Köşeyi kitaplar kaptı.
Zaman, geçmiş, bellek gibi konular üzerinde düşünen biriyseniz kitabın adına kapılmanız işten değildir: Zaman Sığınağı (Georgi Gospodinov, Bulgarca’dan çeviren: Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları, Eylül 2023). Hele bir de müzik seviyorsanız, kitabın birinci bölümünün önünde bu bölümün temposunun andante sostenuto olup daha sonra andante moderato’ya ulaşacağını okuyunca, Haendel ve sarabanda sözcüklerini görünce kitaba teslim olursunuz. Ayrıca, ilgi alanlarınızdan biri olan göç konusuna da girdiğini anlayınca artık tutsağısınızdır kitabın. Sanki hep beklediğiniz, aradığınız bir şeyle birdenbire karşılaşıvermişsinizdir! Bütün beklentilerinize uymakla birlikte sizi şaşırtmayı da sürdürür. Bir süre okuduktan sonra anlarsınız ki, başlangıçta yer alan alıntılardan biri, meğer sizin bu romanla aranızdaki ilişkiyi tanımlıyormuş: “Roman, acil durumlarda ışıkları ve sireni açık gelir.”
“Bulgaristan’ın 1989 sonrasında en çok çevrilen yazarlarından biri olan” 1968 doğumlu Georgi Gospodinov’u daha önce tanımamıştım. Zaman Sığınağı’nda, siyaset tarihi bilgisi yanısıra -tüm yazarlarda olması gereken- ruhbilim kavrayışı ile düşgücü beni çok etkiledi.
Büyüleyici bulduğum kitabın kurgusundan söz etmeyip birkaç alıntı yapmak istiyorum: “Geçmiş öğle sonralarında çökelir, zaman orada hissedilir bir şekilde yavaşlar, köşelerde uykuya dalar, ince storlardan süzülen ışığın karşısında gözlerini kedi gibi kırpıştırır. Birşeyi hatırladığınızda hep öğle sonrasıdır veya en azından bende öyledir. Her şeye ışık düşer. Fotoğrafçılardan öğle sonrası ışığın pozlama için en uygun ışık olduğunu biliyorum. Sabah ışığı hâlâ genç ve keskindir. Öğle sonrası ışığı yaşlı, yorgun ve yavaştır. Dünyanın ve insanın gerçek hayatı birkaç öğle sonrasıyla –dünyanın öğle sonrası olan birkaç öğle sonrasının ışığıyla- anlatılabilir.”(s.53)
“Ulus-devlet insana ne verir? Kim olduğunu bildiğine dair güven verir, seninle aynı dili konuşup, Han Asparuh’tan* “Altın Sonbahar” bisküvilerinin tadına kadar aynı şeyleri hatırlayan senin gibi başka kişiler arasında var olduğuna dair güven verir. Ve aynı zamanda başka şeyler konusunda ortak demansları olan kişiler arasında var olduğuna dair güven verir. Bir ulusun aynı şeyleri hatırlayıp aynı şeyleri unutma konusunda sözleşmiş bir insan topluluğu olduğunu söyleyenin kim olduğunu artık hatırlamıyorum.” (s.157)
“Eski mitler (ve yeni ideolojiler) dönüp geriye bakmayı sevmez… Geriye bakan Orfe, Evridike’yi sonsuza dek kaybedecektir, Lût’un Sodom’a dönen karısı bir tuz direği olacaktır, dönüp geriye bakanlar daha sonra sadece alınıp götürülürler. Herşeye sıfırdan, hiç hafıza olmadan başlamalı. (………) Ama geçmişin suçu nedir bu kadar? Neden geriye bakmasınlar? Geçmiş neden tehlikelidir, oraya dönmek neden insanı tuz direğine dönüştüren bir günahtır? Kıyamet tam da geçmişi yok etmek için gelir. Sodom ve Gomora’yı terk etmek yeterli değildir, bu kolaydır, felaketten herkes kaçar. Asıl koşul, onu unutmak, hafızanızdan silmek, onu özlememektir.(….) Zaman (….) Benjamin’in tarif ettiği gibi, tarih meleğinin başını çevirip karşısında donakaldığı bir moloz yığınıdır.” (s. 259)
