Hain Bolluğu: Selim Erdoğan’ın Tarih-Coğrafyası ve Edebiyatı Üzerine
Tarih bilgisi ister ortaöğretim ister yüksek öğrenim düzeyinde olsun, ağırlıklı olarak kronolojik bir anlatı şeklinde derlenir ve aktarılır. Kuşkusuz tarih, geçmişte olan olayların bir bellek birikimi niteliğini taşıdığı için bu anlatısal özellikle kaçınılmaz olarak donanmıştır. Nitekim tarih derslerinin birçok öğrenci için sıkıcı bulunmasının önemli nedenlerinden biri, bu anlatı üzerinden kurulan olaylar, kişiler, tarihler yığışımının, hele başka bir çağdan bakılarak anlaşılmasının zorluğu olarak teşhis edilebilir. Özellikle son kırk yılda eğitim politikalarının ve kültür hayatının genel çöküşü göz önüne alınırsa, şemalaştırılmamış, basitleştirilmemiş, kolay tüketilir hâle getirilmemiş herhangi bir ifadenin, genel okur için bırakın düşünsel bir derinliğe ulaşmasını, algılanmasının dahi ne denli zor hâle geldiğini belirtmek gerekir. Bu yüzden olsa gerek, 2000’li yıllardan itibaren, tarih anlatısının, yayıncılar ve yazarlar tarafından, genel okura erişmek için bolca duygusallık ve entrika sosuna bulanmış biyografiler üzerinden tebdil-i kıyafet hâlinde aktarılması tercih edilen ana güzergâh olmuştur.
Diğer yandan tarih yazımı ve aktarımının anlatısal niteliği, bu popüler kültür endüstrisine teslim olmadığı koşullarda da doğal olarak karmaşık bir görünüm arz eder. Tarihsel olayları anlatmanın iki önemli sorunu vardır:
(1)Belli bir zaman diliminde olmuş olayları ister istemez sıkıştırılmış, hatta düzleştirilmiş, iki boyutlu bir düzleme taşınmış olarak ifade etmekten kaynaklanan girift anlatı dokusunu okuyucunun az ya da çok çabayla çözümlemek zorunda olması (olayları, kişileri, mekânları, süreleri, çevresel unsurları, vb. birbirine karıştırmadan ayrıştırma zorunluluğu); (2)Geçmişte yaşanmış, başka bir çağa ait olayların yanı sıra duyarlılıkların ve eylem mantığının da idrak edilmesindeki güçlüklerin, okuyucunun zihnine bir çeşit tasavvur ambargosu koyması.
Her iki sorunun da üstesinden tamamen gelmek mümkün olmamakla birlikte, kimi tarih yazıcılarında gözlemlediğimiz sinematografik, hayatın birçok unsurunu bir araya getirerek birleştiren çoğulcu ya da kimi zaman fantastik olanla teğet bir ilişki kuran masalsı anlatımı benimseyen üslûp, tarihsel olayların daha iyi sıralanması ve anlaşılmasını mümkün kılmıştır. Bu kapsamda, gündelik ve siyasî-askerî tarihin dışladığı hayat kesitlerini, renkli figürleri karnavalesk bir dekorda yazan Reşat Ekrem Koçu’nun tarih anlatısı, bilge bir meddah edâsıyla, kendine özgü bir dille Boğaziçi’ni, Beyoğlu’nu, Paris’i anlatan Salâh Birsel’in canlı tablo misali akan metinleri (“Salâh Bey Tarihi”), Fransız Devrimi’ni büyük ülküler, edebî söylevler, politik mücadeleler, Aydınlanma felsefesi, kraliyet tarihi kapsamında değil de gündelik hayatın sıradan insanlarına kalemini odaklayarak yazan Jules Michelet’nin özgün betimlemeleri gibi örnekler, okurun tarihle buluşmasını kolaylaştırdığı için sevilmiştir. Tarihin salt siyasî-askerî olaylardan ibaret olmadığı, farklı katmanlarda farklı hızlarda