Köşeyi yazın kaptı.
“Eğer daha önce ayda ya da Mars’ta yaşasaydım; orada ancak bir düşte ya da karabasanda görülecek bir şerefsizliğe, bir rezalete karışmış olsaydım ve sonradan kendimi yeryüzünde bulsaydım ama öteki gezegende yaptıklarımın bilincinde olsaydım, ve bilseydim ki hiçbir zaman o gezegene dönmeyeceğim, bu durumda yeryüzünden aya baktığım zaman- herşey benim için aynı olacak mıydı, olmayacak mıydı?”
Bu satırlar, Dostoyevski’nin yazdığı son kısa öykü olan Gülünç bir Adamın Düşü’ndeki kahramanın sözleri… İntihara karar veren adam sokakta otururken yanına yaklaşıp onu çekiştirerek yardıma çağıran üstü başı yırtık pırtık kız çocuğunu başından savar. İntihar etmek üzere evine gidince çocuğa davranışından huzursuzluk duyar, kendiyle hesaplaşmaya girişir…
Gülünç bir Adamın Düşü adıyla Türkçe’ye çevrilen öykü, 1992’de Aleksandr Petrov’un yaptığı, ödül alan bir kısa canlandırma (‘animasyon’) filmine dönüştürülmüştü. Şu günlerde ise Türkiye’de Tiyatro Baht’ın sahnelediği tek kişilik tiyatro oyunu olarak ilgi çekiyor. Onur Erbilen’in tiyatroya uyarlayıp sahneye koyduğu öykünün kahramanını Aziz Çoban canlandırıyor.
***
Bir ay kadar önce toplumsal vicdanımızı yaralayan bir olaya tanıklık ettik: 18 yaşını doldurmamış gençlerin, ana babalarının pahalı arabalarıyla hız yaparken yol kıyısında aracını onaran küçük bir topluluğa çarpıp kaçmaları, birinin ölümüne yol açan genci ise annesinin apar topar yurtdışına kaçırması haberleri günlerce konu edildi. Kazaya yol açan çocuk, yaptığı kaza sonucu insanlara vermiş olabileceği zararla ilgili hiçbir kaygı belirtmeden, arabaya verdiği zarar için annesinden özür dileyip duruyordu! Nasıl bir eğitim almış bu çocuk, diye dehşet duyuyordunuz. Anne, tüm canlılar gibi yavrusunu koruma içgüdüsüyle hareket ediyor, deyip geçemeyiz. İnsanı öteki canlılardan ayıran bir özellik var. (Ego, süperego kavramlarına girmeyelim şimdi.) İnsanı insan yapan vicdanıdır: terbiyeyle, eğitimle gelişen vicdan…
“Vicdan” sözcüğünün artık ne az kullanıldığını fark ettim o haberleri izlerken. Arapça’dan alınan bu sözcük “vicdansız”, “vicdanlı” gibi eklerle Türkçeleştirildi; onun yerine önerilen “duyunç”, “bulunç” sözcükleri yaygınlaşmadı; “vicdan” da neredeyse unutuldu. Oysa, ne önemli bir kavramın adı “vicdan”: Kişinin kendi davranışlarını değerlendirirken doğruyla yanlışı ayırt edebilmesini sağlayan içsel adalet duygusuna “vicdan” diyoruz. İsa’dan önce 5. yüzyılda yaşayan Sofokles, “İçimizde yaşayan vicdan gibi korkunç bir tanık, onun gibi güçlü bir savcı yok” diye yazmış. İsa’dan sonra da 19. yüzyıla dek “İçimizdeki Tanrı” olarak anlatılmış vicdan.
Kişide vicdanın gelişmesi konusuna ruhbilimsel, tarihsel ya da dinsel açıdan değil öznel yaklaşımımı belirterek gireyim: “Herşey teşekkür etmeyi öğrenmekle başlar” dersem “Ne ilgisi var?” mı dersiniz? Nezaket, kibarlık denilen şey nedir? Küçük bir çocuğa birinden bir şey isterken neden “lütfen” demesi gerektiğini, birinden bir şey alırken neden teşekkür etmesi gerektiğini, neden kedilerin canını yakmaması gerektiğini öğretiriz ya da öğretmeliyiz? Çünkü, başkalarının duygularına saygılı olmayı öğretmenin ilk aşamasıdır bunlar. Bunu öğrenen çocuk biraz büyüdüğünde başkalarının gereksinmelerini fark etmeye başlayacak; bir kapıdan geçerken yaklaşanlara kapıyı tutmayı, otobüste otururken yaşlı birine yer vermeyi kendiliğinden yapacaktır. Birine yol vermeyi zayıflık olarak görmeyecek, uzatılan bir yardımı ya da armağanı yanındakinden önce kapmaya çalışmayacaktır.
