Müziğin insan ruhu üzerinde düzenleyici, sakinleştirici, tedavi edici etkileri olduğu, eski çağlardan beri bilinir. Çeşitli uygarlıklarda müziğin bu terapötik işlevi, farklı araçlar ve yöntemlerle kullanılmıştır. Özellikle Anadolu İslâm tıbbi anlayışında psikiyatrik hastalıklarından tedavisinde ayrıntılı bir müzik kuramı geliştirilmiş olduğu belirtilmelidir.
Farklı tipte hastalıkların tedavisinde farklı makamların iyileştirici etkileri, Orta Çağ düşünür, tabip ve bilginlerinin (bu nitelikler çoğunlukla aynı kişide toplanmış olurlardı) ayrıntılı olarak tarif edilmiştir. Bu yaklaşımın temelinde kökeni daha eski uygarlıklara uzanan, ancak Orta Çağ’da hem İslâm hem Batı Avrupa kültür dünyasının tıp anlayışının çıkış noktasını oluşturan mizaç (humor) tasavvuru bulunur. Buna göre, organik bedenin sağlıklı işleyişi bir denge hâlinde durmasına bağlıdır. Bedenin sağlıklı sayılması, onun Tanrı iradesiyle bir kez ve mükemmel yaratılmış bütünlüğünün değişmemesine bağlı kabul edilmiştir. Diğer bir deyişle, beden değişmediği sürece doğal dengesi bozulmaz, böylece hastalanmaz. Denge ise vücut sıvılarının (kan, sarı safra, kara safra, balgam) birbirlerini sabitleyen bir homeostatik sistem oluşturmasının bir sonucudur. Hastalıkların ya bu statik hâlin dış etkenlerle bozulması ya Tanrı’nın o beden sahibine günahlarından dolayı verdiği cezaların sonucu olarak tezahür ettiği; aslında dış etkenler de Tanrı iradesinin bir sonucu olduğu için sağlıklı olmanın önkoşulunun iman dolu bir hayat sürmek olduğu kabul edilirdi. Değişmeme ve yinelenme (doğanın döngüselliğine tâbî olma) esaslarına bağlı olan hâkim üretim biçimi (tarım toplumu), nasıl yeryüzünü düz ve sabit (evreni onun etrafında dönen) şekilde tasavvur ettiyse, insan bedenini de dengede duran, Tanrı iradesine mutlak anlamda tâbî statik bir varlık olarak kuramlaştırmıştı.
Antik dönemde görece bilimsel bir çerçevede ortaya konulan bu anlayış, Orta Çağ’da köktenci bir şekilde dinîleştirilmiştir. Özellikle Hristiyan dünyasında, hastalık ve sağlık, bir yanıyla statik bir yaşamın gereği olan dengede sabitlenme tasavvuruna bağlanmış, diğer yandan Tanrı iradesi dışında bütün olası açıklamalara kendini kapatmıştır. Dinin gündelik hayatın tamamını kapladığı ve döngüsel bir zaman anlayışına dayalı (tarım düzeni) toplumlarda böyle bir statik zihniyetin gelişmesi, ekonomi ve kültür arasındaki bağı göstermesi açısından, elbette son derece doğaldır. İslâm dünyasında benzer bir dinî altyapı olsa da feodal Batı Avrupa’daki gibi bağnazlık boyutuna bürünmemiştir. İnsanı doğuştan günahkâr kabul eden bir ideolojiyle, onu ‘eşref-i mahlûkat’ olarak varsayan inanç sistemi arasındaki bu fark doğal olmakla birlikte, sonuçta modern çağa kadar, insan bedeni temelde bir denge durumu olarak kabul edilmiştir. Değişme, yenilik ve ilerlemeyi birikim ekonomisinin temel ilkeleri yapan modern anlayış, sağlık ve hastalığı da doğal olarak, değişen dış koşullara uyum sağlayıp sağlayamama meselesinin sonuçlarına göre yeniden tanımlamıştır. Böylece müziğin tedavi edici özelliği, modern tıbbın gelişiminde gölgede kalmıştır. Modern tıp anlayışında sağlıklı olan, dengede duran değil, verimli olan olarak tanımlanmaya başlamıştır.