değişen hareketlerin genel bir anlatı düzeni olduğu görüşüyle, çoklu ve toplumsal olanla ekonomik-politik olanı birlikte ele alan bir tarih anlatısını kurmayı önceleyen Annales Okulu’nun (Yıllıklar Okulu) en önemli temsilcilerinden Fernand Braudel’in metinleri, büyük siyasî olaylardan sıradan insanların gündelik hayat pratiklerine uzanan bir spektrumda incecik ipliklerle örülmüş dev boyutta bir kilim gibidir. Aynı şekilde ama başka bir düzlemde, Alman tarihçilik geleneğinin kültür üzerinden geçmişe bakışı da siyasî tarihin fazla biçimsel ve katı anlatısının etrafından dolaşmanın bir başka yolu olarak nitelendirilebilir. Kültür nesneleri ve olgularının izini takip ederken birleştirilen noktalar, sonunda en bireysel ve özel olandan en toplumsal ve genel olana ulaşan bir tablo çizmek anlamına gelir. Örneğin kahvenin, çayın, ateşin, bahçenin, şekerin vb. tarihini özgül olarak izlerken bütünsel bir tarih tablosuna varılabilir. Yeni kuşak tarihçilerden Emrah Safa Gürkan’ın casusların veya korsanların, Nükhet Varlık’ın vebanın tarihini takip ederken yaptıkları gibi, Akdeniz dünyasında farklı hareket düzeylerini ve bunların içerdiği ilişkiler sistemini ortaya koyarken aslında bütün bir ekonomik ve siyasî düzen de resmedilmiş olmaktadır. Hangi üslûp ya da yöntem benimsenirse benimsensin, tarih yazımı ne kadar renklendirilip sinematografik bir izleğe dönüştürülürse dönüştürülsün, geçmişle okurun kurduğu ilişkideki ikili engel (sıkışma etkisi ve tasavvur ambargosu), şimdiki zamandan geriye doğru bakan okuyucu için her zaman önemli bir kısıtlayıcı olacaktır. Tarih anlatısının bu iki boyutlu yazılma pratiğinin getirdiği sorunları aşmanın en etkili aracı onu üç boyutlu bir düzleme yansıtabilmektir.
Tarih anlatısını iki boyutlu bir üst- ya da öte-söylem niteliğinden sıyırıp üç boyutlu, somut, maddî bir gerçekliği olan bir duyusal çevreye dönüştürmek, onu coğrafyayla buluşturmakla mümkün olur. Nitekim, çoğu zaman ortaöğretim müfredatında bileşik isim gibi anılıp fiilen birleştirilmesi pek akla gelmeyen iki disiplin tarih ve coğrafya olarak tanımlanabilir. Her disiplinin hiper-uzmanlaşma süreci içinde kendi teknisyenlik kozasına biraz daha kapandığı çağımızda, tarih ve coğrafya, ilk bakışta epeyce ayrışmış iki alan gibi durmaktadır. Oysa tarih, ancak coğrafyayla buluştuğu zaman üç boyutlu ve şimdiki zamanda konumlanmış bireyle derin bir duyusal ve düşünsel ilişki kurabilir. Aynı şekilde, coğrafya da salt doğal oluşumlar ve dönüşümler düzlemi olmaktan, insansız bir saf maddîlik hâlinden, ancak şeylere anlam atfedebilen tek canlı olan insanın yaşanmışlıklar toplamı olan tarihle buluşunca, andaki görünümünün ötesine geçip çok katmanlı bir eylem düzlemi hâline gelir. Tarih anlatısının hem maddileşemeyen soyutluğunu hem içerdiği düşünsel engelleri ancak coğrafyayla buluştuğu zaman aşabiliriz. Bu tarih ve coğrafya bütünlüğünün bir çeşit ontolojik zorunluluk olduğunu Cumhuriyet’in kurucu kültür politikası çok iyi görmüştü. Bizatihi Gazi Paşa’nın formülleştirdiği şekilde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi adlandırması bu derin bağlantının farkına varmış bir düşünsel olgunluğun şaşırtıcı işaret olarak okunabilir. Çoğunlukla yanlış telaffuz edilen (hızlı liberallerin alay konusu yaptığı) bu başlık, tarih ve coğrafyayı bir bütünleşik bilgi alanı (tarih-coğrafya) olarak görür. Cumhuriyet’in nasıl geniş bir kültür perspektifi doğrultusunda inşa edildiğini göstermek için bu örnek bile yeterlidir. Oysa Cumhuriyet tarihçiliği aynı doğrultuda coğrafyayla konuşabilen bir yöntemi geliştiremediği gibi, ondan epeyce uzağa düşmüş, hatta çoğu kötü tarih yazımı örneklerinde gördüğümüz gibi salt belge takdimi yüzeyselliğinde kalmıştır. Bu tutumun önemli bir varyantı ise siyasî iktidarın gereksindiği ideolojik dayanakları ona sunan bir propagandist yaklaşıma yozlaşmış olandır. Özellikle bizatihi Cumhuriyet tarihinin yazımında içi boş övgüler, etnosantrik miyopi, kulaklarımızdan taşarcasına hamâset, ölçüsüz indirgemecilik ve abartı, tarih bilinciyle vatandaşın arasını git gide daha fazla açmıştır. Üstelik bu hamâset söylemi, başta 12 Eylül 1980 darbesi olmak üzere, siyasî kırılma anlarında bir çeşit ideolojik cendere olarak araçsallaştırılınca, buna karşı oluşan karşı-ideolojik dalga, bu kez tepkici bir reddiyecilik içinde, İngilizce’deki ünlü deyime uygun olarak “bebeği de banyo suyuyla beraber dök”mekte beis görmedi. Üstelik bu tepkisel karşı-tarih yazımı dalgası resmî tarih eleştirisi yapmaya çalışırken, yükselen neoliberalizmin en sağlam payandasını yeni siyasî muktedirlere altın tepside sunuyordu. Elbette, bu karşı-tarih yazımının başlıca rehberleri, tarihsel olayların içinden bazılarını özenle ayıklayıp stilize ama iyi gizlenmiş bir ideolojik dokuya geçiştiren yabancı uzmanlar (liberallerin bazen dostları, bazen akıl hocaları, bazen tez danışmanları, her durumda network paydaşları!) olarak teşhis edilebilir. Türkiye’de tarih yazımında dengeli ve gerçekçi bir üslûba, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihine bakışta kalın hamâset kremasıyla kaplanmamış, en önemlisi tarihi coğrafyayla buluşturan bir yaklaşıma gereksinim vardı. O boşluğu çalışkan bir tarihçi doldurdu. Daha doğrusu tarih-coğrafyacı…
Selim Erdoğan, daha önce Türkiye’de alışmadığımız, hatta işitmediğimiz bir sıfatı taşıyan (“harp coğrafyacısı”) önemli bir entelektüel olarak neredeyse birden belirdi. Ancak sözle, boş lafla, hamâsetle değil; son derece ayrıntılı ama bir o kadar canlı bir tarih anlatım diline sahip kitaplarıyla… Cumhuriyet tarihinin, ehil olmayan ellerde kabuksulaşmış, o nedenle kitleler nezdinde sevimsizleşmiş ya da beteri karikatürleşmiş (“vatan, millet, Sakarya…”) olaylarını, geniş bir kaynak çeşitliliğiyle besleyerek gerçekçi bir anlatım içinde yeniden (ya da belki ilk kez) yazdı. Erdoğan’ın ardı sıra yayınladığı kitapları Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez (2020), Büyük Taarruz: Dağlarda Tek Tek Ateşler Yanıyordu (2021), İstiklâl: Vatanımda Bir Tek Düşman Kalmasın (2022), son yıllarda çok özgün ve değerli tarih kitaplarının adresi Kronik Kitap’tan yayınlandı.