Ruhbilimciler, iç sesimizin bizi doğruya yöneltmesinin küçücükken öğrenilip daha sonra geliştirilebildiğini söylüyorlar. Ahlâk konusunu ele alanlar, “tehditle ya da korkudan doğruyu yapmak değil, kimse bilmeyecek olsa bile doğruyu kendi iç sesini dinleyerek yapmaktır asıl olan” diyorlar. Başkalarının duygularını anlamanın, toplumsal sorumluluk duymanın, ahlak ilkelerini içselleştirmenin eğitimle geliştiğini anlatıyorlar.
Günümüzde ise ana babaların çocuk yetiştirirken yaptıkları yaygın bir yanlış var: Çocuklar kendilerini yaşamın merkezinde görerek yetişiyorlar. Bu çocukların ana babaları, bencil (bir başka deyişle, başkalarının duygularına karşı vurdumduymaz) ama yine de kolay mutlu olmayan bireylerden oluşan bir toplumun temelini attıklarının bilincinde olmasalar gerek!
Vicdanlı birey olmak için daha küçücükken ailede alınan eğitim belki en önemlisi ama okullarda verilen eğitimin de çok önemli olduğunu belirtiyor uzmanlar! Okuldaki eğitimden söz ederken yalnızca sevilen öğretmenlerin değil, belli bir yaştan sonra arkadaşların da önemine dikkat çekiyorlar. Benimse aklıma Türkçe dersleri, Edebiyat dersleri geliyor. Vicdanı geliştiren başlıca kaynaklardan biri edebiyat (yazın)… Okulda verilen vicdan eğitiminin de başlıca yardımcısı yazın olmalı…
Araştırmalar edebiyat okurlarının daha anlayışlı bireyler olduklarını gösteriyor. Sinema, tiyatro, dans, müzik, görsel sanatlar, hepsi izleyenleri etkileme gücü taşıyor ama okumanın etkisi, izlemekten daha kalıcı: Okurken kafanızda canlandırıyorsunuz okuduklarınızı; birinin başına gelenleri izlemiyorsunuz, onu sanki kendi başınıza gelmiş gibi yaşıyorsunuz. Kendi çevrenizden olmayan insanları – onların yaşayışlarını, sevinçlerini, kaygılarını- anlıyorsunuz. Elbette, herhangi bir roman ya da öykü değil bunu sağlayan; değeri yıllar, belki yüzyıllar boyu azalmamış ya da azalmayacak, insanı anlatan yazın ürünleri burada söz konusu edilen kitaplar.
Batılı çocuklara kendi dillerinde 100-200 yıl önce yazılmış kitaplar –kimi yalınlaştırılmış, kısaltılmış da olsa- okutuluyor. Ya bizim çocuklarımız?... Dedelerinin ilkokulda okudukları Ömer Seyfettin’in Diyet’ini okuyorlar mı ya da Ömer Seyfettin adını duyuyorlar mı acaba? “Eski zamanlar”da geçen öyküler anlatmış olması bu büyük yazarımızın çocuklarımıza okutulmaması için bir gerekçe olamaz. Çağ ne olursa olsun, insan doğası değişmiyor ki! Sevecenlik, kıskançlık, iyi yüreklilik, hırs, açgözlülük, alçakgönüllülük, cimrilik gibi kişilik özellikleri binlerce yıl önce de vardı, insan var oldukça hep olacak. Yukarda alıntıladığım, “vicdan”ın en güzel tanımını bir başka büyük yazar, Sofokles, bundan 2500 yıl önce yapmamış mı?