Modern tıbba yönelik eleştiriler, 1960’lardan itibaren artış göstermiştir. Bir ilaç sanayiine bağlı gelişmek ve kâr-merkezli bir sağlık sektörü oluşumuna hizmet etmek, modern tıbba yönelik en temel eleştiriler olmuştur. Bunun yanı sıra, kadîm bilgilere sırt çevirmek de bir başka eleştiri konusu olacaktır. Özellikle bu husus, özündeki doğruluk payını epeyce çarpıtıp abartarak, 1980’lerden itibaren yaygınlaşan piyasacı kamu politikaları ve bunun ideolojik bağlamı olan postmodernist/New Age kültür anlayışı içinde uç veren türlü çeşit alternatif tıp şarlatanlıklarına yozlaşmıştır. Bununla birlikte, kadîm tıp bilgilerinin bir kısmının, uzun dönemlere yayılan deneyim, gözlem ve pratikten türediği de dikkate alınması gereken bir boyuttur. Özellikle vücut görüntüleme tekniklerinin gelişimi, elektronik ve bilişim alanındaki baş döndürücü yeniliklerin tıp alanına dâhil olmasıyla, bir zamanlar bir çeşit metafizik olgu olarak sınıflandırılan müzik ve insan bedeni ilişkisi bilimsel temellerle ortaya konmaya başlamıştır.
Yapılan birçok nörolojik araştırma sayesinde, müziğin insan beyninde ne tür elektriksel etkinliklere yol açtığı ve hangi kimyasal süreçleri harekete geçirebildiği haritalanabilmektedir. Bu suretle, modern-öncesi çağlarda insan ruhu olarak adlandırılan muğlak tanımın (henüz bütün karmaşıklığı anlaşılamamış olsa da) nasıl maddî ve organik temelleri olan bir varlık alanı oluşturduğu kanıtlanabilmektedir. Üstelik bu varlık alanının, sınırları katı çizgilerle çevrilmiş bir mutlak öznelik hâli değil, çevresiyle sürekli etkileşen, her an kendinden farklı hâle gelen bir akış olduğu her geçen gün daha belirgin bir şekilde gözlemlenmektedir. Bu nedenle, müziğin insanın psiko-organik varlığını nasıl etkilediği, kadîm bilgilerin işaretlerinden yola çıkarak ama bilimsel kanıtlarla gösterilerek keşfedilmektedir. Ancak insan, yalnızca organik ve onu öznellik zarfıyla kaplayan psişik bir varlıktan ibaret değildir. Postmodern kuramların ısrarla onu kolektif olandan sıyırma çabasına rağmen, insan toplumsal bir varlık olma özelliğiyle belirginleşir. İnsan bağ kurar; kendiliğini etkileşim içinde inşa eder. Müziğin tedavi edici özelliği, bu nedenle ne tamamiyle eski öğretilerdeki gibi psişik ne modern tıbbın pozitivizminde tanımlandığı şekilde salt biyolojik-organik boyutta sınırlandırılabilir. İnsan ilişki içinde, kolektif eylemin bileşeni olarak anlam kazandığı için müzik, bedenle her şeyden önce toplumsal nitelikli bir ilişki kurar; tedavi ediciliği de buradan kaynaklanır.
Müziğin toplumsal niteliğini anlayabilmemiz için onun ne olduğuna ve nasıl yapılandığına bakmamız gerekir. Sanılanın aksine, doğada müzik yoktur. Doğada sesler vardır. Sesler ise titreşimlerden oluşur. Müzik, doğanın kaynaklarına insan iradesi eklenerek oluşturulur; zira insan, doğanın sonsuz ses frekansları içinden bazıları seçip doğada olmayan bir düzende yeniden sıralar. Böylece bir ses sistemi oluşturur. Seslerin yapay bir şekilde bir sistem içinde örgütlenmesi, onların birbirleriyle nasıl ilişki kurabileceklerini belirleyen kurallar bütünü oluşturmak anlamına gelir. Böylece müzik bir normatif düzen (toplum kuralları ve hukuk) inşa eder. Müzik, aynı toplum hayatı gibi, bu normatif özelliği sayesinde bir yandan bireylere kendini dayatır (makbul ve yasak davranışları önceden saptar), diğer yandan, belirlenmiş bir yapı sunduğu için bireylere güven verir. Özetle müzik bir polis oluşturur; o nedenle doğası itibariyle politiktir; aynı zamanda medenîleşmenin (medine, polis, civitas) göstergesidir. İnsan polis’te yaşayarak insanlaşır; müzik yapması, onu diğer türlerden ayırarak simgesel bir toplumsal düzen inşa etmesini mümkün kılar. İnsan simge üretir.
