Theodore Gericault’nın 1818-19 yıllarında yaptığı “Medusa’nın Salı” tablosunun ayrıntılı öyküsüne daha önce tarafımdan değinilmişti. (Bkz: Tuvalin Ardındaki Tarih- Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2021) Burada yeniden değinmenin nedeni yaklaşık iki yüzyıl öncesinde kalmış bir dramın bir ucuyla güncele dokunmasıydı. Böyle olunca da tarihin nerede başlayıp nereye uzanacağına ilişkin kaygılarımız durulmuyor. Öyle ki günümüzde yaşananlara bakılırsa sanatçıların büyük bir öngörüyle geleceğe ışık tuttuklarını öğreneceğiz.
Kısaca anımsayalım. Theodore Gericault (1791-1824) belirtilen tarihte çalıştığı 491x716 cm gibi büyük boyutlu tablosunda denizin ortasındaki kırık dökük bir salda yaşanan can pazarını betimlemiş. Bir yanda ölüler, öte yanda uzaklara işaret göndermeye çalışanlarla yüklü sal batmakla batmamak arasında can çekişiyor. Tabloda anlatılan olay gerçek.
Afrika kıtasının sömürgenler arasında paylaşımının öyküsüne dayanan bir gerçeklik. O güne değin Senegal’i sömüren İngilizler bu güçlerini Fransızlara bırakıyor. 17 Haziran 1816 günü Fransa’nın Rochefort limanından hareket eden Medusa adlı gemide ülkenin politikacıları, yeni atanan valisi gibi kalabalık bir grup kıyıya yaklaştıkları sırada kayalığa bindirirler. (Rastlantı bu ya, bu yazı tam da yıllar sonra aynı günde yazılıyor.) İnsanların bir grubu salın üzerindeyken üst politikacılar salı gemiye bağlayan halatı keserek onlardan kendilerini kurtarırlar. İşte ölümle pençeleşen, günlerce süren açlıkta arkadaşlarının etini yiyenlerin dramatik öyküsünü sağ kalanlardan bir doktorun anılarından öğreniyoruz bugün. Yaşanan, koca denizin ortasında kurtulmayı bekleyenlerin dramından başkası değil.
Olayı tarihin sayfaları arasında bırakacağız ama gerçekler, o günlerin peşi sıra sürüklüyor bizleri.
Büyük kıta Afrika doğal kaynaklar bakımından oldukça zengin topraklara sahip. Avrupa’da deniz yollarının işlerlik kazanmasıyla birlikte dönemin devletleri Afrika kıtasını yağmalamaya başlayacaktı. Bilinçleri körleştirilen insanlar kendi topraklarında köle yapılıp karın tokluğuna çalıştırıldı. Açılan maden ocakları, yok edilen ormanlar, vahşice üzerlerine gidilen doğayla günümüzün yoksul kıtası böyle oluştu. Sanatçı Gericault’nun yaptığı tablo bu paylaşım sürecinde sömürgecinin İngilizlerden Fransızlara el değiştirmesinin öyküsüdür bir anlamda. Belki de Afrikalaşmak deyimi bu durumu daha güzel anlatıyor.
Günümüzde Afrika’da madeni ocağı bulunanlar arasında Türkler de var mıdır acaba? Çıkarılan altın madenlerini taşıyan gemiler bir dönem korsanlarca basılırdı. Körfezde yaşanan talanlara karşı kimlerin koruyucu gemileri görev yapıyor oralarda?
Şimdi Afrikalaşmak sırası ülkemizde. Doğanın en yeşil alanları maden ocaklarıyla köreltilmekte, siyanür zehiri toprağa salınarak yaşamın canlılığı yok edilmekte, her yandan derelerin, ırmakların üzeri kapatılarak doğal yapı öldürülmekte. Doğuda bir üniversitenin yerleşkesinde tüm ağaçların belli bir sürede kurumasının nedenini sorduğumda rektör toprağın altında siyanürlü bir tabaka olduğunu söylemişti.
Tüm bunların sonunda insanın yaşam alanı köreltiliyor. Bitirilen tarım, olumsuz her koşul insanın fiziksel ve zihinsel çöküşüne neden oluyor. Giderek zorlaşan yaşam koşulları karşısında çıkış bulamayanların metafiziğe yönelmesi de bir o kadar doğal. Artık doğa üstü güçlerden bir şeyler beklemek, bu işin tacirleri için de iyi bir geçim kaynağı. Ülkenin her yerinde öte dünya masalları satanların çoğalması boşuna değil.
“Medusa’nın Salı” tablosu Paris’te Louvre Müzesinde duruyor. Orada anlatılan gerçek öykünün bir başka gerçeği de burada yaşanıyor. Yalnızca sömürgenin adları değişmiş.
A. Celal Binzet
18 Haziran 2024, Ankara