Köşeyi tango kaptı.
1986’da Brüksel’de çalışmaya başladığımda müzik mağazalarının önündeki sepetlerde tango plaklarına rastlayınca çocukluk arkadaşlarımla karşılaşmış gibi sevinmiştim. Birkaç tane alıvermiştim hemen. Plakların üç kuruş on para olmasına şaştığımı İtalyan iş arkadaşıma söyleyince: “Artık plak dönemi bitti de ondan… CD’ler çıktı şimdi” demişti. Compact-disc denilen bir yeni teknoloji ürününden böylece haberim oldu.
Klasik müzik öteden beri tanıdığım bir müzik türüydü. İlk gençlik ve gençlik çağlarımda popüler müzik dinleyicisi olmuştum. Üniversitede türkülerin tadına varmaya başlamıştım. Türk sanat müziği duymayı özlediğimin ayırdına ise yurtdışında yaşarken varacaktım. Çocuklukta kulaklarımı doldurmuş olan tangoları yıllardır hiç duymuyordum. Bir tek, La Cumparsita –bildiğim kadarıyla- her şehir düğününde gelin ve damat görününce çalmaya başlardı. Gerardo Matos Rodriguez’in 1919’da Uruguay’da bestelediği bu tango, Türkiye’de sanki ‘düğün marşı’ olmuştu. ‘Teneke’ denilen derme çatma orkestralar bile çalardı onu.
Tangoyu neden yıllarca duymamış olduğumu sonradan anladım: Meğer, tango popüler müzik ve dans türü olarak 1950’lerin sonunda bütün dünyada rock’n roll’a yer açmak için geri çekilmişmiş. 1955’te Arjantin’in popülist devlet başkanı Peron’u deviren askerî cunta tangodan rahatsız olmuş, şarkıların sözlerine karışmaya başlamış, Peron’a yakın olduğu öne sürülen tangocular ya ülkeden kaçmış ya da görünmezliği seçmişler. 60’larla 70’lerde üç askerî müdahaleyle daha karşılaşan Arjantin’de 1980’lere dek süren, ülkeye dehşet saçan, binlerce kişiyi yok eden diktatörlük, insanların bir araya gelmesinden korktuğu için tango buluşmalarını da yasaklamış. https://www.atlasobscura.com/articles/rock-n-roll-and-military-dictatorships-almost-destroyed-argentine-tango
Tangonun unutulmaya yüz tuttuğu 1970’lerde Arjantinli iki sahne tasarımcısı, bu dansın yaşadığını gösterme gereğini duymuşlar. Bütün ülkeyi dolaşarak adları tangoyla anılan kişilere tek tek ulaşmışlar. Bu arada, eski dans ustalarından birini -tangoda artık ekmek olmadığı için- kasaplık yaparken bulmuşlar. Böylece, Arjantin’in en eski ve en ünlü tango dansçılarıyla müzisyenlerini bir araya getirmişler. Çokça özveriye karşın azıcık bir bütçeyle Tango Argentinos gösterisi ortaya çıkmış. Bu tango gösterisinin 1983’te Paris’te sonbahar festivaline çağrılması üzerine tangonun hem müzik türü, hem de dans olarak yıldızı yeniden parlamış. Yaş ortalaması 42 olan göstericileri izlemek isteyenler, çeşitli Avrupa kentlerinde ve ABD’de uzun kuyruklar oluşturmuşlar. Gösteri New York’ta 15 yıl süreyle sahnelenmiş.
