Köşeye bir ‘sanal fotoğraf sergisi’ sıkıştı.
Eski bir fotoğrafı ararken, yedi yıl önce tam da bu tarihlerde çektiğim fotoğraflar çıktı karşıma. Yatakta yatmamı gerektiren günler boyunca, değil kitap okuyacak, cep telefonuma bile bakacak gücüm yokken penceremden gökyüzünü görüyordum. Sağlıklı günlerimde birkaç saniyeden daha uzun süreyle bakmadığım bulutların sayısız fotoğrafını çektim o günlerde. Fotoğraf sanatçılarından özür dileyerek, günümüzde sanal ortamı dolduran sıradan fotoğrafçı ve yayıncılardan güç alarak, burada paylaşayım o fotoğraflardan birkaçını…
“Günde birkaç kere ateş, tansiyon ve oksijen ölçümü; serum torbasını değiştirmek; oksijen takviye cihazına su eklemek; ilaçları vermek; yemek ve temizlik için kısa süreli gelen koruyucu giysili insanlar dışında hiç kimse ziyarete gelemiyordu. Maske ve siperlik arkasından yüzlerini bile görmek mümkün değildi. Sağdaki ve soldaki sesleri de almayan böyle bir odada kendi kendimle baş başa kalınca daha öncekilere benzemeyen bir yalnızlık ve korku ile baş başa kalmıştım. Geçmişte dünyayı kasıp kavuran veba ve kolera gibi hastalıklardan daha az korkutucu olmayan bu hastalığa karşı işlerin başka türlü olamayacağının farkına varmak, yakın geleceğin belirsizliğinden kaynaklanan korkuyu hafifletmiyordu. (….)
Sabaha karşı soğuyan havada sıkıca giyindiğim halde titremek ve öğlen saatlerinde içeri giren güneş ışığının sıcaklığından bunalarak üstümde ne varsa hepsini çıkartmak başlı başına yorucu bir uğraştı. Dışa açılamayan pencereler ve henüz nasıl kontrol edileceğini tam olarak keşfedemediğim klima cihazı da yardımcı olmuyordu. Tavandaki ışık panosu aydınlığının göz kapaklarımdan sızan pembe alacakaranlığında ümitsizlik ve yılgınlıkla değil ama belirsizlik ve korkuyla, ölümün nasıl bir şey olduğunu düşünürken cevap İzmir’den geldi. Hastanede kaldığım sürenin ancak ikinci yarısında açabildiğim televizyondaki canlı yayından yükselen: ‘Orada kimse var mı?’ haykırışları bende çağrışımlar yaratıyordu. Bir ara günlük yaşantımda tamamlanmak üzere sırasını bekleyen işler aklıma geldi. Acaba onları tamamlama fırsatım olacak mıydı?
Bütün bu yalıtılmışlığın ortasında çevre ile haberleşmek açısından tek olanağım cep telefonumdu. Hem konuşmak hem de ekranı görmek için telefonu havada tutacak gücüm olmadığı halde yastığa dayayıp konuşmak kısa olmak kaydıyla fazla yorucu olmuyordu. Eşim Fatma, oğlum Ömer ve konudan haberdar olan birkaç arkadaşımın ‘Nasılsın?’ sorusuna verebileceğim doyurucu bir cevap yoktu. Asıl benim cevaplara ihtiyacım vardı: ‘Ben nasılım?’ ”
Yukarıdaki satırları, Covid-19 nedeniyle bir süre hastanede yatan Yücel Akyürek’in, arkadaşlarına deneyimlerini anlatmak üzere gönderdiği Corona Günleri yazısından alıntıladım. Yücel Akyürek, ortaokul, lise, üniversite yıllarıyla mimarlık mesleğinin ilk yıllarındaki anılarını Yolboyu kitabında kâh gülümseten, kâh düşündüren bir anlatımla paylaşmıştı. Elimizden bırakamadığımız bir kitap çıkarmıştı ortaya. Hastalık deneyimini kısaca da olsa bizlerle paylaşması güzeldi, ve edebiyatta alışılmış bir şey değildi pek. Hasta olma durumu üzerinde neden daha fazla yazılmazdı ki? Ölümü çekici bir konu olarak gören edebiyat, hastalığı neden konu edinmiyordu?