Kitabın bir yerinde “ağarmış sakallı bir ihtiyar” sosyalizm dönemi için şöyle der: “Beni o zamanlar çok dövdüler, gagam çok öttüğü için. Lakin gerekirse dönmesini yine isterim. Çünkü sosyalizm herşey olabilir ama ben yolunu buldum, o beni bir defa kandırır, ben onu iki defa kandırırım, bir şekilde anlaşırız. Lakin bu yeni zaman, sana bakarken bile seni soyup soğana çevirir. Üstünden hızlı tren gibi gelip geçer, fiyuu, ve aydiii kalmışsın iç donla, kimsecikler sana kulak bile asmaz.” (s.161)
Bu sözler, bana Sovyetler Birliği’nin dağılmasından yirmi yıl kadar sonra gittiğim eski Sovyet topraklarındaki bazı yaşlıların yakınmalarını anımsattı: Gorbaçov’a lanet okuyorlardı. Öte yandan, bazı aydınlar o dönemde barınma, sağlık, eğitim gibi temel sorunlarının olmadığını ama konuşamadıklarını; şimdiyse konuşabilseler de temel konularda kaygılar taşıdıklarını anlatıyorlardı: Hayat pahalıydı, akademisyenlerle subayların geliri 100 dolar kadardı. İçlerinden birinin söylediklerini unutmadım: Günümüzdeki olaylar üzerine konuşamayıp tarihe sığındığını anlatmıştı.
Klee'nin çizdiği Angelus Novus (Tarih Meleği)
Duygularını, düşüncelerini sözle aktaranlar- konuşanlar, yazanlar- baskı altında kaldılar, kalmaktalar. Ya anlatım aracı notalar olan besteciler?... Onların da özellikle Stalin döneminde her an alınıp nereye gittikleri belli olmadan ortadan kaldırılma korkusu içinde yaşadıklarını Şostakoviç’in anılarında okuyoruz:
“O zamanlar, talihim varmış ki beni kamplara göndermediler. Ama hiç belli olmaz. Zaten, yeni önderimiz ve öğretmenimizin yapıtınız, benim durumunda ise müziğim konusunda neler hissedeceğine bakar bu.(….) Onlarınki genel kanıdır, halkın sesidir. Böyle bir sesle tartışmak ise zordur. Zorbalar kendilerini sanat koruyucuları olarak tanıtmayı severler. (….) sanattan zırnık anlamazlar oysa. Neden? Çünkü sapıklıktır zorbalık; birçok nedenle sapığın tekidir zorba. İktidar peşinde koşmuş, cesetleri çiğneyip geçmiştir. İktidar ona ‘gel, gel’ demiş, o da insanları ezmek, onlarla alay etmek fırsatının çekiciliğine kapılmıştır. Bir sapıklık değil mi, iktidar hırsı? Tutarlı bir insansanız bu soruya olumlu yanıt vermeniz gerekir. İçinizdeki iktidar hırsı pır pır etmeye başlamaya görsün artık siz kayıp bir insansınızdır. Her önder adayından kuşku duyarım ben. Sisli gençlik yıllarımda pek çok düş kırıklığı yaşadım.” (s. 211-2)
ŞOSTAKOVİÇ VE TANIKLIK TUTANAĞI
Rus müzikolog Solomon Volkov, Şostakoviç’in güvenini kazanıyor, onun anılarını yazmak istiyor. Besteci, kendi yaşamını değil tanıklıklarıyla tanıdıklarını anlatmaya razı oluyor. Uzun süren konuşmalar sonunda yazılanların kendi tanıklık tutanağı olarak yayınlanmasını onaylıyor, ancak bir koşul ileri sürüyor: ölümünden sonra yayınlanacaktır. 1975’te Şostakoviç’in yaşamı sona eriyor. Anlattıkları Testimony başlığı altında 1979’da kitaplaşıyor. Kitap, Şostakoviç’in Anıları/ Tanıklık Tutanağı adıyla Pencere Yayınları’nca 1992’de M. Halim Spatar’ın –Türkçe yazılmış izlenimi veren- çevirisiyle dilimize kazandırılmış. Say Yayınları’nca yapılan 2023 baskısını okudum. Bugüne dek “büyük Sovyet bestecisi” olarak bildiğim Dimitri Şostakoviç’in neden hiç mutlu bir fotoğrafını görmediğimi anladım. Hiçbir fotoğrafında rahat, huzurlu bir insan izlenimi vermiyordu besteci. (Gerçi, huzursuzluk olmadan yaratıcılık olur mu, tartışılır.)
