Köşeyi bir sanatçı dostum kaptı.
Annemin sağlık sorunlarıyla benimkilerin üst üste geldiği günler… Dışarda akıp giden yaşama karşın zaman benim için durmuş. Bazı arkadaş bildiklerim, hiç arayıp sormayınca içleniyorum: Plastikten arkadaşlıklarmış, diye düşünüyorum. Birden fark ediyorum: Bu söz benim değil! İki ay hiç haberleşmeyip sonra annemle birlikte Füruzan’ı aradığımızda sesi çok kötüydü. Anneme karşı sevecen, bana kırgındı: “Plastik arkadaş!” demişti bana; haklıydı.
Oysa, biz daha cep telefonlarından çok önce sık sık saatlerce süren şehirlerarası görüşmeler yapardık. Ev telefonu hâlâ ezberimde!... Koronadan sonra doğru dürüst görüşemedik. İzmir’e Birsen Ferahlı’ya gitmişti. Ankara’ya gelmek istediğini söylüyordu. Nasıl olduysa, neredeyse iki ay boyunca ne o beni, ne ben onu arayabilmiştik. O sırada rahatsızlanmış. “Bilirsin, bu konuları konuşmayı sevmem” dedi. Kan kussa kızılcık şerbeti içtiğini söyleyenlerdendi; kişisel sorunlarından yakınmaz, hiç sızlanmazdı.
Whatsapp gibi çoğu içeriği boş iletilerin doldurduğu ortamlarda yitirecek zamanı yoktu. Facebook, Instagram vb ilgi alanına girmiyordu; gerek duymuyordu öylesi kişisel tanıtım yapılan, gösterişe dayalı ortamlara. Övünmeyi de sevmezdi, fazla övülmeyi de…
İstanbul’la Saklambaç adlı radyo programında İstanbul’un konuşmalarını yazarken kulağımda onun sesi vardı: İstanbul konuşsa Füruzan gibi konuşur, diye düşünmüştüm: Kendi değerini bilen ama övünmeyen, fazla övgüden hoşlanmayan, duyarlı, bilgili, şakacı… Bir etkinlik için birkaç günlüğüne Ankara’ya çağrılıydı. Otelde kalıyordu. İşten çıktım, onu otelinden aldım; bize geldik. Yeniden dışarı çıkmadan önce ben evde birşeyler yaparken oyalansın diye ona o gün yazdığım İstanbul’la Saklambaç program metninin kopyasını verdim. (Yazdığım her program metninden bir kopyayı da anneme vermek için alırdım.) Metnin hoşuna gideceğini biliyordum. “Öteki bölümleri de istiyorum” dedi. “Gönderirim” dedim. Almış o zamana kadar yazdığım İstanbul’la Saklambaç programlarını, Can Çocuk Yayınları’nın başındaki Samiye Öz’e götürmüş. Bana telefon etti: “Bunu çocuk kitabı olarak yazmanı istiyor.” Adında “saklambaç” var diye çocuk kitabı mı olmalıymış? Kim uğraşacak şimdi çocuk kitabı yazmakla? Bu düşüncelerle kulağımın üstüne yattım. Füruzan arada bir soruyor, pek oralı olmuyorum. Derken, Onur Konuğu olduğu TÜYAP Kitap Fuarı’nda Füruzan’a verilen yemekte tanıştığım Samiye Öz “Kitabınızı bekliyorum” demez mi? Yeni emekli olmuştum, kaçmak için bahanem kalmamıştı. Oturup ilk çocuk romanımı yazdım.
Benden başka pek çok arkadaşını yazmaya özendirdiğini, yazdıklarının yayınlanmasına aracılık ettiğini biliyorum. Bazıları böylece adım attıkları yazın dünyasında kendilerine yer açtılar. Başka kaç yazar bunu yapar, bilmem.
Onunla ilgili yalan yanlış bilgiler paylaşılıyor şu günlerde. Bunlardan biri de yaşıyla ilgili: Füruzan 1939 yılının sonuna doğru doğduğu için 84 yaşındaydı, 8 ay sonra 85 yaşını dolduracaktı!
Tanıdığım en zekî insanlardan biriydi. Leb demeden leblebiyi anlar, olanlara en doğru tanıyı koyar, hem özgün hem çarpıcı biçimde dile getirirdi. Yalnız yazına değil, tarihe de, sanatın bütün dallarına da meraklıydı. “Merak” onu anlatırken kullanılması gereken bir sözcük! Sürekli bir çocuk merakı taşırdı- doymayan bir merak… Sanat tarihinden mimarlığa, resimden müziğe bilgisiyle pek çok kişiyi cebinden çıkarırdı. 1980 ya da 81’de görevle Portekiz’e gitmeden önce bana Amalia Rodrigues’den ilk o söz etmişti. Fadoyu ilk kez onun Ortaklar Caddesi’ndeki evinde dinlemiştim.
Ayrı şehirlerde olmamız belki de birbirimizi daha yakından tanımamızı kolaylaştırıyordu. Birbirimize yatılı konuk oluyorduk. Bana öykülerindekine benzer yataklar hazırlardı. Sevdiğim yemekleri yapardı. Çok iyi aşçıydı.
