Köşe, Lamartine’in sözleriyle “Tanrı ile insanoğlunun, doğayla sanatın birlikte yerleştirdikleri ya da yarattıkları, insan bakışının yeryüzünde görebileceği en büyük harika” olan İstanbul’un.
Başlığa aldığım sözler, 1920’lerde –henüz Atatürk soyadını almamış- Mustafa Kemal’in!... Nasıl bir kültür birikimini, nasıl bir bilinci yansıtıyor, değil mi? Belli ki, yalnızca şehirde yaşadığı sırada onun varsıllığını fark etmemişti. Cephelerde savaşırken soluklandığı sırada okuduğu sayısız kitap arasında arkeoloji, sanat tarihi kitapları da vardı. Bu sözü söylediği tarihte daha ne Kemerburgaz, ne de Yarımburgaz mağaralarında alt paleolitik döneme giden bulgular ortaya çıkmıştı! Ama kendi topraklarının geçmişini, insanoğlunun yeryüzünün bu noktasından Avrupa’ya yayıldığını bilen bir kültür insanıydı Mustafa Kemal.
Napolyon’un “Yeryüzünde tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” dediği bilinir. Eşsiz konumuyla doğası İstanbul’un tarihini benzersiz kılar. Yeryüzünde üç kıtaya yayılmış üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış ikinci bir şehir yok. İmparatorlukların doğası gereği farklı halkların bir araya geldiği, birlikte yaşadığı bir şehirdir İstanbul. Sözgelimi, Osmanlı’ya sığınan Rusların da izleri vardır bu kentte, Osmanlı yönetimindeki Bulgarların da… Tarih boyunca ‘kozmopolit’ (çok uluslu) olmuş bir şehirdir İstanbul. Onun için İstanbullu, farklılıkları doğal karşılar, dışlamaz. Yine aynı nedenle, hemen herkes kendinden ya da kendine yakın bir parça, bir iz bulabilir burada. Çağlar boyu, her dil konuşulur bu kentte: çok seslidir İstanbul. Her din yaşanabilir İstanbul’da: Tekkesi de, mevlevihanesi de, camisi de, sinagogu da, her mezhepten ve “millet”ten insanın gittiği farklı kilisesi de vardır. Kimse kimseyi yadırgamaz bu şehirde. İstanbullu da dünyanın neresine giderse gitsin, gittiği yeri yadırgamaz; şehrini özler yalnız.
Ana babası İstanbullu olup Ankara’da büyümüş ama her tatilde soluğu onların “memleket”inde almış bir çocuk olarak, o zamanlar İstanbul’u gören herkes gibi ben de şehrin güzelliğine vurgundum. Ama İstanbul’un yeryüzünde tek ve biricik olduğunu kavramam için üç yıl Batı Avrupa’nın bir başkentinde yaşamam gerekti. İstanbullu olup sevdiği kızın ardından oraya yerleşmiş bir arkadaşım bana bir kitap önerdi. Gurbetteyken memleketle ilgili herşey daha çok dikkat çekiyor. “Bir kitap okudum, hayatım değişti.” Evet, John Freely’nin Blue Guide için yazdığı İstanbul kitabının hayatımı değiştireceğini o zaman nereden bilebilirdim? Şehre hayrandım ama bize okullarda şehrimizin yeryüzünde tek ve biricik olduğu bilinci verilmemişti! Ben şehrimin benzersizliğini fizik öğretmeni olarak İstanbul’a gelmiş bir Amerikalının kitabını okuyunca kavramıştım! Eskilerin kullandığı “Ol mahiler ki derya içredir, deryayı bilmez” (O balıklar ki denizde yaşar, denizi bilmezler) sözü ne denli doğruydu! Karar verdim: Bu eşsiz şehrin sahiplerinden olmanın bilincini yurttaşlarıma, gururunu yabancılara aktarmalıydım. Böyle bir görev duygusuyla işe giriştiğim tarihlerde pek az sayıda olan Türkçe kaynakla azımsanmayacak sayıdaki yabancı kaynağın bir kısmını okuyup adım adım dolaşarak İstanbul’u öğrenmeye çalıştım.