Bu eserler, birçok tarih kitabında ya gereksiz bulunup dikkate alınmayan ya belgeye erişilmediği için yer verilmeyen sayısız teknik ve insanî unsur içeriyor. Üstelik Erdoğan, bu ayrıntılı mozaik döşeme işini genel siyasî tablonun parçası kılmayı başarıyor. Bu amaçla Erdoğan çok çeşitli kaynakları, Türkçe ve Türkiye dışındaki arşivleri taramış, olabilecek en nesnel anlatıma ulaşmayı başarmış. Türkiye’de pek az Millî Mücadele tarihinde Yunan arşivlerinin belgeleri ya da Yunan tarihçilerin eserleri kullanılmıştır. Bu kitapların yanı sıra, kelimenin tam anlamıyla bir cep kitabı olan Millî Mücadele (“Dakikalar İçinde” dizisi içinde) hızlı ama özlü bir tarihsel referans hâlinde yayınlandı. Selim Erdoğan’ın bu tek başına ekol hâline gelen tarih yazıcılığı bununla kalmadı. Millî Mücadele sürecinin, özellikle muharebelerin izlerini bizatihi araziyi karış karış gezerek keşfetti. Bununla da yetinmeyip tarih anlatımıyla coğrafyayı buluşturduğu, türünün tek örneği olan video dizileri yaptı. İnternet ortamında Selim Erdoğan’ın çeşitli konferans ve söyleşilerinin yanı sıra İş Sanat kapsamında gerçekleştirdiği yirmi beş bölümlük “Ey Vatan!” https://www.youtube.com/playlist?list=PLAIhMHxsOVxnRVHLP1EiT8hN2Ke5jX7QO , Türk Tarih Kurumu kapsamında çektiği yedi bölümlük “Mondros’tan Mudanya’ya” https://www.youtube.com/playlist?list=PL56x4ETFXgZzsDk5BVgcAQBsGnKh5po-A ve on altı bölümlük “Afyon’dan İzmir’e Adım Adım Büyük Zafer” https://www.youtube.com/playlist?list=PL56x4ETFXgZxEoHhPduF2x8KIvqVCTdh7 videoları başlı başına bir tarih-coğrafya bütünleşmesi olarak şimdiden klasik referanslar arasında yerini almıştır. Bütün bu kitapları yazar ve videoları kaydederken Dr. Selim Erdoğan bir çeşit Indiana Jones figürü olarak Millî Mücadele’nin ıssız ve keşfedilmemiş arazisinde her kayanın her tepenin her mevzînin tarihini yine hamâset tuzağına düşmeden (örneğin Türk tarafının yenilgi ya da zor anlarını açıklıkla anlatarak ya da Albay Reşat Bey’in intiharı gibi efsaneleşmiş olayların, “Yunanlar arkalarına bile bakmadan kaçtılar” gibi klişelerin aslında nasıl yalanlarla deforme edildiğini belgelerle ortaya koyarak) meraklı okuyucuya/seyirciye duru bir Türkçe’yle (“ee, öö, aa, hani, yani, şey, siz söyleyin, nasıl derler” demeden, laf kalabalığına boğmadan, “ya” diye cümleye başlamadan…) aktarıyor. Selim Erdoğan eserleriyle emek işi tarihçiliğin ne olduğunu ve tarih-coğrafya bütünlüğünün önemini genç kuşaklara aktarmada önemli bir görev üstleniyor.
Selim Erdoğan’ın tarih-coğrafya kitaplarının bir başka özelliği ise benimsediği anlatımındaki edebî lezzet olarak tanımlanabilir. Anlatımda olduğu kadar kurguda da başarılı bir edebî beceri sahibi olan Selim Erdoğan’ın bu birikim ve eğilimini sahici bir edebiyat eserine yansıtması bizi bu nedenle şaşırtmıyor. Erdoğan tarih birikimi ve edebiyat yeteneğini Ekim 2023’te yayınlanan Hain: Mezarıma Tükürecekler başlıklı romanında billurlaştırdı.