Anılarından söz etmeye başlarken şöyle diyor Şostakoviç:
“Yalnızca doğruyu söylemeye çaba gösterelim bakalım. Zordur bu. Ben pek çok olayın görgü tanığı oldum (…..) Sahi, bizim bir deyişimiz var: ‘Bir görgü tanığı gibi yalan söylüyor’ derler. Meyerhold**, üniversitede olduğu günlere ilişkin şu öyküyü anlatmayı çok severdi. Moskova Üniversitesi’nde hukuk okumuştu Meyerhold. Profesörün tam da görgü tanıklarının tanıklıklarını anlattığı sırada, serserinin biri sınıfa dalmış, ona buna sataşmış. Kavga çıkmış, derken bekçileri çağırmışlar. Olay çıkaran adamı oradan uzaklaştırmışlar. Profesör de öğrencilerden az önce olup bitenleri yazmalarını istemiş. Ne görsünler, öğrencilerin her biri başka bir öykü anlatıyor, kabadayıyı kendine göre betimlemiş. Hatta kimi öğrenciler, gelenlerin birkaç kişi olduklarından söz etmiş. Sonunda profesör bütün bu olup bitenlerin, görgü tanığının tanıklığının taşıyacağı değeri geleceğin hukukçularına anlatmak için önceden hazırlandığını açıklamış. Bunların hepsi de gözleri iyi gören gençlermiş; oysa biraz önce olup bitenler üzerine yazdıkları tutmuyormuş birbirini. Kaldı ki, tanıklar kimi zaman geçkince olur. Çok önceleri yaşananları anlatırlar. Anlattıklarının tam tamına doğru olmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Yine de doğrunun arandığı ve herkesin hakkını veren mahkemeler var. Bu da kendi vicdanının sesine uyarak tanıklık edenlerin var olması anlamına gelir. Artık, bundan daha korkunç bir yargı olamaz.”
Şostakoviç’in tanıklıklarını kayda alan Volkov şöyle yazıyor: “Bellek Sovyetler Birliği’nde en az bulunan, en değerli nesnedir. Yıllarca bastırılmıştır. İnsanlar günlük tutmayacak ya da mektup saklamayacak kadar akıllanmışlardır.(…..) Belleksiz insan bir cesettir. O canlı cesetlerin, yalnızca resmen tasdik edilmiş olayları -tasdik edildiği haliyle- anımsayan niceleri gözümün önünden geçti. Şostakoviç’in kendini yalnızca müziğinde içtenlikle dile getirdiğini düşünüyordum (…) Maskenin altındaki yüzü ortaya çıkınca (….) şaşkınlığa uğradım. İhtiyatlıydı. Kuşkuluydu.” (s.21-22) “Ölümüne değin, kendini tam kırk yıl bir rehine, hükümlü bir insan olarak görecekti. Korku artar, azalır, ama asla tamamen yok olmazdı.” (s.44)
Şostakoviç, tanıklıklarından söz ederken hastadır. Tanıklıklarını anlatıp bitirdikten sonra şöyle diyor: “Bana geçici bir tanı koydular: Kronik polyomiyelit gibi bir şey. (….) Görünürde hiçbir rejim, hiçbir tedavi kâr etmiyor.(…..) Hayır, yaşamımın her yeni günü sevinçler taşımıyor bana. Dostlarıma, tanıdıklarıma ilişkin anılarımı tazeleyerek oyalanabileceğimi sandım. Birçoğu ünlü ve yetenekli insanlardı. Bana ilginç şeyler, ilginç öyküler anlatmışlardı.(….) Bu insanlardan bazıları benim yaşamımda önemli roller oynadılar. Onlar konusunda hâlâ hatırladığım şeyleri anlatmamın bana düşen bir görev olduğunu algıladım.”
Ancak, anımsamak besteciyi kederlendirmiş, anlatmaktan vazgeçmek istemiş:
“Yaşamımın acılarla dolu olduğunu, benden daha mutsuz bir insanın zor bulunabileceğini düşünmüştüm. Oysa, dostlarımın ve tanıdıklarımın yaşam öykülerine girdikçe dehşete düştüm. Hiçbirinin kolay ya da mutlu yaşamı olmamıştı. Kimi korkunç bir sonla karşılaşmıştı, kimi müthiş acılar içinde ölmüştü; çoğunun yaşamı için benimkinden çok daha mutsuz denilebilirdi.