Yıllar boyunca İstanbul’la ilgili pek çok radyo program dizisi yaptım. Bazılarının adları aklımda: Muhteşem İstanbul, İstanbul Ansiklopedisi, Seçilen Hayat, Kadın ve İstanbul, Adı Kaldı Yâdigâr, İstanbul’la Saklambaç… İstanbul’la Saklambaç, 2010’da çocuklar için İstanbul’u anlatan kitabımın da adı oldu. Bu kitabın devamı niteliğindeki Boğaziçi’nde Saklambaç 2019’da ilk baskısını yaptı.
Bütün bu süre içinde, Süleymaniye’den Kadırga’ya, Galata’dan Eyüp’e, Cihangir’den Kasımpaşa’ya, Yeşilköy’den Rumelikavağı’na, Üsküdar’dan Anadolu Feneri’ne, İstanbul’un çağrısına kulak verip kâh yıkık dökük bir duvarın izini sürerek, kâh bir yokuşun gizemine ya da bir kıyıda sıkışmış alçak gönüllü yapının çekimine kapılarak şehri adımladım. Gizli kalmış köşelerini keşfetmeye, oralardan gelip geçmiş insanların ayak izlerini sürmeye çalıştım; eski İstanbullular ile İstanbullu olmayı seçenleri dinledim.
Şehre gösterilen kayıtsızlıkla hoyratlık karşısında zaman zaman öyle üzüldüm ki gözyaşlarımı tutamadım. Bir gün gözyaşlarımın artık dinmiş olduğunu farkettim! Nedenini anladım: Önceleri İstanbul’u çocuklara anlatmak gibi bir düşüncem yoktu, yetişkinler için yazıyordum. Oysa, onlar “İstanbul’un taşı toprağı altın” diyerek günlük çıkarları için şehre kıymaktan çekinmiyorlardı. Ama ben artık İstanbul’u çocuklara anlatmıştım. Bu şehri çocukken tanıyıp anlayan onu sever; severse de kıyamazdı. Kitaplarımın okutulduğu okullardan birinde bir okurumdan gelen tepkiyi nasıl unuturum? “Biz büyüyünceye kadar İstanbul’da korunacak bir yer kalmayacak ki!...”
1990’larda –adını vermek istemediğim- bir bakan, Roma ile Bizans’tan kalan İstanbul surlarını yıkmaktan söz etmişti!... Oysa, İstanbul’u alan atalarımız onu tüm kültür varlıklarıyla benimsediler. Kendilerinden önce yapılanların sahibi olmakla övündüler. Ayasofya’yı yıkmayıp güzellikte onunla yarışacak camiler yaptırdılar. Bu nedenle, dünyanın en önemli mimarlarından le Corbusier, tarihi yarımadaya bakarak İstanbul için “Yeryüzünde profili olan tek şehir” dedi. (Burada “profil”in “yandan görünüm” anlamında olduğunu gençlere belirtmek gerekebilir. ;)
İstanbul’u İstanbul yapan, İstanbul Boğazı’dır. İstanbul’u bizim yapan ise Boğaz’daki Anadolu ve Rumeli Hisarları’dır. Bu yapılar Boğaz’ın en önemli yapılarıdır. Atalarımız bu hisarları yapmasalardı İstanbul’un sahibi olamazlardı. İstanbul’u anlattığım yıllarda bana gözyaşı döktüren yerler arasında bu iki önemli yapı da var.
Çocukluğumuzda Rumeli Hisarı’nın burçları boyunca uzanan sektirim yollarında güvenle koşmuştuk. Kulelerinden birinin Serpuş Müzesi olarak kullanıldığını anımsıyorum.
Rumeli Hisarı’ndaki ilk ciddi onarım, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u alışının 500. Yıldönümü nedeniyle, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın girişimiyle başlıyor. Bu onarımda, kadın mimarlarımız Mualla Eyüboğlu Anhegger, Cahide Tamer ile Selma Emler’in imzaları var. Hisarın onarımı sırasında, 1884 depreminde yıkılan ahşap caminin bulunduğu yere caminin temellerine değmeyen bir sahne yapılıp anfitiyatro tasarlanması o sırada bazı çevrelerce eleştiriliyor. (Hisar yapıldığı zaman içinde bir yerleşim oluştuğunu, zamanla bu yerleşimin Hisar dışına taşındığını belirtelim.) Boğaziçi’nde Saklambaç’ı yazarken gezdiğim Hisar’da yıkık caminin temelleri üzerine -bizim çocuklukta sahne olarak gördüğümüz yere- cami yeniden yapılmıştı. Çocukken çıktığımız sektirim yollarıyla kulelere çıkmak artık güvenli olmadığı için yasaktı. Yakın geçmişte özçekim yaparken taşa oturan ve yaslanan gençler taşlarla birlikte aşağı düşüp canlarından olmuşlardı.