The Tango Lesson (Tango Dersi) filminden bir sahne
Dünyanın her yerinde tango dersleri almak isteyenlerin çoğalması, tangoyu konu alan filmlerin yapılması bu döneme rastlıyor. Fernando Solanas’ın 1985 yapımı, Paris’teki Arjantinli sürgünlerin ünlü tango solisti Carlos Gardel’i anma hazırlıklarını ele alan filmi Tangos: El Exilio de Gardel (Tangolar: Gardel’in Sürgünü); Marcos Zurinaga’nın 1987 yapımı, Arjantin’de askerî diktatörlüğün çöküşünden sonra ‘tangocu’ üç sürgünün memlekette buluşmasını anlatan Tango Bar, Sally Potter’ın 1997 yapımı The Tango Lesson (Tango Dersi), unutamadığım birkaç tango filmi…
Necip Celal ve Seyyan Hanım
Bu filmler hep Arjantin tangosu çevresinde dönüyordu ama tangonun evrenselleşmiş bir müzik ve dans olduğu öne sürenler haksız değiller. 19. yüzyılın başında Avrupa salonlarına taşındıktan sonra 1930’lu, 40’lı yıllarda ilk altın çağını yaşarken birçok ülke kendi tango müziklerini bestelemiş, kendi tango şarkıcılarıyla orkestralarını ortaya çıkarmış. Türkiye’de ilk tangonun bestelenmesi de 1930’ların başına rastlıyor. Seyyan Hanım, Necip Celal Andel’in bestelediği Mazi ve Ayrılık tangolarını 1932’de plağa okuyor.
“Rus tango kralı” olarak nitelenen Piyotr Leşenko’nun sesinden, şu tangoyu hepimiz biliriz: Çorniye Glaza (Siyah Gözler) https://youtu.be/SBXdCoPUWDI
1937 Alman yapımı Tango Notturno filminde Pola Negri’yi, filme adını veren tangoda dinlemek için şu bağlantıya gidilebilir: “Ich hab’ an dich gedacht als der Tango Notturno zwischen abend und morgen” (“Akşamdan sabaha kadar-uzaktan gecenin tango sesleri gelirken- seni düşündüm”) : https://youtu.be/eMIRCrdtofk
Tango, bu ilk altın çağında, melankoliyle tutkuyu birleştiren söz ve müziğiyle ortaya çıkıyor. Ancak, Avrupa’da bestelenen bazı tangoların, Arjantin ile Uruguay’da bestelenenlere bakarak -belki daha fazla staccato çalındığı için- kulağa marş gibi geldiği de bir gerçek… Bu dönemde Avrupa tangosu yalnızca müziğiyle değil dansıyla da Arjantin tangosundan farklılaşıyor. ABD’de bestelenen tangolara örnek olarak ünlü Blue Tango verilebilir. Leroy Anderson’ın “bir tango klasiği” sayılan 1951 tarihli bu bestesinin Kahire Opera ve Balesi sanatçılarınca 2010’daki sahnelenişi şu bağlantıda izlenebilir: https://youtu.be/ecnov5ckUQI
Belki de kulağıma dolmuş olan ilk tango, teyzemin anneme armağan ettiği plaktaki Amerikan tangosuydu: Kiss of Fire (Ateşten Öpücük). Müzik bitince hâlâ dönmekte olan plağa elimi koyup “bitti” dediğim için pikabın iğnesi plağı çizmiş, plağın her çalınışında en son tık tık sesleri gelirdi. Tony Martin’in sesinden 1952’de plağa kaydedilmiş olan bu şarkıyı dinlerken “Tutkuyu böylesine anlatan kaç şarkı sözü vardır acaba?” diye düşünüyorum şimdi. https://youtu.be/-hx-uS68LaA
Finlandiyalıların tangoyu neredeyse ulusal dans saydıklarını, kendilerine göre bir tango yaptıklarını bu yazıyı yazarken öğrendim. Japonların küçük çocuklar için bile tango kursları düzenlediğini de… Şu yazıda her iki konuda da bilgi ile videolar var: https://www.kcrw.com/music/articles/why-tango-is-big-in-japan-and-finland
Eski tango müzikleri hâlâ sevilirken tango kendini yenilemeyi de sürdürüyor. 1950’lerde Ástor Piazzolla’nın başı çektiği Tango Nuevo akımından sonra 21. yüzyıl dinleyicilerinin kulaklarına hoş gelen elektronik çalgılar ve bilgisayar kullanımıyla oluşturulan seslerle NeoTango, Tango Fusion gibi dönüşümlere de uğruyor. Bir yandan Loreena McKenneth gibi günümüz bestecileri eskileri andıran yeni tangolar bestelerken Shakira gibi ünlüler parçalarına tango bölümleri ekliyorlar. Çekiciliğini süren tango, 2009 yılında UNESCO tarafından Somut Olmayan Kültür Mirası olarak benimsendi.
