Bugün köşeyi
Prof. Dr. Doğan Kuban kaptı.
Prof. Dr. Doğan Kuban, 22 Eylül 2021’de yaşamını yitirdi. Hem bugünün, hem yarının genç kuşaklarınca bilinmesi, okunması gereken bu bilge insanımız, 2010 yılında İstanbul’da düzenlenen 29. TÜYAP Kitap Fuarı’nın “Onur Yazarı”ydı. Faruk Şüyün, bu nedenle hazırladığı onunla ilgili kitaba Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Bir Kültür Çınarı DOĞAN KUBAN adını vermişti. Kitabın Sunuş’unda “Prof. Dr. Doğan Kuban, mimarîdeki uzmanlığının yanı sıra çevirileri ve dil üzerine yazılarıyla Türkçe’nin neferidir” sözleriyle bir gerçeği vurguluyordu. Nitekim, aynı yıl aynı nedenle Prof. Kuban’a Dil Derneği’nin Onur Ödülü verilmişti.
Bir Dil Bayramı yaklaşırken bu bilge insanımızın dil konusunda Faruk Şüyün’e söylediklerinden alıntılar yapmak istiyorum. Faruk Şüyün, hazırlayacağı kitap için Doğan Kuban’la yaptığı söyleşinin ses kayıtlarını hiç değiştirmeden, yalnızca başlıklar ekleyerek yayınlamakla büyük bir hizmet yapmış oldu. Değerli kültür insanımızın yazdıklarını severek okuyoruz, ama onun sözlerini –ağzından çıktığı gibi- okumanın da tadı başka…
“Kültür çınarı” nasıl olunuyor, önce bunun gizini aralayan sözlerini aktarmak istiyorum:
“Merak, temel aslında… Dünyayı merak etmek, temel bir şey. Merakın doğuştan gelen bir tarafı var. Ben, çok küçüklükten meraklıyım her şeye. Her şeye demek doğru değil, akılla ilgili şeylere meraklı bir adamım. Bir de hiç bilemediğim şeylere… Babamın bunda rolü var. Çünkü, biz küçükken Anadolu’da olduğumuz halde, Türkiye’de ne yayınlanırsa çocukların da işine yarayacak, tarihler, hayvanlar, bitkiler, coğrafya… Her şeyi alır getirirdi eve. Babam, kendisi çok okuyan bir adamdı, birkaç lisan biliyordu.
Ben o zamandan beri her şeyi öğrenmeye meraklıydım, her şeyi ama… Biyoloji, fizik, astronomi, felsefe… Her şey, her şey! Son sınıf kitabımda da öyle yazarlar: ‘Doğan’la tartışılmaz’ derler, ‘çünkü tartışmanın bir yerinde ‘sen bu konuda kaç kitap okudun?’ diye sorar.’ Benimle alay ederler. Okuma bende sürekli bir şeydir. (……) Mektepte derse de çalışırdım. O dersi severim, sevmem gibi şeyler olmazdı. Tarihten de iyi numara alırdım, matematikten de, edebiyattan da…
(….)
Ben, okurken yazarım, altını çizerim, bütün kitaplarımın altı çizilidir. Oradan bir şey alır, yazarım. Hâlâ o var, bana bir kelime söylersiniz ben hemen lugati açar, bakarım. Öyle bir tutkum var. Öyle devam etti. Bugüne de tutku halinde artarak geldi. Şu evin, şu odanın içi… Burada her bilim dalı vardır: sosyal bilim, tarih, fizik… Bu evin içi matematik kitabı dolu… Felsefenin her çeşidi… Sanat, tabii ben sanat tarihçiyim, çaresiz… Ama ben biyolojiyi de merak ederim, jeolojiyi de… (……) Burada bahçecilik, kuşlar, balıklar… Hastalık halinde bilgi sahibi olma isteği var. Her şeyi öğrenemeyeceğimi çok iyi bildiğim halde yine de öyle…”
Cumhuriyet’in 1 Kasım 2013 tarihli Bilim ve Teknoloji dergisinin Kültür başlıklı köşesindeki yazısında, kendini “babası Çerkez, anneannesi Midillili, annesinin ailesi Orta Asyalı olan bir Türk’üm” diye tanımlıyor ve şöyle diyordu: “Türklük ırksal ve kansal değil, kültürel bir özelliktir. Çağımızda bizi bu kültür kimliğine bağlayan tek şey dil ve o dille üretilen düşünce ve sanattır.”
Faruk Şüyün’e “Milliyetçilik, aslında kendine özgü bir kimlik yaratma sorunu” diyor. Dille milliyetçilik arasındaki ilişkiyi şöyle anlatıyor: “Dilin ötesinde milliyetçiliği tarif eden bir şey yok. Dil çok önemli ve Türklerin çok erken geliştirdikleri bir şey. Yani İngiltere’nin dili teşekkül etmeden bizde Divân-ı Lügat-i Türk vardı. 1070’dir tarih. 1070’de İngiliz dili diye bir şey yok, her şey karışık, Germen, Viking, sonra Norman falan. 15. yüzyıla kadar doğru dürüst bir dili bile teşekkül etmiş değil. (……)”
“Ben, Avrupa’da dolaştım, Amerika’da senelerce yaşadım. Meselâ Londra’ya gidersin, İngilizce biliyorsun, yazı yazıyorsun falan, ama Londralı şoförü anlamazsın… New York’ta zenciyi anlamak zordur. Amerika’da üniversite seviyesinde konuşmak başka, bir de halk diliyle konuşmak var, o da zordur. Öyle olduğu için, ben Türkiye’ye geldiğim zaman hangi taksinin kapısını açsam içerideki şoförle anlaşıyorum. Bundan daha büyük yakınlık olamaz. Dilin getirdiği yakınlık, en büyük yakınlıktır. (…..) Ben seni anlıyorum, sen bendensin. Anlaşamamazlık ayrı bir şey, ama sen bendensin.(…..)”
