Yarışmaların Birleştiriciliğinden Rekabet Kültürünün Bölücülüğüne
Son günlerde sosyal medyada hızla dolaşıma giren bir video dikkat çekiyor. Benim kuşağımın (biraz öncesi biraz sonrası) belleğinde eşsiz tortular hâlinde varlığını koruyan bir etkinlik olan Milliyet Gazetesi Liselerarası Müzik Yarışması’nın 1984 yılındaki finalinin video kaydı dolaşıma girince, bizi ister istemez gençlik çağımızın hoş anılarına götürdü. Milliyet yarışması, 1980’li yıllarda hem halk oyunları hem Batı müziği dalında yapılır, Türkiye’nin her yöresinden bu dallarda yarışan lise toplulukları, ön elemelerden sonra final yarışmasına katılır, her okulun taraftar grubunun ateşli tezahüratının desteğiyle en iyi icrayı sergilemeye çalışırdı.
Bugün adı Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı olan, o zamanlar henüz köklü onarım ve tadilattan geçmemiş Spor ve Sergi Sarayı, Milliyet yarışmalarının değişmez adresiydi.
Nitekim, Spor ve Sergi, bu tür gösteri ve konserlerin yapılabileceği neredeyse tek seçenek olarak işlev görmekteydi. Üstelik, adının da ifade ettiği gibi, konser düzenlenmediği zamanlarda spor karşılaşmalarının düzenli şekilde yapıldığı bir mütevazı salon özelliğini arz ediyordu. Basketbol maçlarının heyecanlı atmosferi, Spor ve Sergi Sarayı’na ruhunu veren kötü akustik, ter ve sıcakta vücut bulurdu. Oturma düzeninin ahşap kalaslar ve bunları taşıyan demir iskeletlerden ibaret olduğu bu salon, günümüze oranla çok daha düşük oranda gerçekleştirilen müzik etkinlikleri söz konusu olduğu zaman, küçük bir dekor değişikliğiyle konser salonuna dönüştürülürdü.
İstanbul Festivali (o zaman tek bir festival vardı) kapsamında ilk kez New York Filarmoni Orkestrası 1990 yılında İstanbul’a geleceği zaman, eldeki tek olası mekân olan Spor ve Sergi Sarayı, akustiği olabildiğince kabul edilebilir düzeye getirmeyi amaçlayan, elbette ancak palyatif tedbir boyutunu aşamayan düzenlemelerle, konser salonuna benzetilmeye çalışılmıştı.
Konser vermek için daha uygun mekânlar inşa edilene kadar, Spor ve Sergi Sarayı’nın modifiye hâlleri bir süre daha hizmet vermeye devam etmişti. Türkiye’nin politik anlamda karanlık ve ekonomik açıdan kapalı yılları olan 1980’lerden 1990’lara doğru geçiş, aynı zamanda küreselleşmeyle bütünleşme anlamına geliyordu. Küreselleşme, ekonomik standartlaşmaya olduğu kadar küresel alış-verişlere de yol açıyordu. Dünya çapında orkestra ve solistlerin Türkiye’ye gelmeye başlaması bu dışa açılma sürecinin işaretleri olarak kabul edilebilir. İşte henüz bu süreç tam olarak başlamamışken, Türkiye, henüz darbe karabasanının sancılarını yaşamaya devam ederken, Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması hem sanat yaparak dayanışma yolu arama hem boğucu bir politik ortamda gençlerin nefes alma delikleri açma çabaları olarak değerlendirilebilir.
Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’na bugünden bakınca, Türkiye’nin birçok okulunda, çalgı icrası ve özellikle ses niteliği bakımından üst düzey bir sanat yapıldığını fark ediyoruz. Her ne kadar ilk bakışta, finale kalan liseler Türkiye’nin seçkin sayılabilecek kurumları olsalar da onlarla yarışmaya aday konumuna yükselen Anadolu’nun farklı yörelerinden gelen liselere rastlamak sıra dışı bir durum sayılmazdı. Milliyet yarışması hem kıyasıya bir yarış hem gruplar arasında bir tanışma ve karşılaşma vesilesi olarak anılabilir. Ayrıca Milliyet yarışması, yalnızca amatör bir etkinlik olmakla kalmaz, geleceğin profesyonel müzik insanlarını da hazırlama görevini yüklenirdi. Örneğin Candan Erçetin, profesyonel müzik eğitimi ve kariyerine başlamadan önce Milliyet yarışmasında Galatasaray Lisesi orkestrasının solisti olarak yer almıştır. Profesyonel müzik kariyerini tercih etmeyen birçok liseli müzisyen de hayata müzik bilen ve yapan insanlar olarak atılır, bu deneyim, seçtikleri meslek rotasına derinlik katan bir kazanım olarak onları zenginleştirirdi. Yarışma finalinde Spor ve Sergi Sarayı hıncahınç dolar, tezahüratlar yeri göğü inletirdi. En güzel tribünü kapmak için okullar mümkün olduğu kadar kalabalık bir mevcutla erken saatlerden itibaren salonun kapılarına dayanır, bazen burada kavgalar çıkar, gazetelere haber bile olurdu. Ancak yarışma sırasındaki grup icraları taraftarlarınca destek tezahüratları almakla birlikte, rakiplerin sahnede bulundukları zaman onlara aşağılayıcı, hakaretâmiz sözler pek sarf edilmez, ergen yaşların inip çıkan ruh hâline karşın olabildiğince medenî bir dinleme düzeni tesis edilirdi. Rakipleri yuhalamak yerine kendi ekibini desteklemek şeklinde bir dayanışma biçimi dikkat çekerdi. Özellikle Anadolu’dan gelip az sayıda (ya da hiç) taraftarla destek bulmaya çalışan lise gruplarına birçok kez İstanbul okullarının taraftarları tarafından destekleyici tezahürat yapıldığına bu satırların yazarı bizzat tanık olmuştur.
Bu ‘eski Türkiye’ manzarası 1990’lar boyunca tedricen değişti; 2000’lere gelindiğinde, artık rekabeti yarışmayla sınırlı tutmayan, bunu hem hayat felsefesi hâline getiren hem kendinden başka herkesle şiddet dolu bir mücadele anlamına gelen yeni bir yaşama ve çalışma kültür ortamının temelleri atılmıştı.
Küreselleşme süreci, bütün karşıtlıklarıyla birlikte Türkiye’ye gelirken, onun temel dayanağı olan neoliberal iktisat hem hükümet politikalarının tartışılmaz önkabulü hem toplum hayatının saydam ve her yere sızmış değerler sisteminin matrisi konumuna gelmişti. Kamu hizmeti ve kurumlarının tasfiyesi, en temel kamusal işlevlerin dahi özel sermayeye devredilmesi, vatandaşı salt tüketiciye dönüştürme politikası, tüketimin bir var oluş kipi olarak tasavvur edilmesi ve en önemlisi, bireyin, kendinden başka dayanağı olmaması gerektiğini ona telkin eden eğitim-kültür-çalışma ortamı, acımasız rekabeti yegâne toplumsal değer konumuna yükseltmiştir. Böylece ben-merkezci bir var oluş tasavvuru, örneğin aynı iş yerinde çalışan benzerlerini, kapitalist sömürü sürecinde tarihsel kader birliği yaptığı aynı toplumsal sınıfın mensupları emekçiler olarak değil, olası ve mutlaka alt edilmesi gereken rakipleri olarak bireyin doğal av hedefleri hâline getirmiştir. Böylece liyakate dayalı yarışma kavramı, yerini acımasız rekabete, benzerlerin dayanışması, yerini ölümcül bir şiddet ve çatışma ortamına terk etmiştir. Diğer yandan niceliğin artışıyla niteliğin gerilemesi, Türkiye’nin piyasacı kamu politikalarını benimseme sürecinde gelişen kültür ortamının önemli bir özelliği olarak belirginleşecektir. Siyah-beyaz tek kanal televizyon yıllarının bilgi yarışması anlayışının yerini 2000’lerde rating yükseltme formülü olan, elemeye dayalı varkalım yarışmalarına bırakmıştır. Birinci tür yarışma, kişinin kültür sermayesinin zenginliğine dayalı bir liyakat gerektirmekteydi. Üstelik, bu tür bir bilgi yarışmasını kazanan yarışmacının mutlaka toplumun ayrıcalıklı kesimlerinde özel bir kültürlenme sürecinden geçmiş olması gerekmiyordu. Çoğu zaman, kendini yetiştirebilmiş, bilgiye meraklı insan tipinin, farklı toplum katmanlarında konumlandığı