Bugün köşede şair, ressam,
araştırmacı Ümit Sarıaslan var.
Yılın son gününden önce, Ankara, bir sevdalısını yitirdi. Ankara şairi, Ankara üzerine araştırmaları olan bir yiğit insan, Ümit Sarıaslan dünyasını değiştirdi. Yalnız Ankara değil; onu tanıyan herkes, bu yürekli, bu duyarlı, bu öfkeli, bu ince, bu kavgacı, bu inançlı, bu namuslu insanı artık göremeyecek. Ama ŞAİRLER ÖLMEZ… Dilerim, sevdiği şehir onu unutmaz, adını bir köşesinde saklar…
Bir şehri seven herkes gibi Ümit Sarıaslan’ın da özel ilgi alanına girerdi -o şehri şehir yapan- mimarlık yapıtları… Onunla son görüşmemiz tâ 2014’te olmuş. Mimarlar Derneği 1927’de Ankara’nın yitip giden bir mimarlık yapıtı - Su Süzgeci- üzerine konuşmasını dinlemeye gitmiştik. (O konuşmadan yola çıkarak bir yazı yazmıştım: https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/mina-tansel/muze-olmak-ya-da-olmamak/161/
Etkinliğin sonunda, otobüs durağına dek söyleşerek yürümüştük. İğneli Fıçı şiirinin bir bölümünde dediği gibi, telefon kullanmıyordu:
“Cep telefonum yok
Atım eşeğim de
İki buçuk kilo et bahasına
Alınan ev İsa’dan önce
Kitaplarım
İşe yaramaz dostlar bir de”
İşe yaramaz dostlarından biri de bendim. Telefonla haberleşemezdik, ama elektronik postalar gönderirdik birbirimize. Yazılarımı paylaşırdım onunla. Şiirce yanıtlar yazardı çoğuna. En son aldığım e-postası 7 Eylül 2018 tarihli... Daha sonra gönderdiğim postalara tepki gelmemiş. Eşi, sanat tarihçisi ve müzeci Servet Sarıaslan’la konuşup sağlığının iyi olmadığını öğreniyordum. Gündelik hayhuyun içinde ha bugün, ha yarın sorayım derken Sina Akyol’dan cep telefonuma haber geldi: “Ümit Sarıaslan’ı kaybetmişiz.”
Bir dostun ardından yazmak ya da konuşmak… Ama yazmasam duramam, durulamam.
En iyisi, onun acılar karşısında bana yazdıklarını paylaşmak, sözü ona bırakmak, diyeceklerimi onun ağzından söylemek… Örneğin, değerli öğretmeninin ardından şu yazdıkları:
Gazi'den Öğretmenimiz, Okul Müdürümüz Kibele Ana Naciye Öncül'ü sonsuza uğurladık dün.
Lisistratalar soyundan bir kadındı. İnsan mı insan bir ölümlüydü. Ya benim gönlümde ölümü yenenlerdendi.
Bana yazdıkları arasında buluyorum söylemek istediklerimi:
Yaşar Kemal'in o gürültülü güzelliğiyle kulağımda çınılarken sesi, belleğin yılkısından çıkıp gelirken yazının atları, elimde değil kederlendim, gözlerim kanlandı. Yutkunurken boğazım ağrır oldu. Sanki biraz da kendimizin ölüsüydü giden. Öyle geldi bana. Ölenle ölünür kimi anlar.
Yine ben yazmayayım, o yazsın: Cevahir Bedel’in Çayırı Anımsamak adlı şiir kitabından söz ettiğim “Elegie ya da Ağıt” yazım üzerine 24 Aralık 2014’te gönderdiği mektuptan:
Sevgili Kardeşim Mina’ya,
Sağ ol, esen ol içtenlikle.
Esiyorsun da meltem gibi kıyılarından kıyılarımıza.
Hastalık sürüyor kendi bildiğince; tedavisi de!...
Kimdi O? “Yaşamak en büyük sayrılık;…” diyen.
Yazını okudum, yoo niye “eleji” hayatlarımızın ta kendisi.
O şair Kadıncağız, kardeşcağız için söylediklerin anımsattı:
“Her gölge sonuçta yine ışığın çocuğudur.”
Acıyla kardeşliği yaşamın, buradan gelir. Gelir ya,
“Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi gerçekten yaşamış sayılır.”
Evrensel zamanın kıyılarına ırayışı üstünden 70 yıldan fazla bir zaman geçen Stefan Zweig’a selam olsun fırsattan…
Nevide Gökaydın ile Adnan Turanî’den söz ettiğim yazıya (https://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/mina-tansel/ressam-olacaklara-adnan-turan-den-ogutler/1295/ gönderdiği tepkide şöyle diyordu:
Her ikisi de benim (ve bizim) hayatın kıyılarından "iç"ine ıramamızda payı olan iki büyük öğretmen(diler). Bilene hep öyle. Her ikisi de biraz değişik öğretmendiler hem de. Şimdi bile unutamadığım an(ı)larıyla dalımdan bakar gibi duyumsuyorum ikisini de... Onların da öğretmeni Hasan-Ali Öğretmenimizin sözü: "Anımsamak anlamanın hazinesidir." Anımsamak, kimileyin ağlamanın da hazinesidir!...
O güzelim “Zor Zamanlar” şiirinden bir alıntıyla bitsin bu yazı:
Bir yanlışlığın farkına varmak gibi başlıyor
Her şey gelip geçerken
Ölüm acıları ve korkular içinde
Bütün ayrılıkların kavgaların paydos vakti
Bu dünya ne tuhaf değil mi teyze
MİNA TANSEL
2 Ocak 2022, Ankara