Köşeyi göç konulu kitaplar aldı.
“Bir kez daha söylüyorum, ben gitmeyeceğim.”
“Nedenini açıkla.”
“Açıklayacak bir şey yok… Dilim, halkım, çılgın ülkem… Düşünsene, polisleri bile seviyorum.”
“Sevgi dediğin, özgürlüktür. Kapılar açık olduğu sürece her şey normaldir. Ama eğer kapılar dışarıdan kilitlenmişse hapishanedir...”
“Ama artık izin veriyorlar.”
“Ben de bundan yararlanmak istiyorum ya! Canıma tak dedi artık! Her türlü berbat şey için sıralarda beklemekten bıktım! Delik çoraplarla dolaşmaktan bıktım! Sığır sosisi gelmiş diye sevinmekten bıktım! Seni tutan ne? Ermitaj Müzesi mi, Neva Irmağı mı, huş ağaçları mı?”
“Huş ağaçları umurumda değil!”
“E, ne o zaman?...”
“Dil… Başkasının dilinde kişiliğimizin yüzde seksenini yitiriyoruz. Şaka yapma, dalga geçme yeteneğimizi kaybediyoruz. Bir tek bu, dehşete düşürüyor beni.”
“Benim şaka yapacak halim yok! (Kızımız) Maşa’yı düşün! Onu neyin beklediğini tasavvur et.”
“Herşeyi çok abartıyorsun! Milyonlarca insan yaşıyor, çalışıyor ve pek de mutlular.”
“Milyonları bırak, kalsınlar! Ben senden söz ediyorum. Öyle ya da böyle, yazdıklarını basmıyorlar.”
“Ama benim okurlarım burada. Orada ise… Chicago’da benim öykülerim kime lâzım?”
“Burada kime lâzım? Lukomorye’de menüyü bile okumayan garson kıza mı?”
“Herkese… Sadece henüz farkında değiller.”
20. yüzyıl sonu Rus yazınının en önemli adlarından Sergey Dovlatov’un (1941-1990), dilimize Puşkin Tepeleri (Jaguar Yayınları, 3. Baskı: 2019, çeviren: Ayşe Hacıhasanoğlu) adıyla çevrilmiş romanından bir bölüm aktardım. Yazdıkları, kendi ülkesinde basılmayan yazarla Amerika’ya göçmek isteyen karısının tartıştıkları bir bölüm… Öteki yapıtları gibi, bu roman da yazarın kendi yaşamından yansımalar taşıyor.* Roman Sovyet döneminin sonlarına doğru, ama kimsenin –yazarın bile- sonun yaklaşmakta olduğunu bilmediği bir dönemde yaşananları anlatıyor.
Dovlatov’un romanlarının ülkesinde basılmasına izin çıkmıyor, gazeteci olarak çalışırken de yazılarına karışılıyor, ülkesinde bastıramadığı için yurtdışına gönderdiği yazılar başka ülkelerde yayınlanınca Sovyet Yazarlar Birliği’nden atılıyor. Yurdundan ayrıldıktan sonra yaşadığı 12 yılda ise 12 kitabı basılıyor. Romanlarının kendi ülkesinde basıldığını göremeden yaşamını yitiriyor. Şimdi Rusya’nın en sevilen yazarları arasında… Yazarın -ne yazık ki- yalnızca üç kitabı Türkçe’ye çevrilmiş. Yukarıda – çevirmeninden özür dileyerek küçük değişikliklerle- alıntıladığım Puşkin Tepeleri’nden başka Olvido yayınları arasında 2019 yılında Eyüp Karakuş çevirisiyle çıkan Yabancı Kadın ile Cem Yayınevi’nce Faruk Ünlütürk’ün çevirisiyle 2004’de yayınlanan ve ne yazık ki ikinci bir baskısı yapılmamış görünen Bavul… Yabancı Kadın’da bir kadın göçmen üzerinden New York’ta Rus Yahudi göçmenlerin mahallesindeki insanları anlatıyor. Bavul’da ise Sovyetler Birliği’nden göçerken yanında getirdiği bavuldaki sekiz eşyanın öyküsünü… Zekî, vurucu, alaycı gözlemlerini abartmadan az sözcükle aktaran çağdaş bir yazar Dovlatov. Şiir gibi, fazlalıklardan arınmış bir dili var; gereksiz tek sözcük kullanmıyor; uzun anlatımlara girişmeden tek bir tümceyle, söylenmesi gereken herşeyi yalın, çarpıcı bir biçimde söylüyor. Aynı tümce içinde hem sarsan hem güldüren bir yazar…
Dovlatov, gitmekten başka seçeneği olmayanları değil, gitmekle kalmak arasında ikilem yaşayanları, gidenleri ya da gitmiş olup dönmeyi arada bir aklından geçirenleri anlatmış daha çok. Kitaplarının konusu bizi bugünlerde daha yakından ilgilendiriyor.