Birinci Dünya Savaşı cephelerinde cansiperâne savaşan Binbaşı Ahmet Muhtar, Mondros Mütarekesi sonrasında İstanbul’a baba ocağına döner. Onca çaba, kan, özveri sonucunda büyük bir yenilgiyle evine dönmek, kimilerini yeni mücadeleler için teşvik etse de Ahmet Muhtar gibilere ters etki yapar; o içine kapanır. Ahmet Muhtar, bir çeşit duyarsızlık ve değersizlik zırhına bürünür. Belki bugünün dünyasında bir depresyon türü ya da daha özgül olarak Travma Sonrası Stres Bozukluğu olarak tanı alabilirdi. Ancak Ahmet Muhtar’ın bu tepkisel geri çekilişi duyarsızlaşma, olup bitenlere (vatanın elden gitmesi, Fransız-İtalyan-Yunan ordularının işgali, İstanbul’un işgali, Millî Mücadele’yi örgütleme çabalarının başlamış olması, Anadolu’ya geçip yeni bir mücadeleye atılanlar) tamamen kayıtsızlaşma düzeyinde kalmayacak, derin bir nihilizme, oradan da hiçbir ahlâkî kerterizi olmayan bir oportünizme yozlaşacaktır. Bir yandan ticaret yapıp yolunu bulma hayalleri kurarken, diğer yandan aslında günübirlik yaşayıp kendinden başkasına faydası olmayan tembel bir hayat sürmekten başka bir hayal kurmamaktadır. Başta eski İttihat ve Terakki mensuplarından, ama aynı zamanda ortalığı karıştıran Kuva-yı Millîye’cilerden nefret eder. Her fırsatta onlara ağız dolusu söver. Bu hâliyle, aslında her savaştan sonra oluşan insan atıklarından biridir. İstemeden, hatta zorla ama para sevdasıyla motive edilerek bir gizli operasyona karışır. Kut’ül Ammâre kahramanı Halil Paşa’nın 8 Ağustos 1919 gecesi meşhur Bekirağa Bölüğü’nden kaçırılma operasyonunu düzenleyen Karakol Cemiyeti, Ahmet Muhtar’ı ‘mimli olmaması’ nedeniyle cebren de olsa bu gizli ve önemli eylemin parçası yapar. Ahmet Muhtar, mecburen, ama daha ziyade maddî çıkar dürtüsüyle bu işe girer. Hakikaten de gizli ve zorlu bir yolculuktan sonra Paşa’yı nihai hedefine Ankara’ya ulaştırır. Mustafa Kemal Paşa, bu hizmetinden dolayı kendisini takdir eder; ancak aslında ne mal olduğunu bildiği için nazik bir şekilde onu İstanbul’a geri yollar; Ankara’da ve Millî Mücadele içinde yeri olmadığını hissettirir. Ahmet Muhtar, bu olaydan sonra daha derin ahlâksızlık ve nihilizm sarmalına düşecek, İngiliz istihbarat elemanı hâline gelecektir. Ailesi, arkadaşları, çevresi ondan nefret eder. Ahmet Muhtar aldırmaz. Bir zamanlar uğruna canını vermeye hazır olduğu değerler, bunca hayal kırıklığından sonra, uçup gitmiştir. İşgal altındaki İstanbul’un eğlence hayatı zengindir. Bir gece kulübünde revü kızı olan Fransız Yvette ile ateşli bir aşk ilişkisi yaşamaya başlar. Ancak bu sırada garip ve gizemli olaylar peşini bırakmaz. Alman büyükelçiliğinin çatısını süsleyen kartal heykellerinin peşine düşen istihbaratçılarla yolu kesişir. Olaylar git gide artan bir gerilim içinde okuyucuyu heyecanla sürükler. Selim Erdoğan, gerçekçi bir tarih dekoru içinde nefes nefese akan, sayısız sürprizlerle okuyucuyu şaşırtan renkli bir dünya kurmuş. Hain, çok başarılı bir polisiye romanı olarak Türk Edebiyatı içinde ayrıcalıklı bir yeri şimdiden edinmiş görünüyor. Romanda sahici ve kurgu karakterler çok başarılı bir şekilde iç içe geçmiş; sırıtan, tarihsel gerçekliğe uymayan hiçbir ayrıntı görünmüyor.