Her türlü olanağa erişebilen bazı gençlerimizin kişisel gelişimlerinin eksik kalmasında Türk klasiklerini de, dünya klasiklerini de okumamalarının payı yok mu, dersiniz? Bu yazıyı yazmama neden olan olaya karışan liseli gençler varlıklı ailelerin çocuklarıydı, büyük olasılıkla hepsi de paralı okullarda okuyorlardı. O okullarda anlayış, acıma, yardımseverlik duygularını geliştirecek hiç mi kitap okumamışlardı?
Yazın ürünü, değerler aktardığı ölçüde değerlidir. Verdiği eğitimle övünen okullarda yazınsal değer taşıyan, değeri yıllar boyu kanıtlanmış yapıtların okutulup sınıflarda tartışılması gerekmez mi?
Bazı özel okullarımızda yazarını çağırıp öğrencilerle buluşturacakları kitapları okutmayı seçtiklerini biliyorum. Böyle olunca artık bedenleriyle aramızda olmayan büyük ustaların kitaplarını okumaktan yoksun kalıyor öğrenciler. Oysa, çocuklarla gençlerde vicdan gelişimine katkıda bulunmanın en kolay yolu, onlara sözgelimi Anna Sewell’in Siyah İnci’sini, Victor Hugo’nun Sefiller’ini, Füruzan’ın Parasız Yatılı’sını okutmak değil mi?
Öte yandan, böylesi yapıtlarla tanıştırmadığımız çocuklarımızı vurdulu kırdılı bilgisayar oyunlarının çekiciliğine kapıldıkları için eleştiremeyiz. Herkesin kıran kırana vuruşarak birbirinin “can”ını aldığı oyunlarla eğlenenlerin gerçek yaşamda vurulup ölen biri karşısında duyarsızlık göstermeleri şaşırtıcı mı?
Ne yazık ki artık okullarımızda okutulmayan felsefe, gerçek mutluluğun ne olduğunu düşünmeye yöneltir gençleri; yazın yapıtları ise sezdirerek öğretir. Sahip olmak mı, insan olmak mı, mutluluk verir?
***
UNESCO, 2030 Eğitim Hedefleri kapsamında “İyiliğin Önemi Var” (Kindness Matters) başlıklı bir kampanya başlattı. Birleşmiş Milletler pek çok konuda tek ses oluşturamazken UNESCO’da eğitimin toplumsal ve duygusal boyutlarını geliştirme konusunda bütün üyelerin anlaşmaya vardığı vurgulanıyor.
Araştırmalar, 21. yüzyılın başından bugüne dek çocuklarla gençlerin ruh sağlığının gittikçe bozulduğunu ortaya koymuş. Bunun üzerine, UNESCO 2030 Eğitim Hedefleri belirlenirken okulların bilgi aktarmak yerine mutlu, hem ruhu hem bedeni sağlıklı, iyi yürekli insanlar yetiştirmeyi öncelemeleri için yapılması gerekenler üzerinde durulmuş.
Yapay zekânın gittikçe daha fazla yer aldığı bir dünyada gençleri -robotların taşımadığı- “insan odaklı” yeteneklerle donatmanın gereği ortaya çıkıyor. “Toplumsal- duygusal yetenekler” (SES- social emotional skills) olarak tanımlanan bu yetenekler, anlayışlılık (başkalarının duygularını anlamak), acıma duygusu, iyimserlik gibi canlılara özgü duygular… UNESCO raporunda toplumda barışın sağlanması, bireylerin kendileriyle, birbirleriyle ve doğayla sağlıklı ilişkiler kurmaları bu yetenekleri geliştirmelerine bağlanıyor. Böylece, temel toplumsal, çevresel, jeopolitik, ekonomik sorunlarla haksızlıkların azaltılabileceği düşünülüyor. (Ne yazık ki, UNESCO’nun Türkçe web sitesinde bu konuda bir bilgi bulamadım!)
***
Bu yazı, Oğuz Tansel’den bir anıyla bitsin: “Gecenin geç bir saatinde bir telefon alıyorsunuz. Arayanı tanımıyorsunuz. Otoyolda bir kazada yaralandığını, yoldan gelip geçen hiç kimsenin olmadığını söyleyerek yardım istiyor ama nerede olduğunu da anlatamıyor. Ne yaparsınız?” sorusunu şöyle yanıtlıyor Oğuz Tansel: “O çığlığı duyduktan sonra ben artık sorumluyum.”
Mina Tansel 12 Nisan 2024, Ankara