Köşeyi iki düşünür-yazar kaptı bu kez.
“Genç Flaman fotoğrafçı, yüzümdeki gergin ifadeyi gevşetmek umuduyla sordu: ‘Nerelisin?’
‘Zagreb’ dedim.
Cikletini çiğneyerek rahat bir ifadeyle ‘Neresi orası?’ dedi.
Gerçekten, orası neresi? Henüz ortaya çıkmamış bir ülkedeki bir şehir… Neresi orası? Yugoslavya’da bir şehir… Artık olmayan bir ülkede… Eğer bir ülke yoksa, o zaman orada olanlar da aslında olmuyordur. Ölümler yoktur, yerle bir olan şehirler yerle bir edilmemiştir, kayıplar yoktur, sığınmacılar evlerini terk etmemiştir ve Yugoslav Ordusu’nun çıldırmış generalleri de yoktur. Herşey bir filmin donmuş karesindeki gibi dingindir. Ben Hollanda’da evimdeyim, ben Uçan Hollandalı’yım.” *
Bu satırların yazarı Dubravka Ugresic, Yugoslavya’nın bölünmesine karşı çıkmış bir aydın… Nobel Edebiyat Ödülü için aday gösterilmiş, pek çok önemli uluslararası ödül kazanmış bir yazar… Ülkesinde iç savaş başladıktan sonra, aldığı bir çağrı üzerine, uzmanı olduğu Rus Edebiyatı dalında ders vermek üzere Hollanda’ya gitmiş. Hollanda’dayken ABD’den benzeri bir çağrı alıyor. Yukardaki alıntıda değindiği fotoğraf çektirmesinin nedeni de ABD vizesi almak…
Yazarın American Fictionary (New York: Open Letter,1918) adlı deneme kitabının Refugee (Sığınmacı) bölümünden birkaç alıntı daha:
“’Artık kim olduğumu, nerede olduğumu, kime ait olduğumu bilmiyorum’ diyordu annem birkaç gün önce. O gün, beşinci kez, hava akınlarından korunmak için sığınağa dönüştürdüğümüz bodrumumuza inmiştik. Sivil Savunma talimatlarına uysalca uyarak kimlik belgelerimizi de yanımıza almıştık -bombalanırsak kim olduğumuz kolayca anlaşılsın, kimliği belirlenememiş cesetlerden sayılmayalım diye.”
***
“Amsterdam’da (binaların yansımalarının jöleye benzer su üstünde titreştiği) Herengracht Kanalı üzerindeki Ambassador Oteli’nin lobisinde bir gazetecinin sorularını yanıtlıyorum.
‘Bu güne dek, Hırvatistan’da korunma altına alınması tescillenmiş üçyüzden fazla yapı yıkıldı. Dubrovnik’i bombalamak Venedik’i bombalamakla aynı şeydir.’
‘Venedik’i bombalamak! Korkunç bir şey!’”
***
“Balkanlarda yalanlar ve ölüm üretilip sürekli yok etmekten söz edilirken çevresindeki komşular kayıtsızlığın koruyucu kalkanını üretiyorlar. Balkanlardaki durumun onlar açısından rahatsız edici olduğunu anlıyorum, Avrupa’nın ailesinde yalnızca sağlıklı bireyleri istemesini de anlıyorum, ama bu korkunç bir şey değil mi? Acıyla sorduğum bu soruya, Amsterdam’daki iş arkadaşım ‘Bırak ızdırap çekmeyi! Ülken başka, sen başkasın!’ karşılığını veriyor. ‘Ne yazık ki, değilim’ diyorum sertçe. Önümde duran bira bardağı kadar yalın bu gerçek karşısında gülmeli miyim ağlamalı mı, bilemiyorum.”
***
Ülkemiz başka, biz başka mıyız gerçekten? İster içinde olalım, ister dışında, kendimizi ülkemizden soyutlayabilir miyiz?