Anadolu Hisarı’nı da gezmek istedim Boğaziçi’nde Saklambaç’ı yazarken. Kalenin kapısına kilit vurulmuştu. Yanıbaşındaki küçücük parkta bulduğum bekçi, kaleyi gezmenin olanaksız olduğunu; geçenlerde bir televizyon ekibinin gezemeden döndüğünü; kalenin içine girebilmek için Ankara’dan, bakanlıktan izin almak gerektiğini söyledi. Ona kaleyi neden gezmek istediğimi anlattım. Beni içeri aldı. İstanbul’da o güne dek rastladığım pek çok eski yapı gibi kendi haline bırakılmış, doğanın insafına terkedilmiş bir sanat yapıtıyla karşı karşıyaydım. Bekçi yardım etti: Taşları kopmuş merdivenleri epeyi cambazlıkla tırmanıp inerek duvarlarının içini dışını otlar bürümüş kaleyi dolaştım. Yıldırım Bayezid’in 14. yüzyılın sonunda yaptırdığı kaleyi 21. yüzyılın ilk çeyreğinde gezerken içim burkuldu; utandım bu umursamazlığımızdan, bu değerbilmezliğimizden.
Derken, 2019 ya da 2020'de İstanbul Miras diye bir kurumun varlığını duydum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin içinde Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı diye bilinen bir birimmiş. İstanbul’un kültür mirasının dökümünü yapmak; koruma bilincini yaymak; kültür varlıklarının korunması, onarılması, şehrin yaşamına katılması için çalışmak üzere kurulmuş. Ne zaman kurulmuştu, hep vardı da yeni mi varlığını göstermeye başlamıştı, bilmiyorum.
Konu ilgi alanıma girdiği için yaptığı çalışmaları izledim. Sivil yapılardan sanayi mirasımıza dek pek çok konuya el atılmıştı. Sözgelimi, II. Abdülhamit’in terzisinin yaşayıp çalıştığı, padişahın da gelip gittiği İstiklal Caddesi’ndeki en ilginç art-nouveau yapılardan biri olan Botter Apartmanı, gerekli tüm hukuksal işlemlerin tamamlanmasıyla belediyece alınıp onarılarak İstanbulluların hizmetine veriliyordu. Çubuklu Siloları, Haliç Tersanesi gibi geçmişimizin tanıkları onarılıp yeni işlevlerle toplumun hizmetine sunuluyordu. Yüzyıllık iskele binalarının üst katları internet kafe, kitaplık gibi hizmetlerle yeniden kullanıma açılıyordu.
Peki, ya Boğaziçi’nin en önemli yapıları olan Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı?... Rumeli Hisarı’nda başlayan kapsamlı kazı, araştırma ve onarım çalışmaları sırasında İstanbul kendini unutmayanlara bir gizini daha göstererek teşekkür ediyordu: Hisarın altında gizli bir geçit ortaya çıkıyordu.
Rumeli Hisarı’nda çalışmalar sürerken Anadolu Hisarı’nı yeniden görmeye gittim. Gördüklerim karşısında bu kez sevinçten gözlerim doldu. (Bu yazıda gözyaşından çok söz ettiysem de sulu gözlü biri değilimdir, aslında. Ancak, çok fazla duygulanınca gözlerim dolar.) Anadolu Hisarı, sevgiyle, saygıyla, bilgiyle, görgüyle onarılmış; görenlerin göğsünü kabartacak bir kültür mirası olarak ortaya çıkmıştı. Böylece, İstanbul’u bizim yapan atalarımız ile -şehrin tarihine bakılınca yakın bir geçmişte- onu işgalden kurtaran Mustafa Kemal’in askerlerinin anılarına saygının da gereği yapılmıştı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün sözleriyle “dünya uygarlık tarihinin bir özeti” olan İstanbul’umuzun kültür mirasını korumak için çabalayanlara –koruma bilincinin geliştirilmesi yolunda kendince çabalamış bir vatandaş olarak- sonsuz teşekkürlerimi sunmayı görev biliyorum.
Mina Tansel
22 Mart 2025, Ankara