Aslı’sını Yunan tanrıça heykellerine benzetirdi. Çocukken ona aldığı, ama küçüldüğü için Aslı’nın eskitemediği güzel elbiseyi kızıma getirmişti. Bir de kedi resmi yapıp vermişti odasına asması için. Genç kız olduğunda “su gibi” dediği, “Boticelli’nin kızları”na benzettiği kızım, onun onaylamadığı bir evlilik yapınca: “Sakın kocasını bana tanıştırmaya getirmesin!” demişti.
Namusluydu, açık sözlüydü, ödünsüzdü. Kimsenin peşinden gitmezdi, kendi doğruları vardı, kendi bildiğini yapardı. Nabza göre şerbet vermek onun yapacağı şey değildi.
Yaşamının en büyük aşkı Turhan Selçuk’tu. Bütün sevgisine karşın kendi kalabilmek için ondan ayrılmıştı. Hele o başkasıyla evlenince, ona karşı saygılı bir uzaklığı özenle korumuş, kendi yaşamından söz ederken birlikte yaşadıkları süre içinde olanları olabildiğince ona değinmeden anlatmaya çalışmıştı. Boşanmalarından yıllar sonra bir yemekte karşılaştığı İlhan Selçuk’un kendisinden “sevgili yengem” diye söz etmesi hoşuna gitmişti.
Annesini toprağa verdikten sonra Ankara’ya, bana gelmişti…
Annemle karşılıklı hayranlığa dayanan bir sevgi vardı aralarında. İyi bir okur olan annem sarı nokta hastalığı nedeniyle okuyamaz olunca -kendi öykülerinden birinin de aralarında yer aldığı- bir sesli kitap dizisi armağan etmişti ona.
Yoldaşıma “enişte” derdi.
Kız kardeşimdi, ablamdı o; kendi deyimiyle “seçilmiş akraba”mdı. Her zaman arkamda olduğunu bilirdim. Benim iyiliğimi benden çok düşünürdü.
Yaşadığım ilginç bir karşılaşmayı coşkuyla anlatmıştım. Hiç tepki vermeden dinlemesine anlam verememiştim. Ama kişileri öyle iyi tanır, olayların gidişini öyle iyi kestirirdi ki!... Şimdi anlıyorum, bendeki coşkuyu gölgelememek için aklından geçenleri söylememişti.
Bir lokantadaki komi çocuk için “Ah, canııım!” demişti. Çocuğun yüzünde yaşamını okumuş, üzülmüştü. Başka türlü bakardı insanlara.
İstanbul’un güzel olduğu zamanlarda o güzel şehirde doğup büyümüş kadınların çoğu gibi o da yaşadığı ortamı güzelleştirenlerdendi. Girdiği her ortama bir güzellik, bir incelik katardı: bir çiçek koyar, bir yazma serer, bir çanak yerleştirirdi. Giysinin de, objenin de, insanın da güzelini, incelmişini severdi.
Çalışkanlığı, devingenliği beğenirdi. Tembelliğe, nazlanmaya, mızmızlığa, mıymıntılığa sabredemezdi.
Yazar olmayı seçmeyip resme yönelseydi iyi bir ressam olurdu. Resme de yetenekliydi, oyunculuğa da… O da benim gibi taklit yapmayı severdi. Alanya’dan Ankara’ya gelmek üzere otobüse binmeden önce süslü bir kadının gagalı gugalı konuşmasını duyup gülüşmüştük; yol boyu onun gibi konuşarak doğaçlama bir skeç oynadık- ta ki gecenin bir saatinde önümüzdeki yolcu dönüp bizi uyarana dek!
Geçenlerde Sinek Sarayı ile Bit Palas tartışmasına tanıklık ederken aklıma Füruzan’ın uzun yıllar önce yazmaya başladığı roman geldi: Eski bir İstanbul apartmanında yaşananları anlatacaktı. Belki 30 yıl önce başlamıştı; uzun bir süre bir türlü ilerlemediğinden yakındı. Ben de “Sen bundan sonra bir şey yazmasan da olur. Bugüne dek yazdıkların yeter” diyor, romanın nasıl ilerlediğini hiç sormuyordum. O arada birkaç öykü çıkardı.
***
Annemin kitaplığından Sevda Dolu Bir Yaz’ı çektim: 16 Ağustos 2017’de anneme imzalamış. Kitabın ikinci öyküsü Birinci Yaz Şarkıları’na göz gezdirirken gözyaşlarım taşıp akmaya, dudaklarım titremeye başladı. Kalktım, mutfağa kaçtım. Annem, Füruzan’ın “dünyasını değiştirdiği”ni bilmemeliydi.
Kerim Ali’ye mi ağlıyordum, onun güzel ailesine mi, (“sonsuzluğa karışan”) Füruzan’a mı, onun dostluğundan yoksun kalan kendime mi?
MİNA TANSEL
18 Şubat 2024, Ankara