, Weber’den Pareto’ya kadar sayısız düşünür ve düşünce arasında bir düşünsel esrime hâli deneyimliyorum. Üstelik düşünceler tarihinin lanetlileri bile göz ardı edilmiyor: Albert Speer ismini ve Nazi ideolojisini ilk kez bu derste öğreniyorum. Kürsüde metal çerçeveli gözlüğü, aslında pek az erkeğe yakışan bıyığı, (sınıfta tüttürmese de) piposu, önünde duran ama pek bakmadığı kalın klasörüyle çok etkileyici bir hocayı dinliyorum. Siyasal Düşünceler Tarihi dersi, bu çoğu fazla teknik derslerden oluşan Kamu Yönetimi müfredatında çöl ortasında vaha etkisi yapıyor. İkinci sınıftayız. Siyasal Düşünceler Tarihi iki yarıyıla yayılmış nehir-ders; her dakikasında ayrı bir düşünsel haz yaşıyorum. Aynı etkileyici hoca, aynı zamanda birinci yarıyıl Kamu Hukuku, ikinci yarıyıl Türk Siyasî Hayatı derslerini de veriyor. Devletin ne anlama geldiğini felsefî açıdan ilk kez ondan öğreniyorum. Türk toplum yapısının temel bileşenlerinin başında ak-kamıg-budun / kara-kamıg-budun ayrımının geldiğini hep o derslerde not alıyorum. Çetin Yetkin tribüne oynayan sevimlilikle sempati toplamaya çalışan hocalardan değildi; sert ve ciddi bir mizacı vardı. Ancak bu sertlik boş bir otorite gösterisi değil, araştıran, çok okuyan, iyi aktaran sıkı bir entelektüelin titiz tutumunun doğal uzantısıydı. Bir derste, “evinizde kütüphane var mı?” diye sormuştu. Birkaç el kalktığını hatırlıyorum. “Öyle birkaç yüz değil en az üç bin kitabı olan kütüphaneniz var mı?” diye devam etmişti. Havadaki (benimki dâhil) eller buruk bir şekilde inmişti. Bu bir aşağılama değil, iyi aydının vasıflarının neler olması gerektiğine ilişkin genç insanlara bir hatırlatmaydı. Çetin Yetkin, dik durmayı, Cumhuriyet ahlâkını, çok okumayı ve çalışmayı bize öğreten eşsiz bir öğretmendi.
Nadir Nadi’nin “Dostum Mozart” kitabının yeni satışa çıktığı, çok-satar hâle geldiği bir dönemdi. Bir gün Çetin Yetkin Hoca ders sırasında “canınız çok sıkılsa, kafanız karmakarışık olsa, eve gidip hangi müziği dinlersiniz?” diye sormuştu; ardından da eklemişti: “Sakın ‘Dostum Mozart’ demeyin!” Parmak kaldırmaya cesaret edenler çoğunlukla o dönemin popüler müzik sanatçılarını sayıyorlardı. Ben de (hep zihnimde bir çeşit nöro-regülatör etkisi yaptığını hissettiğim) “Bach” dedim. Beni işaret ederek, “bu arkadaşınız benden geçti!” demişti.
Hâlâ sizin dersinizden mezun olmaya çalışıyorum hocam!
Ali Ergur
01 Ağustos 2024, Denizli