Yurdumuz, tarih boyunca hem göç vermiş, hem de göç almış. Son yıllarda yakınımızdaki ülkelerde yaşanan savaşların savurduğu pek çok insan, topraklarımıza sığınmakta. Öte yandan, yine son yıllarda, ülkemizin yetiştirmek için en fazla yatırım yaptığı gençler, Zeki Müren’in bir şarkısının başlığa aldığım sözlerini sorup duruyor kendine. Üniversite bitirmiş, çalışma yaşamına katılarak belli noktalara erişmiş olanların bile gitmek yönünde karar aldıklarını görüyoruz. İçinde bulunduğumuz yaygın salgın döneminde, ülkeyi terketmek isteyen doktor sayısı şaşırtıyor. Sınavlarda ancak yüksek puanlarla girilebilen liselerden mezun olanların çoğunlukla üniversiteyi yurtdışında okumayı seçtiklerine ilişkin bilgiler var.
En iyi üniversitelerimizden birinin mezunlar derneği, geçtiğimiz günlerde bir duyuru yayınladı. Şöyle deniliyordu bu duyuruda: “Tüzüğümüzdeki ‘Öğrenci ve mezunların sorunları ile ilgilenmek’ amacı doğrultusunda, eğitim ve çalışmak için yurt dışına gitmek isteyen okulumuz öğrenci ve mezunlarının yaşadıkları bilinmezlikler ve zorluklar konusunda ihtiyaç duyacakları kapsamlı desteği sağlayabilmek için Derneğimiz bünyesinde ‘Yurt Dışı Eğitim ve Yaşam Destek Komisyonu’ kurulmuştur.”
Yaşamakta olduğumuz bu durumun ülkemizde göç konulu yazınsal yapıtlara ilgiyi artırıp artırmadığını bilmiyorum ama ilginç bir kitabın ortaya çıkmasına yol açtı.
Evrim Kuran, -yer yer yazınsal bir yapıta yaklaşan- toplumbilimsel araştırması ONLAR GÖÇTÜ BURADAN: Türkiye’nin Yeni Göç Nesli’nde (Mundi Kitap, 2021) bu konuyu ele alıyor. Kendi de göçmen olan Kuran, kitabını hazırlarken yalnızca bol bol okumakla, anketler yapmakla kalmamış; ülkeden gitmiş göçmenlerle teke tek uzun görüşmeler yapmış.
Burada, yıllar öncesinde kafama takılan bir düşünce uyanıyor: Türkiye’de görev yapmış bir İngiliz öğretim üyesinin oğlu dünyanın bir köşesinde, kızıysa başka bir köşesinde yaşıyordu. “Bu insanlar yaşamlarını ‘yeryüzü bizim’ görüşüyle düzenliyorlar. Oysa bizim düşlerimiz ülkemizin sınırlarından öteye geçmiyor” diye düşündüğümü hiç unutmuyorum. (Öte yandan, o yıllarda üniversiteyi bitirince iş olanakları önümüze serilirdi, sanki. Adam kayırma hep vardı, ama işe girişte bilgiyle yetenek kayırmanın önüne geçerdi.)
Evrim Kuran, son 20 yılda başka ülkelere yerleşen “Türkiye’nin yeni göç nesli”ni araştırırken 118 farklı ülkeye göçmüş 3.253 katılımcıyla ilişki kurmuş. Bir bakıma, artık Türkiye’de yaşayan gençlerin de “yeryüzü benim, istediğim yerde yaşarım” diye düşündüğüne sevinebiliriz belki. İngiliz İmparatorluğu’nun mirasçıları için öteden beri var olan “globalleşme” artık bizim için de bir gerçek... Bir seçim mi, bir zorunluluk mu? Ne ölçüde zorunluluk?... Kitapta, üniversite bitirmiş genç işsiz sayısının 1,1 milyonu bulduğuna değiniliyor. Günümüzde Türkiye’den ayrılıp başka bir ülkede yaşama kararı vermede en önemli etkenin “ekonomik nedenler” (%36.4) olduğunu belirtiyor Kuran. “İş olanaklarının yetersizliği” %30.2 olarak görülüyor. “Ülkenin siyasal iklimi”, %30.7 ile en önemli göç nedenlerinden biri... Kitap, yalnızca yazarın katıldığı araştırma sonuçlarına yer vermiyor, konuyla ilgili pek çok araştırmanın sonuçlarından da yararlanıyor: Sözgelimi, Gallup’un 2021’de 116 ülkeyi kapsayan araştırmasında “Önceki gün öfke göstermenize yol açan bir deneyiminiz oldu mu?” sorusuna en çok “Evet” yanıtı veren ikinci ülkenin Türkiye, “Önceki gün gülümsediniz mi, ya da kahkaha attınız mı?” sorusuna en az “Evet” yanıtı veren ülkenin de Türkiye olduğuna değiniyor.