gözlemlenmekteydi. Oysa 2000’lere gelindiğinde, kamu olanaklarıyla iyi eğitim almak git gide olanaksızlaşmıştır. Görece iyi eğitim, artık ancak bazı ayrıcalıklı özel okullardan yetişen kısıtlı sayıda bireyin ayrıcalığıydı. Üstelik bunlar da bu içeriği tartışmalı iyi eğitimi piyasanın sâdık elemanı, kapitalist rekabeti içselleştirip onu ideolojik olarak savunan hırslı bireyler olmak için alıyorlardı. İkinci tür yarışma ise, piyasacı kamu politikaların artık tartışmasız gündelik hayat ve politika kurgusunun doğallaşmış bileşeni hâline geldiği zamanların simgesel bir özetini sunmaktaydı. Varkalım esasına dayalı yarışmalar; (1) zekâdan ziyade fizikî güç ve dayanıklılığın öne çıkarılmasını gerektiriyor; (2) mutlaka birilerinin elenmesini şart koşuyor; (3) elemenin tek bir kişi (tek ve mutlak galip olan tek birey) kalıncaya kadar sürmesi esasına dayanıyor; (4) her aşamasının bir elemeye tekabül etmesini gerektiriyor; (5) elemeler sürecinde, yarışmacılar arasında oluşan ancak sürekli yapılıp bozulan her türlü sahte ittifak, entrika, dedikodu, ve kötülüğün her tonu mübah addediliyordu. Varkalım yarışmaları, sosyal Darwinizm’in yeniden sahneye çıktığı acımasız bir sosyo-ekonomik düzenin mükemmel bir özeti olarak değerlendirilebilir. Varkalım yarışmasının mesajı açıktır: “Tek hakikat sensin. Diğerleri senin düşmanındır. Kazanmak zorundasın. Kazanmak için her yol mübahtır!” Piyasacı kamu politikalarının zihniyet dünyasında kolektif bir sorumluluk olmadığı için, bireyin eylemine atıf oluşturacak herhangi bir ethos da yoktur. Piyasa aktörlerinin (“kişisel gelişim” yazını başta olmak üzere) sürekli ‘etik’ten dem vurmaları, toplumsal ahlâk anlamında ethos’un parçalanmış olmasından kaynaklanmaktadır.
Günümüzün hem politik hem kültürel anlamda parçalanmış Türkiye’sinde, kültür hayatı, nicelik bolluğunun tersi yönde ciddi bir nitelik indirgenmesiyle karşı karşıyadır. Artık Spor ve Sergi Sarayı gibi ilkel konser mekânları yerine birçok performans mekânı hizmete açılmıştır. Siyah-beyaz tek kanalın kasvetli atmosferi yerine sayısız televizyon kanalının yanı sıra sonsuz bir imge ve söylem okyanusu olan sosyal medya var. Abartılı büyüklük ve görkemli bir şıklığı temel alan, küresel kentin yeni mekânlarında (şehir hastanesi, havalimanı, adalet sarayı, idari binalar, vb.) olduğu gibi, kültür mekânları da (artık adları performans ve gösteriyle anılır olmuştur) bireyi büyüleme ve içinde eritme işlevini yerine getiren bir mimarî iddiaya dönüşmüştür. Ancak, bütün bu görkem ve büyüklük saplantısı, indirgenip (Adorno “regresyon” derdi) epeyce düşük zekâ düzeyine hitap eden kültür ürünlerinin salt metâ olarak tüketime sunulduğu iktisadî mantığı perdelemekten başka bir işlev görmemektedir.
Liselerde yine müzik yapılıyor. Daha az oranda olmak üzere yine halk oyunları oynanıyor. Hatta makam müziği geleneği, yeni bir kentli anlayışla yeniden keşfediliyor. Ancak bu etkinlikler, çoğu zaman gençler arasında dayanışmayı pekiştirici bir anlayışı temsil etmenin epeyce uzağında görünüyor. Tersine, piyasacı kamu politikalarının şekillendirdiği toplum hayatında büyüyen gençler, ağırlıklı olarak rekabetçi kültürün toplumu parçalara ayıran ideolojik bağlamına ister istemez eklemleniyorlar. İstisnalar elbette var. Baskıya, sömürüye, ayrışmaya, kapitalizmin acımasız öğütme aygıtına aydınlık bir zihinle karşı çıkan gençler ve bunların kültür üretimleri elbette var. Ancak Türkiye’nin ana akım kültür ortamını belirleyen temel güdü, rekabetin taçlandırılmasını, bireysel başarının merkeze yerleştirilmesini, performansa tapınan bir anlayışın hâkim kılınmasını gerektirmektedir. ‘Yeni Türkiye’, sömürünün şıklaştığı, vasat-altı zihniyetin güzellemesinin yapıldığı, eleştirel düşünceyi sistemli olarak soğuran, kültürü ticarî metâ olabildiği sürece makbul addeden, nicelik bolluğunun (örneğin üniversite sayısının çokluğu, kültür mekânlarının büyüklüğü, vb.) nitelik kaygısını saf dışı ettiği bir çatışma, kutuplaşma ve şiddet sahnesi olarak kurulmak isteniyor. Artık benzerlerimiz, dayanışma yoldaşlarımız değil, doğal düşmanlarımız ve kaçınılmaz rakiplerimizdir. Türkiye bu nedenle bir kültür çölleşmesi yaşıyor.
Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’nın anılarının yeniden canlandığı bir sırada, Türkiye’nin en seçkin eğitim kurumlarından biri olan Robert College’in yıl sonu konserine katılıyoruz. Müzik öğretmeni Deniz Baysal’ın olağanüstü çabası, derin müzik bilgisi ve örgütleme becerisi sayesinde bir lise orkestrasında görmeye alışık olmadığımız tür ve nicelikte çalgıdan oluşan bir orkestrayla karşılaşmak bizi şaşırtıyor. Orkestra, 2 flüt, 2 klarinet, 3 (ikisi tenor biri bariton) saksofon, 1 elektro gitar, 1 bas gitar, 3 elektronik klavye, 3 kişilik bir vurmalı grubu, 8 keman, 4 viyolonselden oluşan bir yapıda tasarlanmış. Üstelik çalgıların bazıları dönüşümlü olarak farklı öğrenciler tarafından icra ediliyor.
Orkestra, her biri farklı renklere sahip ancak her biri ayrı büyüleyici bir sağlamlıkta olan solistlere (5 kız, 2 erkek) mükemmel bir entonasyonla eşlik ediyor. Caz klasiklerinden pop şarkılarına, Türkçe popun klasikleşmiş ve ciddi teknik zorluklar içeren eserlerinden (özellikle Sertab Erener şarkılarındaki uzun portamentolu, geniş ses aralığı kullanımı gerektiren, yüksek perdelerde sıçramalı aralıklar barındıran ya da orada detone olmadan uzun değerlerde tutunmayı gerektiren, virtüozite sergileme vesilesi nitelikler), Âşık Veysel’in Uzun İnce Bir Yoldayım deyişinin rock sürümü gibi yorumlara yayılan bir repertuar içinde nefes kesici iki saat geçiriyoruz.
Deniz Baysal ve öğrencileri, saygıdeğer bir emek örneği sunuyorlar. Gençlerin muhteşem ses ve çalgı kullanımı becerisi karşısında derin bir hayranlık duyuyoruz. Bununla birlikte, nitelikli sanat üretiminin artık ancak kendi köşesine kapanmış mikro alanlarda yapılabildiğini ya da ancak yüksek fiyatlarla satılan gösterilerin konusu olabildiğini düşünüyorum. Ancak hayat diyalektiktir; en karanlık görünen anda ışığın ilk yansımaları hissedilir. Türkiye’nin bu karmaşık küresel akışlar içinde devingen hâle gelmiş, ancak aynı oranda nicelik bolluğu içinde çölleşen kültür ortamını kendi vahalarında direnen gençlerin dönüştüreceğine inancımızı korumamız gerekiyor. Kuşkusuz 1980’lerin Türkiye’sinde (ve dünyasında) değiliz. Gençlerin müzik üretimlerini paylaşmalarının çok daha başka yolları oluştu. Bu yeni damarlardan taze bir kültür kanı, gençlerin ve kadınların dönüştürücü gücü sayesinde dolaşıma girecektir; zira, bu sömürü düzeninin küstah, nobran, kibirli, mütecaviz ve aslında tedavisi olanaksız kompleksli baskıcılığının, bu küresel etkileşimler ekseninde yeniden yapılanan yeni toplumsallaşma dünyasında yeri olmadığını en iyi gençler ve kadınlar biliyor. Mizojin otoriter liberal zihniyetin onlardan bunca korkması boşuna değil!
[
Gözümü kapadığımda zihnim kırk üç yıl öncesine uçuyor. Spor ve Sergi Sarayı’ndayız. Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması’nda çılgınca alkışladığımız lise grubumuz sahneye çıkıyor. Okul müzik topluluğu, sonraları başarılı bir öğretmen olacak olan devre arkadaşımız Gülsay Şahinler’e (Öneş) eşlik ediyor. Gülsay’ın sesi, muhteşem bir gürlükle kalplerimize sızıyor: “Moonlight Shadow”.
Ay ışığının gölgesi, Türkiye’nin bu karanlık çağını kapatacak olan gençlerin ve kadınların alnına vuruyor! Ardından parıldayan dolunay gelecek!
Ali Ergur
01 Haziran 2024, Denizli