Bu uzun girişten sonra gelelim Atatürk Orman Çiftliği’ndeki tangolu gecelere… Sözünü ettiğim Orman Çiftliği’nde ne Külliye var, ne çiftliğin ortasından geçen otoyol benzeri yollar, ne Orduevi, ne Devlet Mezarlığı, ne de Atatürk’ün Selanik’teki evinin kopyası... Bunların hiçbiri yok ama 1930’da açılmış bir Merkez Lokantası var. Büyük bir bahçesi olan, tek katlı, yalın bir yapı… “İçerisi güzel değildi: ambar gibi bir yer: masalar, iskemleler; bir şıklık yoktu” diye anımsıyor annem. Bense, kolalı beyaz sofra örtüleriyle kaplı masalar, kibar garsonlarla anımsıyorum. Çocuk yaşımda çok eğlenceli bulduğum bir yanını da hiç unutmuyorum: bahçeye açılan arka kapısından çıkınca, bir duvara sıralanmış içbükey dışbükey aynalar… O aynalarda kendimize bakarken gördüğümüz tuhaf şekiller karşısında atılan kahkahalar… Yemekleriyle ünlüydü Merkez Lokantası… Kızım talaş böreğini unutmuyor, ben şeftali mevsiminde yapılan peşmelbasını…
Şeftali mevsiminde, kolalı beyaz sofra örtüleriyle masalar bahçeye taşınmış olurdu. Çimenlik bahçe hafif eğimliydi. Benim çocukluğumda bahçede bir dans pisti vardı. Yaz gecelerinde pistin arkasındaki sahnede orkestra yer alırdı. Sanırım, önce çigan müziği çalınırdı. Ardından sıra Türkçe tangolara gelirdi. Çocuk gözümde benim için “güzel kadın” simgesi olan, adını hiç unutmadığım bir solist çıkardı sahneye: Mefharet Atalay… Siyah saçlıydı, siyah tuvalet giyerdi, incecikti. Sahnenin dibine yaklaşır, dinlerdim onu. Büyüklerin asıl beğendiklerinin ara sıra aynı sahnede dinlediğimiz Zehra Eren olduğunu bilir, ben hem sesi hem fiziği daha ince olan Mefharet Atalay’ı için için daha çok beğenirdim. Henüz ilkokula gitmiyordum. O yıllarda söylediği tangoları internette ararken baktım ki bütün şarkılarının sözleri ezberimde kalmış:
“…Ne olur beni üzme yeter/Beni biraz sev, derdim biter/İstemem dünyada hiçbir şey/Gülen gözlerin bana yeter…”
Mefharet Atalay’dan Emelim: https://youtu.be/T39BgRPnmp4
Annemin söylediğine göre, bir gece beni kucağına alıp sahnenin üstüne çıkarmış, konuşmuş, başımı okşamış. Bunu hiç anımsamıyorum, ama söylediği tangolardan herhangi biri kulağıma çalınmaya görsün sonuna dek sözlerini şaşırmadan eşlik edebiliyorum hâlâ:
“Sensiz kaldığım geceler/Hasretin bağrımı deler…”
Fehmi Ege’nin bu tangosunu Mefharet Atalay’dan dinlemek için: https://youtu.be/grg9Xg6fQag
Mefharet Atalay 1953’te İstanbul Radyosu’nda Fehmi Ege Tango Orkestrası’nda solist olarak çalışmaya başlamış. 3 yıl sonra Ankara Radyosu’nda Cemil Başargan Orkestrası’na katılmış. Sanırım, aynı tarihlerde Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Merkez Lokantası’nda söylemeye başlamış. Orada çalan orkestra da büyük olasılıkla Cemil Başargan Orkestrası’ydı.
