Köşeyi kapanı
tanımlayamadım- yaşlılık belki...
Yakınlarda yitirdiğim bir arkadaşımın –Alican Özinanır’ın- ardından düşünüyorum: Her ne yaptıysa çok yaptı: Çok sevdi, çok kızdı, çok sövdü, çok güldü. Gitmesiyle çok üzdü… Acılar karşısında iki sığınağımız var: biri dostlar, öteki sanat- müzik, şiir… Ataol Behramoğlu’nun Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var şiirindeki gibi yaşadı arkadaşım. Belleğimde kalmış dizeler, replikler geziniyor kafamda.
Son zamanlarda görüp geçirdiklerim, göremeyip yitirdiklerim, bana başlığa aldığım sözleri söyletti. Bu sözler, bir zamanlar üzerinde çok konuşulmuş, çok yazılmış bir müzikli oyununun adıydı. 1960’ların sonunda genç olanlar anımsar. Oyun İngilizce’den çevrilip uyarlanmıştı. Yazarının adını anımsamak için elbette Google’a başvurdum.* Arama sırasında baktım ki videolar çıkıyor: Oyunun videoları değil ama! Meğer, bu sözler bir harf eklemesiyle “binecek var”a dönüştürülerek bir pop şarkısının adı olmuş 2010’larda!
Ben ve arkadaşlarımın bu dünyada ama bu dünyanın dışında yaşadığımı/yaşadığımızı düşündüm bir daha: Radyo ve televizyon yayınlarını yalnızca TRT’nin yaptığı, bu yayınlarda her ne kadar Nazım Hikmet’ten söz edilmesi yasak olsa da güzel bir Türkçe ile konuşulduğu çağda genç olmuş kuşaktanım ben. Üç aşağı beş yukarı aynı sanat dergilerini, aynı yazarların kitaplarını okuyan; aynı tiyatrolara giden; aynı sinema filmlerini gören; Yeşilçam’ı fazla “naif” bulup Sinematek izleyicisi olan; ülkede ters giden konuların düzelmesi üzerine kafa yoran, kavga eden bir gençliktik.
Bugün sayısız radyo, televizyon, internet kanalı ile sayısal ortam var; herkes yazar; herkes “influencer” ya da “sosyal medya fenomeni”… Nazım Hikmet’le ilgili kimin yazdığı belirsiz yalan yanlış yazı parçaları, onun olduğu su götürür şiirler tüm bu ortamlarda yaygın olarak paylaşılıyor. Görünüşte, her türlü bilgiye erişim kolay! Ama cehalet diz boyu!... Doğru dürüst Türkçe yazıp konuşanı ara ki bulasın! Kırk yılda bir bulunca, çoğu zaman onun da eski kuşaktan olduğunu görüyorsun, ne yazık ki!**
Alican Özinanır (solda) ve Sina Akyol
Sina Akyol’un şiiri aklıma düşüyor: Kavmim Gitti… (Kendi gitmeden üç ay önce imzaladığı Şiirler kitabından…)
Oturuyorum, oturan
boğa olarak.
Kızgınım elbet
içim alev.. dışım buz.
Kavmim yok
kavmim gitti.
Sinekler uçuşuyor
yılanlar sürünüyor
etrafımda.
Oturuyorum, oturan yaşlı
boğa olarak.
Giden “kavmim”den bir başka şair, Ümit Sarıaslan da şöyle diyordu Melâmi Neşesi kitabındaki Kötürüm Bekleyiş şiirinde:
Ayakucumuzda yatar ölülerimiz
Acun acun büyür acı
Ölmelerle
Öldürümlerle
Hangi kıyıda bekler ölüm
Güz ettik güzel ömrümüzü
Ucun ucun gölgelenir
Kör balkon
…
Sağanak başladı
Neyi yağacak yağmur
Acılığını soyunmuş
Günler kaldı yalnız
Her ne kadar “şair millet” olduğumuz söylense de, gençlikte neredeyse hepimiz şiir yazmaya yeltensek de aslında şiirden anlamayan, şiir okumayan ama kendi karaladığını şiir sanan bir “millet”iz. Piyasada şiir kitapları az satılıyor, benim buradaki şiirli köşe yazılarım da ilgi görmüyor. Yine de bugünlerde dilime takılan, aklıma gelen dizeleri paylaşmasam olmayacak. Bunlardan biri de Can Yücel’in bir şiiri… Öyle ortalıkta dolaşan, Can Yücel’in olduğu söylenen şiirlerden değil, gerçek bir Can Yücel şiiri… Nisan 1984’te De Yayınevi’nin yayınladığı Gökyokuş kitabından Bir Formül…
Ölüm bu ara çok oldun sen
Ortalığı kırıp geçirdin
Dostlara taktın, gençlere taktın kancayı…
Kendim için söylemiyorum yanlış anlama, bak!
Nasıl olsa benim miyâdım doldu,
Ama sen de bokunu çıkarma işin!
Bir süre ara ver bu işgüzarlığa!
Tek dur biraz!
Ne dersin tam maaşla emekliliğe?
İşsizlik sigortası da veririm istersen…
Jose Saramago, Ölüm bir Varmış, bir Yokmuş’u yazarken Can Yücel’den mi esinlenmiş yoksa?
Ataol Behramoğlu’nun yukarda andığım şiiriyle bitsin bu yazı:
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
İnsan bütün müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın bütün dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat sunulmuş bir armağandır insana.
*Orhan Duru, Leslie Bricusse ve Anthony Newley’in Durdurun Dünyayı İnecek Var oyununu Türkiye’ye uyarlayarak Türkçe’ye çeviriyor. Oyun önce 1966’da Ankara Sanat Tiyatrosu’nda, sonra 1969’da Dostlar Tiyatrosu’nda sahneye konuyor. Genco Erkal her ikisinde de hem yönetmen hem oyuncu olarak yer alıyor.
** Bu konuda bir tek bizim yakınmadığımız, ABD’de bizden daha genç kuşaktan kişilerin de “okumaktan sıkılan bireylerden oluşmanın bir toplum için Yapay Zeka’dan daha tehlikeli” olduğunu savundukları görülüyor. Bkz. Joan Westenberg, The Death of Critical Thinking Will Kill Us Long Before AI” ( September 22, 2023) Medium Daily Digest
Mina Tansel
2 Haziran 2024, Ankara