Dubravka Ugresic, parçalanmış Yugoslavya’nın acılarını hâlâ duyan ve yansıtan düşünür/ sanatçılardan biri, belki de en ünlüsü… Aldığı sayısız ödül arasında biri var ki, adını ilk kez duyuyorum: 2002’de Saraybosna’da Bosna-Hersek PEN merkezince verilen 1991-1995 Balkan Savaşları sırasında Edebiyatın Haysiyetini Koruma Ödülü…
***
Bir zamanlar hem sosyalist olup hem de ABD ve SSCB’nin etki alanlarının dışında kalmakla örnek gösterilen Yugoslavya’nın kendi kendini parçalayabileceği gerçeğini ilk kez 1986 yazında fark etmiştim. NATO Enformasyon Dairesi’nde Türkiye sorumlusu olarak yeni başladığım görev sırasında bir tatbikat yapılıyordu: Doğu ve Batı Blokları arasında bir savaş provası… Bu tatbikatta Yugoslavya’da iç savaş çıkacağı varsayımı beni şaşırtmıştı. 7-8 yıl önce TRT’ye girdiğimde ısrarla yapmak istediğim çocuk programlarının Yugoslavya’dan da dinleyicileri vardı. Türkçe olarak coşkulu mektuplar yazarlar, mektuplarına bayrak çizimleriyle resimler arasında “Yaşasın Türkiye! Yaşasın Yugoslavya! Yaşasın Tito!” notları eklerlerdi. Benim ve benim gibi düşünenlerin gözünde, kendi içinde örnek bir birliktelik, dünya üzerinde örnek bir bağımsızlık sergileyen bir ülkeydi Yugoslavya.
Avusturya Macaristan İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sonrasında parçalanınca kurulmuştu Yugoslavya Krallığı. Ülke 2. Dünya Savaşı sırasında önce Almanya ile İtalya’nın işgaline uğramış, halk işgalcilere direnerek kurtulmuş, krallık kaldırılmış; savaşın ardından Federal Cumhuriyet’e dönüşen devlet Sovyetler Birliği’nin uydusu olmadan sosyalizmle yönetilmişti. Doğu ve Batı Blokları dışında olup Amerikan Marshall yardımından yararlanan, Amerikan filmleriyle dizilerinin tutkuyla izlendiği bir sosyalist ülke… Başkanları Tito’nun “En değerli hazineniz, kardeşliğiniz ve birlikteliğinizdir” (American Fictionary, s. 51) diye seslendiği Sırp, Hırvat, Boşnak, Sloven gibi aynı coğrafyayı paylaşmış farklı “milletler”den oluşan bir halk…
Sovyetler Birliği’nin dağılması Yugoslavya’nın parçalanmasını tetikledi. Önce Slovenler bağımsızlıklarını ilan ettiler. Ardından bütün halklar birbirine girdi, yıllar süren kanlı savaşlar yaşandı… Sırplar Yugoslavya adını korumakta bir süre diretseler de 2003’te ülkelerinin adını Sırbistan-Karadağ’a çevirmek zorunda kaldılar, en son 2006’da Sırbistan ile Karadağ da birbirlerinden ayrıldı. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin yerinde yedi devlet var bugün.
Günümüzün önde gelen düşünür ve yazarlarından Amin Maalouf’un dediği gibi, “ ayrılmanın sağlıklı bir çözüm olduğu kabul edildiği andan itibaren ‘dilimlenmenin’ sona ermesi için bir neden kalmaz…” (Amin Maalouf, Uygarlıkların Batışı, çev: Ali Berktay, YKY,2019, s.161)
Bugün karşı karşıya kaldığımız sayısız sorun arasında biri var ki, yaşanan ve yaşanacak bütün parçalanmaların kaynağının o olduğu görünüyor: Kimlik… Dinsel, cinsel, etnik, siyasal, vb kimlik…
Dağılma eğilimi günümüzde tüm birliklerde var: Kendi içindeki çelişkileri uzlaştırmakta zorlandığı görülen Amerika Birleşik Devletleri’nden “Birleşmemiş Devletler” diye söz edildiğine rastlıyoruz. Bir zamanlar büyük umutlarla oluşturulan Avrupa Birliği’nin başat üyelerinden İngiltere ayrıldı; Birlik, dünyayı saran hastalığın ilk dönemlerinde kötü bir sınav verdi, birlikte davranmakta zorlandı. Bizim İngiltere dediğimiz, asıl adı Birleşik Krallık olan devletin parçalarından İskoçya ile Kuzey İrlanda’da ayrılık peşinde olan partiler seçimlerde en yüksek oy oranlarına ulaştılar. Bugün Ukrayna’da yaşananların temelinde kimliklerin kurcalanması yok mu?