Evrim Kuran, yalnızca göçmenlere sorulan soruları aktarmyor; okurların da soru sormalarına yol açıyor. Değindiği araştırmalar ilginç bir gerçeği de ortaya çıkarıyor: “Türkiye’de ‘toplumsal bir amaca hizmet etme’ hedefinde olan gençlerin oranı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin oldukça gerisinde.” Bunun üzerinde hepimizin düşünmesi gerek! Bir zamanların toplumsal, giderek siyasal amaçlar taşıyan gençlerinden nasıl oldu da kendini kurtarmayı düşünen gençlere gelindi? O anababaların çocukları, o büyükanne büyükbabaların torunları nasıl oldu da bireyci olmak durumunda kaldılar? Toplumdaki, ekonomideki, siyasetteki, eğitimdeki gelişmeler, bu durumu açıklamakta yeterli olabilir mi? Acaba, gençliklerinde sağcı, solcu olanların bu durumda payları yok mu? Yaşadıklarından sonra umutlarını yitirip toplumu değil kendilerini düşünmeyi mi öğrettiler çocuklarına? Toplumsal bir amaca hizmet etmenin sağcılıkla solculuğun ötesinde bir kavram olduğunu göremediler mi? Soru çok... Evrim Kuran ise, kitabının son bölümünde, “Ne Yapacağız?” sorusunu yanıtlamaya çalışıyor.
Kitabın yanııt aradığı sorulardan biri de “Göçtükleri yerde mutlular mı?” İsveç’te yaşıyan bir göçmenin bu soruya yanıtı şöyle: “Mutluyum diyemem ama Türkiye’dekinden daha az mutsuzum.” Yazar, sosyolog Zigmund Bauman’ın şu sözlerine yer verilmiş kitapta: “Göçmen yer değiştirmez, yeryüzündeki yerini yitirir. Vatanından olmuştur ama yeni bir vatan da bulamamıştır.” Bazı göçmenlerin sözleri bu görüşü doğruluyor: “Nereliyim? Torontolu değilim. Ankaralı değilim. Ev benim için hiçbir yer değil artık. Türkiye evim değil. Kanada da değil. Ortada uzayan bir boşluğun içindeyim.”
“Böyle ciddî ve geri dönülemeyecek bir adım korkutuyordu beni. Sonuçta, yeniden doğmak gibi bir şeydi bu. Hem de kendi iradenle…”diyordu Dovlatov. Sovyetler Birliği’nden göçüp geri gelmek olacak şey değildi. Evrim Kuran’ın değindiği “geri dönüş” de -hem vaktiyle Türkiye’den göçmüş olanlar, hem de yakın tarihte göçenler açısından - “mit” olma özelliğini koruyor.
Göçmenlik üzerine kitaplardan söz ederken Elvira Mujčić’in kitaplarına değinmemek olmaz. Daha dün, 21. yüzyılın sonlarında, Avrupa’nın ortasını yangın yerine çeviren Yugoslavya iç savaşı sırasında ailesiyle birlikte Bosna’dan İtalya’ya kaçtığında 14 yaşında olan Mujčić’in romanlarını- Faşistlere On Erik (2016), Ana’nın Dili (2012), Ya Fuat’ın Dinamiti Olsaydı (2009), Saraybosna- Küçük bir İhanetin Öyküsü (2007), Kargaşanın Ötesinde: Srebrenica’nın Ardından Kalanlar (2007), vb- Türkçe okuyacağımız günlerin uzak olmamasını dilerim. Bosnalı yazar ve çevirmen, romanlarını İtalyanca yazıyor. ( Kitaplarını İtalyanca’ya çevirdiği Slavenka Drakulić de okumamız gereken Hırvat bir yazar. Yakın coğrafyamızda insanların geçmişleriyle nasıl yüzleştiklerini görmek öğretici olmaz mı?) Mujčić’in kitabı İyi Bir Göçmen Nasıl Olunur?’da Gambialı kara derili erkek göçmen, Srebrenica’dan göçmüş kadınla konuşurken şehriyle ilgili birkaç video izlediğini söylüyor. Açılan sözün bir yerinde kadının gözlerinden yaşlar süzülünce özür diliyor. Kadının yanıtı şöyle: “Üzülme, birinin ağlaması gerekirdi. Kimsenin ağlamadığı göçmenlik öyküsü olur mu hiç?”
Göçmenliği anlatırken aslında insanın yaşam yolculuğunu anlatan Dovlatov’un sözleriyle bitsin bu yazı: “Tek dürüst yol, yanlışlıklarla, düşkırıklıklarıyla ve umutlarla dolu olan yoldur. Yaşam, kişisel deneyimle iyi ve kötünün sınırlarını bulmaktır.”
MİNA TANSEL
26 Ocak 2022, Ankara
*Rus yönetmen ve senarist Aleksey German Jr., Dovlatov adlı filminde, yaşamının dört günü üzerinden yazarı anlatıyor. 2018 Berlin Uluslararası Film Festivali’nde kostüm ve tasarım ödülü alan film, internet ortamındaki sinema sitelerinde izlenebilir.