Bu kez köşeyi müzeler kaptı.
Müze olan ya da olamayan bazı yapılar öykülerini duyurmak istiyorlar.
Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi ölçülürken o ülkedeki kültür kurumlarının sayısı dikkate alınmaz mı? Örneğin, il temelinde müze, kütüphane; kişi başına tiyatro koltuğu/ sinema koltuğu; her yıl verilen konser sayısı (konser türü ne olursa olsun) gelişmişlik düzeyiyle ilgili değil midir? Müzeye dönüşen her yapı bir sevinç ve gurur kaynağı olurken yok olup giden müze tasarıları üzüntüye yol açmaz mı?
Bundan neredeyse bir yıl önce, bir başsağlığı ilanı çıktı gazetelerde. İlan şu sözlerle bitiyordu: “Ankara başkent oluşunun önemli bir anısını, mimarlık da önemli bir dönem yapısını kaybetti. Yıkılışının 40. gününde Ankara’nın ve mimarlığın başı sağolsun.”
Bu yapı, Ankara’ya temiz su vermek için yapılan Çubuk Barajı’nın suyunu süzmek amacıyla Dışkapı’da yapılmış Su Süzgeci’ydi. Her iki yapı da ünlü Alman inşaat firması Hochtief’in işiydi.
Su Süzgeci’nin yapımı öylesine bir coşkuya neden olmuştu ki, temel harcına bu coşkuyu dile getiren, şişe içine konulmuş bir “anı yazısı” eklenmişti: şişedeki beyaz deri üzerinde günün başbakanı ile bakanlarının imzası vardı. Bu “anı kapsülü” için de bir kayıp ilanı verildi yıkımdan bir süre sonra. Kepçelerin hoyrat pençeleri altında yok olmuş, molozların arasında da bulunamamıştı.
1936’da Barajla birlikte hizmete giren Süzgeç, uzun yıllar Ankara’ya içme ve sulama suyu ile Gençlik Parkı havuzları için gerekli suyu sağlamış, son yıllarda kullanılmaz olmuştu.
Bir Ankara sevdalısı olan şair Ümit Sarıaslan, hem mimarlık, hem de Cumhuriyet tarihi açısından önem taşıyan bu güzel binanın sahiplenilmemesi; çevresinden yollar geçirilerek Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden koparılması karşısında kaygılanmıştı. O ne de olsa, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde “her deliğe yama olacaksınız” diye yetiştirmiş bir kuşaktandı. “Her gün bir yerinden yırtılan Ankara’da” bu yapının korunması ve müze olarak yaşatılması için 2009 yılından beri, ilgili olabilecek tüm kişi ve kurumlara yazılar gönderiyordu. Ümit Sarıaslan gibi, Su Süzgeci’nin yaşatılması için kaygılananlardan biri de bir dönem ASKİ Genel Müdürlüğü yapmış Levent Tosun’du. Mimarlar, konuyu yakından izliyorlardı. Bu özel yapı için koruma kararı çıkması beklenirken, Belediye, Su Süzgeci’nin bulunduğu yeri 2013’te yeni kurulan bir özel üniversiteye- Turgut Özal Üniversitesi’ne- aktardı. Ardından paldır küldür bir yıkıma girişildiği görüldü. Sonunda başsağlığı ve kayıp ilanları vermekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı.
Oysa, hem ülkemizde, hem de yurtdışında önemli eski yapıların, bu arada artık kullanılmayan eski endüstri yapılarının yeni işlevlerle yaşatıldığının çeşitli örneklerini görüyorduk. Mimarlık ve koruma mesleklerine yabancı olanlarımız da “endüstri arkeolojisi” diye bir kavram olduğunu Nilgün Suna’nın TRT için hazırladığı belgesel dizisinden öğrenmiştik. Uzun yıllar boyunca, lokomotiflerde kullanılan cer motorlarının üretimiyle bakımının yapıldığı Ankara cer atelyelerinin modern sanat müzesine (Cermodern’e) dönüşümünü; İstanbul’da antrepoların İstanbulModern olarak şehrin kültür yaşamına katkı yaptığını; Kadir Has Üniversitesi’ne verilen Cibali Tütün Fabrikası’nın, içinde bir de müze barındıran üniversite binasına dönüşümünü görmüştük. Bilgi Üniversitesi, kendisine bırakılan Haliç’teki Silahtarağa Elektrik Santrali’nin bir bölümünü ilginç bir enerji müzesine, bir başka bölümünü çağdaş sanatlar sergi alanına (Santralistanbul) dönüştürerek hem kendine, hem de bu önemli endüstri mirasına değer katmayı başarmıştı. Turgut Özal Üniversitesi ise bir endüstri mirasını apar topar yıkmış olmanın ayıbını bir süre sonra unuttursa bile, böyle bir değeri taşımış olmanın onuruna hiçbir zaman sahip olamayacak.
Bu arada İstanbul’daki iki özel üniversitenin korudukları endüstri mirasının Osmanlı’nın son döneminden kalma olduğunun, Ankara’daki bir özel üniversitenin yıktığı endüstri mirasının ise Cumhuriyet’in kuruluş döneminden kaldığının bir kez daha altını çizeyim.
Olan ve olamayan müzelerin sözü bitmedi henüz. Ama biz sözü uzatmayalım-Ümit Sarıaslan’ın dizeleriyle bugünlük bitirelim.
Abdülkadir Paksoy ile Ümit Sarıaslan’ın BAŞAK ve ASMA (Ankara Güzellemesi) şiir kitabından:
“Gökten deniz boşaldığı bir güz günü
Adı var kendi yok yapısı Kızılay’ın*
Saçağına gizlediydi tüm kenti
Umudu ve ışığı
Göz göz olmuş yürekleri
Toprağı, havayı, suyu kirlettik
Ateşi ve dili
Yitirdik esinini asmanın
Başağın tanrısal sevincini
Koptu küpeştesi alnımızın
Savrulur dururuz
Acemi gölgeler gibi
Tanesiz harmanlarında senin
(..…..…)
Her zaman Sezanvari bir resim çizer
Doğuda Hüseyin Gazi Hıdırlıktepe
Güneşiğinde Ankara yaylasının
Adınıza uyanır sabahla
Tüm gece sizi bekler
Mavi derinliğine çekildiğinde güneş
Işığınız yanar gözlerinde
Korkusuz uyusun diye çocuklar
Ateşten atlara biner
Şiir taşımaya evlerinize”
*Erken Cumhuriyet döneminin yapılarından Kızılay binası, bulunduğu meydana adını
vermişti. Anıtlar Yüksek Kurulu’ndan çıkan “tarihi eser” olmadığına ilişkin karar üzerine 1979’da yıkıldı.