Bilge kültür insanımız, artık pek sorgulanmayan ‘yabancı dilde üniversite eğitimi’ konusunda da şunları söylemiş 2010 yılında: “Ben, İngilizce eğitime karşı çıkıyorum. Aslında İngilizcenin karşısına çıkmıyorum, İngilizce üniversite öğretiminin karşısına çıkıyorum. Neden? Çünkü İngiliz gibi ders veremezsin. Ben Amerika’da ders verdim, doktora dersi bile verdim, ama hiçbir zaman Türkçe’deki egemenliğim yok ki benim İngilizce’de. Düşünün, öğretmen Türk, öğrencisi de Türk! Bizde doğru dürüst İngilizce bilen de çok yok zaten, ne talebeler liseden bilerek geliyor, ne 1-2 senede İngilizce öğrenilenilir.(…..) ben kaç tane lisan öğrendiğim için biliyorum, öyle bir şey olmaz. Getireceksin, 2 sene okuyacak, İngilizce öğrenecek. Ondan sonra, hoca da 2-3 sene yurtdışında kalmış, o da çat çut İngilizce biliyor. Yemek ısmarlamıyorsun ki sen, üniversite düzeyinde düşünce iletiyorsun.”
Doğan Kuban’ın dille ilgili son olarak şu söylediklerini anımsatmak isterim:
“Bizde çalışan bir kadın vardı, Ayşe. Okuma yazması yok, Kürtçe biliyor, birazcık da Türkçe… Telefon ederken –şimdi artık böyle bir şey var, biliyorsunuz, telefon bitince- (bir de şimdi ‘öptüm’ çıktı) ‘tamam, oldu, bye bye’ dedi. O ‘bye bye’ lafı zaten bence iğrenç bir laf, ‘Allahaısmarladık’, ‘hoşça kal’ varken… (……) benim yetiştirdiğim profesör, Dame de Sion mezunu, İstanbullu, sözlerini bitirince ‘bye bye’ demez mi, o zaman tepem attı, ona epeyi giydirmiştim, hatırlıyorum.”
Prof. Dr. Doğan Kuban, mimarlık tarihi, Osmanlı ve Selçuklu mimarisi alanlarında her biri kendi konusunda birer başyapıt sayılan kitaplar yazdı; bu konularda bilgimizi artırdı, bilincimizi geliştirdi. Özellikle bize ve dünyaya duyurduğu, korunması için çırpındığı Divriği Ulu Camii’ne değinmesek olmaz. Bu yapının, Selimiye Camii ile birlikte, Anadolu Türk kültürünün en önemli yapıtı olduğunu ondan öğrendik.
“Güzellik hakkında, insan hakkında, toplum hakkında düşünmeyi mimarlık tarihi anlatıp yazarak öğrendim” diyordu. Onun yazdıkları, mimarlığın ötesinde bizim insanımızın, insanlığın öyküsü üzerine düşünceler içerir. Mimar, korumacı (restoratör), mimarlık tarihçisi değildir o yalnızca. İyi ki, yalnızca mesleğiyle ilgili yazmadı, tüm bilgeler gibi derin bilgisinin ışığını yaymaktan geri durmadı. “Memleket nasıl kurtarılır?” diye kafa yoranlara yol gösterecek kitapları da var. 2014 yılında Cumhuriyet Yayınları’ndan çıkan Yarını Baştan Tanımlamak kitabında şöyle diyor: “Dünya tarihi, yeni bir aşamaya girdi. Eski kapılar kapandı. Yeni çıkış yolları bulmak ve halka duyurmak, yeni bir tür uygarlık ve can kurtarma savaşıdır. Dünyanın tepetaklak olduğunu ya da olacağını kabul etmek, başımızın üzerinde yürümeyi öğrenmek kadar zordur. İnsanlara vaat edilen gelecek parlak değil. Fakat ülkenin 'Vur patlasın, çal oynasın!' vurdumduymazlığını bırakması gerek. İçinde yaşadığımız durum, çağdaş bilim ve teknolojinin önerdiği çözümlerin sınırlarını zorlarsa, gelecek umudu zayıflar. Bu durumu topluma anlatmak aydınların sorumluluğudur. Einstein çok zaman önce 'Eğer bu dünyada yaşayacaksak, her şeye yeniden başlamak gerekecek!' demişti. Aydının savaşı buradan başlıyor. Bu yeni bir devrimdir. Silahla değil, akılla olacak.”
Toplumumuzun yetiştirdiği sayılı bilge insanlardan biri olan Doğan Kuban’ın 2018 yılında Kırmızı Kedi Yayınevi’nce yayınlanan Umutsuzluk Yakışmaz kitabını hepimizin okuması gerekmez mi?
MİNA TANSEL
24 Eylül 2021, Ankara