Birbirine benzeyen eski yapıların çevrelediği daracık sokaklardan Galata Kulesi’ne ulaşacağınızı bilirsiniz. Biraz yolunuzu uzatmak -daha ötesinde- kaybetmek pahasına da olsa varılacak son nokta orasıdır çünkü. İki yanda hiç açılmamış gibi duran kepenkler arasına sıkışıp kalmış gökyüzü çıkar karşınıza. Arada, bir parça solgun mavi deniz gözünüze ilişebilir. Her şeyin donuklaştığı bu anda görüntüye aykırı düşen, telaşlı insanların ayak sesleridir yalnızca.
Yürüdüğünüz sokağın sonuna gelip onu dikey kesen ikincisine geçtiğinizde mavi zeminli bir yazı karşılıyor sizi: Asmalımescit Sokağı. Öte yanda İstiklal Caddesinin uğultusu belli belirsiz kulakları tırmalar. Sol yukarıya doğru uzayıp giden yönde, gençliğe adım atmış çıraklarla lümpen delikanlılar, kuşkuyla çevreyi izleyen zenciler egemen.
Tam karşınıza düşen gri renkli sıvası dökük binanın penceresinden görünen yaşlı kadın yaşadığı ortamla tam bir uyum içinde. Sessizliğinin altında görmüş geçirmiş bir yaşamın izleri kendini duyuruyor. Eğer hangi zaman ve nerede olduğunuzu bilmiyorsanız bulunduğunuz yerin kimliğini saptamak hiç de kolay olmayacak.
Çatısı tümüyle açılmış, pencereleri sökük bir yapının önünde durup fotoğraf makinemle görüntüledim. Birbirlerine olan yakınlıklarını ağır küfürlerle açığa vuran genç grubu çevreyi anlamsız bakışlarla süzüyor. Kuşkusuz ki onlara göre anlamsız olan benim davranışım. Onca “güzel” görüntüler dururken kapısında kocaman kilit asılı, pencere ve çatısı olmayan yıkık bir binayla ilgilenmenin ne anlamı var ki?
Eğer şu an boş duvarların çevrelediği mekânların yakın geçmişte kimlerce kullanıldığını, hangi deli-dolu yaşam anlarına tanık olduğunu bilmiyorsanız sizin için de bir anlam taşımıyor demektir.
Çünkü fotoğrafa giren bu sessiz bina Asmalmescit sokağında 47 numaradır. Fikret Adil’in anlatımıyla “Asmalımescit 74.” Anılarını yazarken kapı numarasını ters çevirmek düşüncesi nereden düştü aklına, kim bilir? Bir dönemin ele avuca sığmayan Fikret Adil’ini barındıran bu binadan kimler gelip geçmedi?..
İlk akla gelenler İbrahim Çallı, Hale Asaf ve Necip Fazıl Kısakürek. Sonrasında Peyami Safa, Elif Naci, Şeyh Memduh ve Macaristan’dan gelen Lili ve Jorjet gibi kabare yıldızlarını da eklersek daha başkalarıyla birlikte rengarenk bir grup çıkıyor ortaya. Beyoğlu’nda Suterazi sokakta “Bizim Lokanta” ile başlayıp Glavani sokakla Asmalımescit’e uzanan alan üzerinde yaşananları hangi sözcükler anlatır bilinmez!
En ucuz barlarda başlayıp evin çatı katında sabahlara kadar devam eden geceler için yazılacak çok şey var. Denebilir ki, gündüzler ne denli dinginse, gece, yapılan her şeyi örtebilecek güçlükteydi. Kıskançlık, küfür, afyonlu şarap, cinsellik, kumar, kapris gibi insanı uç noktalarda gezdiren her şey ama her şey bu insanlarca yaşandı.
Söz konusu tutkular belki başka hiç kimsede bu yoğunlukta ortaya çıkmamıştır. Hem de günlerden çok geceler boyunca. Beş parasız hovardalığın hıncını, otomobil kiralayarak ücretini Cumhuriyet gazetesinden gelip alma pahasına. Neden denirse, çünkü Fikret Adil de, Necip Fazıl da o sıralar gazeteye yazmaktadırlar.
Ev, sanat çevresi için bir tür mabet gibidir. Günün ve gecenin her saatinde açık. Beyoğlu’na çıkıldığında uğramadan geçilmeyen. Kaçamaklar için zorunlu gidilen söz konusu yer sanatın farklı alanlarında uğraş veren isimlerin değişmeyen buluşma noktası.
İyi ama, bu insanların zamanı hep böyle mi geçer? Günlük koşuşturmaların çok mu uzağındadır yaşayanlar? Sanıldığı gibi, hiç kimse için zaman bu tür duygulara hovardaca harcanacak kadar fazla değildir. Öyle ki, Şeyh Memduh’un elinde içki şişeleriyle orta yerde dolaşması çalışanları işinden alıkoyar. Yaşam kavgası eldeki yazıların bitirilmesine, tuvallerin boyanmasına bağlıdır. Bunlardan kazanılan paralar ise başıboş bir gecede havaya savrulur. Daha da önemlisi, yaşam sanki hızla tüketilmesi gereken bir kavram gibi. Her anın hazzını son noktasına kadar duyumsamak zorunluluğunu taşıyor bu insanlar. Yoksa, alan olarak sınırlı bu yerde ve kısıtlı zamanda bu kadar deli-dolu insanın bir arada bulunuş mantığını açıklayamayız.
Kuşkusuz burada söz konusu olanlar sıradan kişiler değil.
Her biri yaşadıklarını en uç noktalara kadar zorlayan tipler.
Sınırsızlığı seviyorlar.
Kızdıkları zaman ağız dolusu küfürler etmek hoşlarına gidiyor.
Coşku, tepeden tırnağa etkilemiyorsa yaşanmış bir andan sayılmıyor. Bu tür bir duyguyu açıklamak her zaman olanaklı olmayabilir de.
Ancak toplumun savaş sonrası yeniden yapılanma döneminin dağınıklığı bize bu konuda bazı ipuçları veriyor. Değerli olan, gerçek olan yalnızca yaşanan zaman. Ne yapılması, ne söylenmesi gerekiyorsa şimdi gerçekleştir! Yarın her şey için geç kalmış olabilirsin.
Nitekim öyle de oldu.. Zamanla herkes başka yerlere dağıldı. Dünyaya bakış açıları değişti. Kendileri değişti. Bir süre sonra da birer birer yaşamdan koptular. Fikret Adil’in anlatımıyla:
“Yaşadığımız dakikalarda “sahi” zannettiğimiz nice şeyler bir müddet sonra, bize “yalan” görünüyor. Biz, bir nehir gibi durmadan akan, “sahi” dediğimiz bir şeyin arkasından koşuyoruz, nasıl o nehir denize dökülüp kayboluyorsa, “sahi” de deniz kadar derin, onun kadar geniş, bizi, onu içerek tatmak ve tanımaktan meneden acı bir boşlukla kayboluyor.”
Bugün, ne bu satırların yazarı Fikret Adil ne de anlattığı ötekiler yaşamıyor artık. Geriye kalan nedir derseniz, tek kare fotoğrafa bakılırsa, görüntünün arkasına sinmiş bir şeylerin var olduğuna inanıyorum. Belki gerçek bunların hiçbiri değil. Siz isterseniz bunları dışarıdan birisinin 47 numaralı evin önünde beklerken kurduğu fanteziler olarak da görebilirisiniz. En iyisi de bu olacak galiba…
A. CELAL BİNZET
4 Ekim 2020, Ankara