Türk Edebiyatı’nda tarihsel roman örnekleri çoktur. Ancak bunların pek azı tam bir başarı sağlamıştır. Temel sorun, edebiyatçı kimliğine sahip olanın yeterince tarih bilmemesidir. Ana hatlarıyla tarih bilmek yetmez; çok ayrıntılı bir dönem bilgisine gereksinim vardır. Tarihsel romanı tarihçi yazdığı zaman ise bu kez akademik niteliğinden uzaklaşamamış, edebî bir lezzet vermeyen, kurgu ve karakter hataları içeren mekanik bir anlatı ortaya çıkar. Selim Erdoğan’ın başarısını, en ince ayrıntılarına kadar araştırılmış bir tarih bilgisini okuyucunun zihnine kamyon damperiyle yığmadan, renkli, canlı, sinematografik bir edebî anlatımın içine nüfuz ettirebilmiş olmasında teşhis edebiliriz. Selim Erdoğan’ın romancılığında bir Attilâ İlhan izleği ve üslûbu, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal (Üç Kemaller Divanı!) sahiciliği bulmak, edebiyatın git gide ahlâkî sefalete battığı bu günlerde bir umut ışığı yakıyor. Tarih bilgisinin, televizyon ve sosyal medya ekranlarında çakma asilzâde tavrıyla malûmatfürûşluk gösterisi yapmak, çalakalem ve çeviri yazma pratiğini memleketin şehirlerine sömürgeci egzotizm avcısı gözüyle bakmak, siyasî araziye uyma güdüsüyle mistisizm salatasını montaj-kolaj-brikolaj cambazlığıyla yaparken on üçüncü yüzyıl Anadolu insanına domates yediren cemaat destekli cehalet olmadığını Selim Erdoğan’ın emek işi romanında mutlulukla görüyoruz.
Türkiye’de kitap yayıncılığının önemli sorunlarından biri olan ciddi editoryal denetimin eksikliği maalesef bu romanda en az düzeyde de olsa kendini gösteriyor. Fransızca bilen Erdoğan’ın yapmayacağı bazı hatalar (Yvette’in Fransızca konuşmalarındaki dilbilgisi hataları, bazı Fransızca yazımlar), yine iyi bir tarihçiye ait olamayacak imlâyla “Konstantinapolis” olarak standartlaştırılma, olasılıkla “olsa olsa doğrusu budur” diyen editörün müdahalesi gibi görünüyor. Sonraki basımlarda bu küçük hataların giderileceğine kuşkumuz yok. Yapısı sağlam bir anlatıda nazarlık niyetine küçük hatalar diyelim.
Selim Erdoğan’ın tarih yazımındaki edebî anlatım ile romanındaki tarihsel mükemmeliyet, tarih yazımındaki temel sorunların üstesinden gelme yolunda önemli çabalar olarak nitelenebilir. Romana tarihsel bilgi eklemek yeterli değildir; onu tarih-coğrafyayla canlı kılmak gerekir. Selim Erdoğan bu zorlu mücadeleden başarıyla çıkıyor. “Hain”, bir kahramanın şan ve şereften nasıl ihanet içinde darağacının gölgesine savrulduğunu, ancak bunun salt bireysel bir mesele değil toplumsal-ekonomik bağlamın bir ürünü olduğunu işaret ederken, okuyucuyu hep sürprizlerle şaşırtıyor.
Yönünü kaybetmiş bir toplum hain bolluğundan belli olur!
ALİ ERGUR
01 Mart 2024, Denizli