27 yaşındayken Lübnan İç Savaşı sırasında ülkesini bırakıp Fransa’ya göçen Amin Maalouf, “yüksek sesle ve çoğunlukla saldırganca yapılan kimlik beyanı”nın öteden beri “muhafazakâr devrim” güçlerinin söyleminin ana ögesi olduğunu belirtiyor, ancak günümüzde solda yer alan bazı güçlerin kimlik konusundaki tavırlarını kaygı verici buluyor: “Eskiden hümanizm ve enternasyonalizm bayrağını sallayan bu güçler günümüzde kimlik ağırlıklı kavgaları savunmayı tercih edip çeşitli etnisite, cemaat veya sınıfsal kategorilere dayanan azınlıkların sözcülüğünü üstleniyorlar; sanki tüm toplum için bir proje kurmak yerine, hınçlarını bir araya getirdikleri takdirde yeniden çoğunluk olma umudunu taşıyabilirlermiş gibi davranıyorlar.”
Amin Maalouf, bu durumun gerekçelerini açıklarken bütün dünyada Thatcher ile Reagan’la birlikte yeniden hayata geçen “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kuramıyla sosyalist düzenin yüz kızartıcı başarısızlıklarına değiniyor ama bu konu bizim yazımızın kapsamı dışında.
Ülkemizde olup bitenleri yeryüzünde olup bitenlerle birlikte düşünmezsek anlamakta güçlük çekeriz. “Ne oluyor? Gidiş nereye?” soruları üzerine düşünmek isteyenlere Amin Maalouf’un deneme kitabı Uygarlıkların Batışı önemli ipuçları veriyor. Dubravka Ugresic de çağımızla ilgili “Nasıl? Niçin? Nereye?” sorularını soranların okumaya doyamayacakları öykü tadında deneme kitapları ile etkileyici öyküler, romanlar yazmış. İki ismin de aynı yılda, 1949’da, -bir zamanlar Osmanlı yönetiminde kalmış farklı coğrafyalarda- doğmuş ve anayurtlarından göçmüş olmaları ilginç bir rastlantı olmayabilir: Maalouf’un belirttiği gibi, zamanın ruhu yatay olarak yayılır.
Amin Maalouf’un tüm kitapları Saadet Özen, Ali Berktay gibi usta çevirmenlerce dilimize çevrilip Yapı Kredi Yayınları’nca yayınlandı. Dilerim ki, Dubravka Ugresic’in zekî, esprili, duyarlı kalemi de aynı özenle Türkçe’ye çevrilsin. Amsterdam’da yaşayan ve “Benim bir tek gerçek vatanım var: Edebiyat” diyen Ugresic’in ne yazık ki, yalnızca üç kitabı Türkçe’ye çevrildi. Saygın yayınevlerimizin bu eksikliği gidermek için artık kolları sıvamasını bekleyerek…
...diye bitiremem bu yazıyı: Bahar’ı anmadan edemem: Neredeyse kırk yıl önce Türkiye’nin Sesi Radyosu için hazırladığım Çocuk Saati’nin en katılımcı, en coşkulu dinleyicilerinden Bosnalı Bahar… Yaşgününe rastlayan bir bahar gününde “Merhaba Bahar!” diye seslendiğimiz (mektuplarına sesli yanıtlar verdiğimiz) o güzel çocuk… Hep aklımda: Birkaç yıl sonra ülkesinde patlayan savaştan sağ çıkabildi mi? Sevdiklerinden kimleri yitirdi? Yaşıyorsa nerede, nasıl?...
MİNA TANSEL
24 Temmuz 2022, Ankara
* Efsaneye göre, Uçan Hollandalı, hiçbir limana ulaşamadan okyanuslarda dolaşmaya mahkûm olan hayalet geminin adı.