Bu beni daha da kederlendirdi.(….) Bunda artık bir yarar bulmadığım için kaç kez işi kesmeye, geçmişimle ilgili şeyleri anımsamaktan vazgeçmeye çalıştım. Hiçbir şeyi hatırlamak istemedim.
Ama birçok nedenle devam ettim. Anılarımdan kimi benim için çok zor şeyler olsa bile kendimi zorlayarak hatırlamayı sürdürdüm.(….) belki de başkalarının da bu basit öykülerde öğretici birşeyler bulabilecekleri sonucuna vardım.
Bir de şöyle akıl yürüttüm: Hoş olmayan, hatta trajik olayları, bunun yanı sıra çok kötü ve iğrenç insanları betimledim. Onlarla ilişkilerim bana çok acı, çok üzüntü getirdi. Bu konudaki deneyimlerim benden genç insanlara biraz olsun yararlı olabilir diye düşündüm. Belki onlar, benim karşılaşmak zorunda kaldığım korkunç düş kırıklığını yaşamazlar, hayata benden daha hazırlıklı ve daha nasırlaşmış atılırlar. Ve belki onların yaşamı benim yaşamımı kurşuni renge boyayan karamsarlıktan arınmış olur.”
Tanıklık Tutanağı’nın yayınlanması, beklenildiği gibi çok tepkiye yol açtı. Sovyetler Birliği’nde de, Batı’da da bazıları bu anıların gerçek dışı olduğunu öne sürdüler. Konuyla ilgili yazılar, kitaplar yayınlandı. Sonunda herkes anıların gerçek olduğunu benimsedi.
Şostakoviç, yalnızca dost olduğu, tanıdığı, bildiği Sovyet ya da Sovyetler öncesindeki Rus sanatçılarını –müzisyenlerden başka tiyatrocuları, edebiyatçıları, vb- anlatmadı. “Önder ve öğretmen” diye sözü edilen Stalin ile yanındakilere ilişkin tanıklıklarıyla görüşlerini de anlattı. Anılarında müzikle ilgili düşünceleri elbette epeyce yer kaplıyor. Bütün bunları yer yer alaycılıkla dile getirirken insan doğasıyla ilgili, Rus halkının duygu ve davranışlarıyla ilgili görüşlerini de aktardığı kitap ayrı bir yazı konusu olmalı.
CUMHURİYETİN YÜZÜ BAŞKENTİ SAVUNMAK
Toplumların, bireylerin bellekleri var; mekânların da bellekleri var. Yukarıda söz ettiğim iki kitap arasında, kentin belleği üzerinde düşündüren bir kitap okudum: Tezcan Karakuş Candan’ın Cumhuriyetin Yüzü Başkenti Savunmak kitabı… (Tekin Yayınevi, 2024) Candan, “katmanlı yapısıyla çok kültürlülüğü bağrında taşıyan yaşlı, bilge bir kent” olarak söz ettiği Ankara’nın başkent olarak tasarlanışını anlatıyor önce. Cumhuriyet’in “halk için, halkla birlikte, halk tarafından” anlayışının mekâna nasıl yansıtıldığı gösteriyor. Ankara’nın belleğini silmenin ulusal belleği silmek anlamına geldiğini görüyorsunuz.
Son sözü yine Georgi Gospodinov’a bırakıyorum: “Bir toplum ne kadar çok unutursa, birileri o kadar çok yedek bellek üretir, satar ve boşalan nişleri onunla doldurur. Hafif bellek endüstrisi. Hafif malzemelerden üretilmiş geçmiş. 3D yazıcıdan çıkmış gibi plastik bellek. İhtiyaç ve talebe göre bellek.(….)” (s.168)
MİNA TANSEL
26 Ocak 2025, Ankara
* Han Asparuh: 7. Yüzyıldaki ilk Bulgar İmparatorluğu’nun kurucusu
** Vsevolod Meyerhold: “Biyomekanik” oyunculuk tekniğini geliştiren ünlü tiyatro adamı, tiyatro kuramcısı… Stalin’in ikinci Büyük Temizliğinin hız kestiği dönemde idam ediliyor.