Yücel Akyürek, bu sorumu hemen Mehmet Akif’in Hasta şiiri ile Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu örnek vererek yanıtladı. Evet, Akif bu şiirinde veremli bir gencin öyküsünü anlatıyor, Peyami Safa ise veremli bir genci kahraman olarak seçerek onun sanatoryumdaki günlerinden söz ederken kendi deneyimlerinden yararlanıyordu.
Genç yaşta veremden yitirdiğimiz Rüştü Onur ile Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiirlerine hastalığın gölgesi sinmemiş miydi? (Bkz. http://www.sanattanyansimalar.com/yazarlar/mina-tansel/muzigin-kardesi-siir-icin-uc-dakika/235/ )
Şiir, öykü, roman ve çocuk kitaplarıyla en verimli ustalarımızdan Rıfat Ilgaz da veremden çekmişti. Daha sonra Pijamalılar olarak adını değiştirdiği Bizim Koğuş romanında sanatoryum yaşamını konu almış, kendine özgü anlatımıyla gülmece ve hüznü kaynaştırmıştı.
“İnce hastalık” diye de anılan verem, edebiyatta en çok yer bulan hastalık olmuş. Edebiyatın veremli kahramanları denince, belki de önce Victor Hugo’nun Fantine’i geliyor akla. Konusu, oğul Alexandre Dumas’nın Kamelyalı Kadın romanından uyarlanmış olan Verdi’nin La Traviata’sındaki Violetta da operadaki ünlü veremlilerden… Veremden yaşamını yitiren en tanınmış opera kahramanlarından biri de Puccini’nin La bohème’indeki Mimi, elbette… Veremli besteci denince, ilk aklımıza gelen Chopin oluyor. Rembrandt ve Monet, bu hastalıktan yatan eşlerinin resimlerini yapan ressamlar arasında yer alıyorlar. Munch ise hasta kızkardeşinin resmini yapmış. Thomas Mann, sanatoryumda geçen ünlü Büyülü Dağ romanını, karısının İsviçre Davos’ta bir sanatoryumda yatması üzerine yazmış.
Bir sanatçının yaşadığı çağın, çevresinde yaşanan acıların dışında kalmasına olanak var mı? Herkesten daha derinden duyan sanatçı, bunları anlatmadan durabilir mi? Yine de, yakınlarının hastalığı karşısında duyduklarını değil belki ama kendini, kendi hastalığını anlatmakta sanatçıların genellikle isteksiz davrandıklarını düşünmekte yanılıyor muyum acaba? Gerçi, van Gogh kendinin kulağı kesik resmini yapmıştı. Virginia Woolf da kendi hastalığını anlatma yürekliliğini gösterenlerden… Ama hekim olan Çehov’un hekim kahramanlarını biliriz de veremli bir kahramanını anımsayabiliyor muyuz? Oysa, 20 yıl kadar savaştığı vereme sonunda yenik düştüğünü biliyoruz.
Ağrılı, ateşli hastalar ise karmaşık duygularla bulanık düşünceler içindedirler. Ağrıyı, ateşten yanmayı ve içinden geçenleri, yaşadığı sırada anlatmak olanaksız; ancak geçtikten sonra anlatılabilir. Elbette, süreğenleşmiş bir hastalık durumu daha farklı… O durumda kendini sanatla anlatabilmeyi başarabilen kaç kişi var? Sevgi Soysal geliyor aklıma…
Hastalık bir durma hali… Zaman yavaşlar... Bulutlar ağır ağır geçer pencereden…
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözleriyle bitsin bu yazı:
“Başımızın üstünde bir bulutun
Güneşe asılmış gölgesi,
Uzakta toz halinde dağılan
Yoğurtçu sesi,
Gün bitmeden başladı içimizde
Yarınsız insanların gecesi.”
(Hastalık çevremizi sarmışken –istesem de- başka bir konuya öncelik veremediğim için editörümden ve okurlarımdan özür dilerim.)
MİNA TANSEL
10 Ocak 2021, Ankara