1960’larda Devlet Tiyatrosu’nda Cüneyt Gökçer’in sahneleyip başrol oynadığı üç büyük yapımda yer almış: Kiss Me Kate, My Fair Lady, Anatevka müzikalleri, -sahneye konuş, oyunculuk, müzik, dekor, kostüm, ışık vb açılardan- o tarihte dünyanın belli başlı şehirlerinde sahnelenecek düzeyde yapımlardı. Hepsini görme ayrıcalığım olmuştu. Her gidilen gösterinin kitapçığı da alınırdı ama kitapçıkları yeterince dikkatle incelememişim ki küçüklüğümün yıldızının bu müzikallerde rol aldığını gözden kaçırmışım! Mefharet Atalay’ın Devlet Tiyatrosu’ndaki işine giderken geçirdiği bir kaza sonucu yaşamını yitirdiğinden de haberim olmamış.
Zehra Eren
Haydi, kendine özgü bir yorumu olan Zehra Eren’in de hakkını yemeyelim. Onu, ileri yaşında bir TRT programında Necip Celal Andel’in -İspanyolca, Almanca, Fransızca, İngilizce gibi dillerde de söylenen- Özleyiş (Sevdim bir Genç Kadını) adlı bestesinde dinleyebiliriz: https://youtu.be/uCbaGb5eB-o
Aynı bağlantıda, Zehra Eren’den -gençliğinde yapılmış kayıtlarda- Bir zamanlar seni ben deli gibi sevdim ile Dinle Sevgili Dinle tangoları da dinlenebilir.
Bu tangoların belleğime kazınmış olmasının belki de asıl nedeni, evde sıklıkla çalınan tango plaklarıydı. O plakların solistleri arasında Şecaattin Tanyerli’yi, Celal İnce’yi anımsıyorum. Radyoda da tangolar çalardı. Televizyon diye bir şeyin çıktığını öğrendiğim, radyoda sesini duyduklarımızın -radyonun üzerinde açılacak bir delikten- görülebileceğini sandığım günlerdi. O günlerde, aileler evlerde buluşunca plaklar çalınır, danslar edilir, şarkılar söylenirdi. O sesler kulağımda şimdi: İstanbullu eniştem, saz çalmaya merak sarmıştı; hem çalar hem söylerdi: “Ormanların gümbürtüsü başıma vurur” imgesi ilgimi çekerdi; türkü sürerdi: “Nazlı yârin hayali karşımda durur…”(1) İstanbullu yengemin tatlı, pürüzsüz sesi geliyor kulağıma: “Gölgeler indi suya, kuşlar vardı uykuya…” (2) Babamla yengem –Ankara’da yaşayan iki İstanbullu- birlikte söylüyorlar: “Mehtap hazin, denizde sis/ meltemler bana aşk şiiri, şarkısı söyler…”(3) Babamın sesini duyuyorum: “Mazi kalbimde bir yaradır…” (4)
MİNA TANSEL
29 Kasım 2021, Ankara
1.“Karadır kaşları” Musa Eroğlu’nun sazı ile sözünden dinlemek için: https://youtu.be/sTi9V2OrOAs
2.Bestesi Saadettin Kaynak, güftesi Vecdi Bingöl’e ait hicaz şarkı : “Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu”: https://youtu.be/kw8NOdTKc-s
3.Neveser Kökdeş’in -sözlerini de kendinin yazdığı- rast makamındaki bestesi: Hayal Ufkunda Açan Binbir Renkler https://youtu.be/aRFjx5YkpNw
4.İlk Türk tangosunu günümüz yorumcularından İncesaz’dan dinlemek için: https://youtu.be/OJKtnui1Rss