Ses sistemi oluşturmak, müzik kurgulamak ve yapmak, insanın, kendini öznel olandan nesnel olana, bireyselden kolektife bir hareket içinde konumlandırmasına yol açar. Bütünleşmenin ve çatışmanın kaynağı olan, böylece bize hem güven hem hoşnutsuzluk ve değişme itkisi sağlayan toplum düzeninin bu ikili doğası, müziğin uyum ve uyumsuzluk ögeleriyle simgelenir. Müzik bize toplum hayatının çelişkilerini ve temel dayanaklarını hatırlatır (“bu cennet, bu cehennem bizim…”!). Diğer yandan, müzik bir zaman örgütlemesi olduğu için toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturan üretim biçiminin zaman tasavvurunu (tarım toplumunda statik ve döngüsel, sanayi toplumunda doğrusal ve ilerlemeci, enformasyon toplumunda akışkan ve belirsiz) yansıtır. Müziği nasıl hayal ettiğimiz, neye “müzik” dediğimiz, onunla ne yaptığımız, içine dâhil olduğumuz üretim biçiminin cinsinden belirlenir. Böylece müzikle ilişkilenerek zamanın varlığını idrak eder, onu işaretleriz. Müzik aynı zamanda mekâna sızar; onun taşıl değişmezliğine bireysel ve toplumsal anlamlar katar. Böylece mekân salt maddî olgu olmaktan çıkar, müzik sayesinde plastik bir zihinsel inşaya dönüşür. Mekânların (bireysel ya da kolektif) duygu dünyamızda belli bir şekilde yer edinmeleri, hatta güçlü anılar söz konusu olduğu zaman mühürlenmeleri, ancak müziğin başka hiçbir ifade biçiminde mevcut olmayan gücü sayesinde mümkün olur. Nihayet müzik, birlikte eylemenin en simgesel biçimi olarak tarif edilebilir. Müziğin kuşkusuz bireysel deneyimleri de vardır (yalnız şarkı söylemek, çalgı çalmak, icra dinlemek, müziği öznel dünyamızdaki anlam birimleriyle bütünleştirmek). Ancak müzik, toplumsal bir eylem olduğu zaman normları hatırlatan bir rehber, değerleri öğrendiğimiz bir mümkünler matrisi, bütünleşme için itici güç, çatışmaları hissedebildiğimiz bir düşünsel çerçeve hâline gelir. Hatta müziğin “müzik” olma niteliğini, bu doğrultuda oluşan estetik ölçütleri bile, içselleştirilmiş kolektif referanslara göre ölçeriz. Müzik, en bireysel ve içsel deneyimde bile kaçınılmaz şekilde toplumsal nitelik arz eder. İşte bu kolektif bilinci harekete geçiren, aynı zamanda onun simgesel ifadesi olan potansiyeli sayesinde, müzik, bir dünya kartografyasını bize sunarak zamanda ve mekânda kaybolmamamızı sağlar; iyileştirici gücü de buradan gelir. Nitekim, müziğin beyinle ilişkisinde yalnızca bireysel etkenler değil, toplumsal boyut da açığa çıkarılmaktadır. Birlikte müzik yapmak, yalnızca bir kolektif bilinci hatırlamak anlamına gelmez; o bilinçte oluşan hasarı onarır.
Müziğin bu iyileştirici gücünü, onun birleştirici niteliğiyle birlikte düşünmek gerekir. Müziğin iyileştirici gücünü, 6 Şubat 2023 depremlerinin yol açtığı travmalar kapsamında nasıl harekete geçirebileceğimizi, 24 Haziran 2024 Pazartesi akşamı bir Instagram yayınında tartıştık. Hatay’daki kültür varlığının deprem sonrasında korunmasını hedefleyerek kurulan MİRAS Derneği etkinlikleri kapsamında, dernek kurucusu ve başkanı müzikolog Olcay Muslu’yla birlikte “Birleştiren, İyileştiren Müzik” temasını konuşma olanağını bulduk. Bu yazıya konu olan tartışmayı daha geniş çaplı izlemek isteyenler YouTube yayını olarak da erişebilirler: https://www.youtube.com/watch?v=Mr3-Pd0lcos
İnsanın sonunun ilan edildiği bu acayip çağda müzik yapmak, müziğin öznesi olmak özel bir önem taşıyor. İnsan müzikle var olur. Müzik iyileştirir.
Ali Ergur
01 Temmuz 2024, Denizli